tarih ve kültür
1 Şubat 2015 Pazar
25 Ocak 2015 Pazar
24 Eylül 2014 Çarşamba
ZAFERLER AYI AĞUSTOS:
TARİHTE VE GELECEKTE ZAFER ALGISI
İlkel klanlardan günümüz cemiyetlerine kadar sosyal değişimleri ve
bugünkü girift toplumları inceleyen sosyal bilimler bireyleri birbirlerine,
kurumlara ve bütün bunları da nihai olarak cemiyete bağlı olduklarını tespit
etmişlerdir. İnsanlar, kurumlar ve cemiyet arasındaki bağlar korku, dehşet,
gıpta, nefret, tahkir, kin, şüphe, itimatsızlık gibi ayırıcı tutumlarla hürmet,
tapınma, bağlılık, teslimiyet, gurur, himaye, kahramana tapınma, merhamet,
sempati, sevgi, itimat, nezaket ve yararlılık gibi sınırlayıcı tutumlardır.[1]
Bu bağlar bir cemiyetin kültürünü oluşturdukları gibi, mevcut kültürden de
etkilenmektedirler. Kültürü, tarihin günümüze kalmış izleri sayarsak, bunların
tarihle günümüz arasındaki etkilerini anlarız.[2]
Tarihin önemli noktalarından zaferler/bozgunlar toplumları o kadar etkilemiştir
ki, sonraki yıllarda o toplumu diğerlerinden ayıran kültürlerinin bir parçası
olmuşlardır. Diğer bir ifade ile zafer ve bozgunlar milli kültürün ve millet
olgusunun belirleyicisi veya en azından tetikleyicisi durumundadır. Dolayısıyla
toplumları millet yapan değerlerden oldukları için, eğitim yoluyla uluslaşma
planları yapanlar milli tarihlerindeki bu tür olayları bazen abartarak başarı
hikâyeleri uydurmayı, kahraman yaratmayı veya mevcut kahramanları olduğundan
fazla ululamayı isterler. Böyle politikalar geliştirilir, eğitim ve kültür
hayatı buna göre ayarlanır, böyle bir tarih için tarihçilere görev verilir.
Toplumlar başarılı oldukları alanlarda zaferler yaşamışlar ve bunları
kutlamaktadırlar. Bir toplum millet olabilmek için ortak gurur kaynaklarına
muhtaçtır. Kader ortaklığı, keder ortaklığı ve gurur ortaklığı insanları
sürekli bir arada yaşama ülküsüne götürür. Sürekli bir arada yaşama arzusuna
sahip olan halk da millettir. Dolayısıyla geçmişinizde zaferler yoksa yaratmak
zorunda kalırsınız. Aksi halde milli ruhu edinemez ve millet olamazsınız.
Siyasi ve askeri geçmişi parlak olmayan bazı toplumlar sokaklarını kahraman
heykelleri ile doldururlar. Tarihsizliği ve belki ezilmişliği bu yolla telafi
etmeye çalışırlar. Böyle toplumların tarihlerinde milli destanları bile yoktur
Dolayısıyla milli destan arayışına girerler ve yarışmalar açarlar.[3]
Tiyatro, sinema, opera, bale, resim, tarihi anıtlar gibi entelektüel ve
sanatsal çalışmalarla tarihlerini zihinlere nakşederler.[4]
Bu yolla tarihlerini o kadar güzel işlerler ki, o toplumun ferdi olan bir genç
hiç sıkıcı ezberlere girmeden ve farkında olmadan tarihini özümser ve bir
kültür olarak benimser.[5]
Diğer yandan bazı milletler de vardır ki, büyük askeri ve siyasi tarihe
sahip olmalarına rağmen, medeniyetin bazı sahalarında geri kalmışlardır. Hep
siyasi ve askeri zaferleri ile öğünürken, kültür, mimari, ekonomi, bilim ve
sanatta başkalarının gölgesinde kalmışlardır. Mağluplarının bilim ve kültür
ürünlerini kullanırken onların üzerindeki zaferleri ile övünürler.
Diğer bir grup millet de vardır ki, gelişmişlikleri yanı sıra, muhtelif
alanlarda başarıları da vardır. Tarihlerini bir bütün olarak ele alıp, bütün
başarılarını hem kendi gençliklerine hem de insanlığa sunarlar. Bu başarılarını
sanatın, edebiyatın ve bilimin bütün araçlarını kullanarak muazzam bir propaganda
ve tanıtım aracına dönüştürürler. Tarih böyle toplumlar için başarı ve
başarısızlığı ile bir bütündür. Gocunmadan onu ele alır ve atalarının
başarısızlıklarını, yanlışlarını ve hatalarını olduğu gibi anlatırken, bunların
insani kusurlar olarak her toplumda bulunabileceğini, asıl olanın bu hataları
gençliğe tanıtıp bundan sonra aynı hataların tekrar edilmemesi olduğunu
anlatırlar. Milletlerinin tarihteki rollerini de -haklı olarak- abartır ve
farklı tarih felsefeleri geliştirerek insanlığa “biz buyuz” diyebilirler.[6]
Türkler tarihleri boyunca hem mağlubiyetler hem de büyük muzafferiyetler
yaşamıştır. Ancak son bin yılda, özellikle son beş yüz yılda hızla
gerilemişlerdir. Tarihteki büyük askeri başarılar medeniyet alanında da
tekrarlanamadığından “barbar Türk” yakıştırmaları yapılmaktadır. Türk zaferleri
ve başka milletler üzerindeki hâkimiyetlerinin bugün barbarlık ve emperyalizm
olarak anılması ilk bakışta yabancılar için sanki haklı gibi görülmektedir.
Öyle ya sizin Anadolu’da yerli halk üzerinde ne hakkınız vardı da gelip buraya
yerleştiniz. Balkanlarda, Orta Avrupa’da ne işiniz vardı? Yemen ve Mısır’da kaç
Türk vardı ki oralara gidip devlet kurdunuz? İran ve Hindistan’da kendinizden
daha medeni halklar üzerinde hegemonya kurarken emperyalist değil miydiniz?
Askeri güçle hâkim olduğunuz bu toplumlara siz ne verdiniz, onlardan ne
aldınız? Bunları soranlar kendileri şu cevabı vermektedirler: Türkler askeri
güçleri olan, göçebe –dolayısıyla gayri medeni ve barbar- bir millettir.
Çevrelerinde kendilerinden daha medeni milletleri istila ederek onları
sömürmüşler ve her türlü gelişmelerini de engellemişlerdir.[7]
Hâlbuki bozkır coğrafyasının savaşçı insanlar yetiştirdiğini Grosset[8]
ve diğer batılı tarihçiler yıllar önce belirtmişlerdir.[9]
Göçebelik atın ehlileştirilmesine zemin hazırlamış ve Kiselev’in ifadesiyle
dünya 3500 yıl boyunca savaş atı çağı yaşamış, ata hükmeden toplumlar çevre
toplumlara da hükmetmişlerdir. Bu hâkimiyet sanayi devrimine[10]
kadar sürecektir. O andan itibaren de sanayi toplumları diğerlerini
sömürgeleştirmişlerdir. Diğer bir ifade ile medeniyetler bazı güç dengesi
araçlarına sahip oldukları ve onları iyi kullanabildikleri ölçüde diğerlerine
hâkim olmuştur. Hunların, Göktürklerin, Moğolların, Selçuklunun, Babürlülerin
ve Osmanlı’nın hâkimiyetlerini başka türlü anlatamazsınız. Bunların karşısında
tutunamayanlar elbet bunlara barbar ve emperyalist diyebilirler. Hâlbuki
tabiatta boşluğa yer yoktur, boşluğu uygun konumdaki başka bir nesne doldurur.
Mesela Balkanlara bir zamanlar hâkim olan Roma ve Osmanlılar olmasaydı,
Balkanlılar o yıllarda bağımsız mı olacaktı. Ya dışarıdan başka bir güç gelecek
veya en güçlü Balkanlı toplum diğerlerine hükmedecekti. Çünkü o çağda milli(
ulus) devlet anlayışı yoktu.
Türkler bozkırdan getirdikleri bu savaşçı özelliklerini İslam Medeniyeti
ile taçlandırarak Ortadoğu’ya da bir süre hâkim oldular. Haçlı Seferleri ve
Moğol İstilası İslam Dünyasını biraz sarstığı gibi Haçlılar, İslam Dünyasından
birçok şeyi bu seferler esnasında öğrendiler. Dokuma tezgâhlarını, birçok fen
bilimini, hatta Arap rakamları denen şimdiki Avrupa rakam sistemini aldılar;
Rönesans ve Reform hareketi bunların etkisiyle başladı. İkinci Dalga[11]
denen sanayi devrimi ise Avrupa’yı yükselişe geçirerek diğer toplumları
sömürgeleştirdi. Savaşta at gücünü iyi kullanan dünün göçebe toplumları yerine
şimdi bilmem kaç beygir güçlü motorları kullanan sanayileşmiş toplumlar gelmiş
oluyordu.
İşte bütün mesele güç dengesi faktörlerine kimlerin sahip olduğu, o
faktörleri kimlerin daha iyi kullanabildikleri meselesidir. Babür ve Muhammed
Kalaç vaktiyle küçük birer ordu ile Hindistan’ı fethetmişlerdi. Zamanı gelince
de İngilizlerin Doğu Hint Kumpanyası adlı şirketi Hindistan’a egemen oldu ve
son Babürlü olan II. Bahadur Şahı Hindistan’dan kovdu.[12]
Hem Babür ve Kalaç’ın askeri başarıları hem de İngiliz tüccarlarının başarıları
övülmeye, kutlanılmaya layık hareketlerdir. Şimdi birileri “ikisi de
emperyalistti, biri askeri diğeri ekonomik emperyalist” diyebilir. O zamanlar
şimdiki siyaset anlayışı yoktu. Hintliyi filan Raca mı yönetsin, falan Şah mı?
Soru bu değildi. Soru Hintliyi kim daha iyi, daha baskısız ve daha az vergi ile
yönetecektir? Cevabını verelim, göçebe ordular ve devletler tebaalarından en az
vergi alan devletler olmuşlardır. Hâkimiyet ve askeri başarılarının bir sebebi
de budur.
O halde bu başarılar çağların en iyi uygulamalarından süzülüp
gelmişlerdir diyebiliriz. Bizim tarihimizde askeri seferlere yazın çıkıldığı
için birçok zaferimiz yaz ortasına denk düşmüş ve Ağustos zaferler ayı
olmuştur. İşte Osmanlı tarihindeki Ağustos zaferlerinin bazıları:
Kıbrıs, Estergon,
Revan, Akkirman ve Cezayir’in fethi, I. Kosova, Otranto, Otlukbeli, Vâdi’s Seyl
zaferleri ve Fas’ın Türk hâkimiyetine girmesi, Ukrayna’nın Türk Hâkimiyetine
girişi, Çaldıran, Mercidâbık, Malazgirt, Mohaç ve Başkumandanlık Meydan
Zaferlerimiz…
Toplumların
tarihindeki her türlü başarı ve zaferleri onların medeni kabiliyetlerinin birer
göstergesidir. O halde bunları kutlamak haklarıdır. Bunlar üzerinde bilim,
sanat, kültür, siyaset ve benzerlerini etkili kılıp daha iyi tanınmalarını
sağlamak, tarihin güncele taşınması, güncelle mukayesesi ve güncelde
yaşatılmasıdır. Bu yapılırsa hata ve sevaplar yeni neslin gözü önüne getirilmiş
olur. Tarihin böyle hatırlatılması milli bünyede akupunktur etkisi oluşturur ve
şuurun uyanık tutulmasını sağlar. Ortak tarih şuuru oluşur ve sizi ortak bir
gelecekte benzer başarılar için müşterek hedeflere yönlendirir.
[1]
R. M. MacIver ve
Charles H. Page, Cemiyet I (Çev.
Amiran Kurtkan), ME. Basımevi İstanbul 1994, s.47
[2]
Fahri Sakal, “Tarih ve Günümüz Kültürü” History
Studies Enver Konukçu Armağan Sayısı, 1012, s. 299-307.
[3]
Rus milli destanı Slovo o Polku İgoreve
böyle bir yarışma sonucu bulunmuştur. Üstelik Rus kahramanlığı ile bir ilgisi
de yoktur. Prens İgor Kumanlara esir düşmüş ve esarette kendisine iyi
bakılmıştır. Düşmanına iyi bakan Türklerin asaleti ve karşılıklı insani
münasebetler anlatılmaktadır. Bkz. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yay. İstanbul 1983, s. 179.
[4]
Biz maalesef bu kabil çalışmaları yeterince yapamıyoruz. Yahya Kemal tarihimizi
iyi değerlendiremediğimizi, onu şiirleştiremediğimizi, destanlaştıramadığımızı
söylemişti. Ciddi tarih bilgi ve şuuruna sahip olan şairimiz elbette haklı idi.
Biz bir Firdevsî yetiştirebilseydik, şimdi destanlarımıza ve tarihimize farklı
bakıyor olacaktık.
[5]
Biz bunu yapmadığımızdan Türkiye’de tarih pek sevilmez, birçok kişi tarih
denince sıkıcı ezber konuları ve gereksiz geçmişle öğünmeler olduğunu düşünür.
[6]
Buna güzel bir örnek Rusya’dan olacaktır.
Ünlü tarih felsefecisi Nikolay Danilevski Rusya ve Avrupa adlı eserinde
Avrupa’daki Rusya düşmanlığını eleştirmiştir. Ona göre Rusya doğuda Avrupa’yı
barbarlardan koruyan bir set olmuştur. Milletleri medeniyet karşısında üçe
ayıran yazar, Eski Mısır, Ortadoğu, Çin, Hind ve Avrupa kavimlerini “medeniyet
inşa eden” toplumlar olarak adlandırmış; çok küçük toplumları da medeniyetin
inşasında etnografik malzeme veya dolgu maddesi olarak görmüştür. Danilevski’ye
göre üçüncü bir millet grubu vardır ki, onlar “can çekişen uygarlıklara coup de
grace indiren olumsuz (yıkıcı) halklardır.”
Danilevski’ye göre bu yıkıcı halklar: “Mogollar, Hunlar, Türkler ve
başkaları” oluyorlar. Yani bu kişiye göre Ruslar çok medeni değilse bile
medeniyet beşiği olan Avrupa’yı bu barbar halklardan korumakla, medeniyet
bekçiliği yapmış oluyorlar. Bkz. Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, (Ç. Mete Tunçay), Bilgi
Yay. Ankara 1972, s. 62.
[7]
Bazı ideolojik yaklaşımlı Türkler bile “biz Türkler barbarız, sağı solu hep
istila etmişiz” derler. Ağaoğlu Ahmet “Biz adeta beşeriyetin arkasına binmiş,
onun sayesinde yaşayan bir tufeyliyiz (asalakız)” derdi. Bkz. Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, TTK Yay. Ank. 1999.
S.212-213.
[8]
René Grousset, Bozkır İmparatorluğu,
Ötüken Yay. İst. 1980, s. 11-19.
[9]
Diğer çalışmalar için bkz. İbrahim Kafesoğlu,
Age., göçebelik, ordu, savaş
ve at ile ilgili bölümler.
[10]
Köroğlu’nun “tüfek icad oldu mertlik
bozuldu” sözü dünya tarihindeki bu muazzam dönüşümü anlatan bir
tespittir. O andan itibaren ateşli
silahlara hükmedenler bozkırların cihangirlerini itaat altına almışlardır.
[11]
Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, Koridor
Yay. İst. 2008.
[12]
Fahri Sakal, Türk’ün Soyağacı, Samsun 1998, s. 69.
5 Nisan 2014 Cumartesi
PERVANE YANDIĞI İLE KALIR
PERVANE YANDIĞI İLE KALIR
Fahri SAKAL
Arkadaş!
Bilir misin neden döner pervane
etrafında ateşin? Ateş neden cezb eder pervaneyi, neden
çeker içine? Döner, döner de pervane etrafında ateşin, sonunda içine düşeceğini bilmez mi? O alevin kendisini kor edeceğini hissetmez mi? Ateş yakar, buz dondurur, gül güldürür,
bilmez mi?
Bilir. Bilir de lakin, ne önemi var
onu hangi ateşin yaktığının? Zaten içinde kor yandığından pervane değil midir? İçine düşen ateş mi, yoksa içine düştüğü
ateş midir pervaneyi hâr
eden?
Pervane için yanmak nedir? İçinden yanmak mı, dışından yanmak mı? Hangisi daha çok acı
verir? Hiç fark etmez, onun için acı olan yanmak değil, hatta yanmanın da bir hazzı
vardır pervanede! Onun için acı olan yanmak değil, yandığını
kimsenin bilmemesidir. Ateş
bile bilmez pervaneyi yaktığını.
Habersizdir pervanenin yandığından,
alevinden, külünden...
Yaa işte böyle arkadaş,
sonunda pervane yandığı
ile kalır!
23 Şubat 2014 Pazar
DEMOKRASİ NEDİR?
DEMOKRASİ
NEDİR?
Prof. Dr. Fahri SAKAL
Demokrasi
kavramı, Yunanca demokratia, (demos= halk, ahali) ve (kratia= iktidar)
sözcüğünden türemiştir. Halk idaresi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına
gelen siyasi yönetim biçimidir. Genel olarak adil temsil, çoğunluğun yönetimi, çok
partili yarışma düzeni, alternatif hükümet şansı, halkın işleri kontrolü, iktidarın
sınırlandırılması, hürriyetlerin yaygınlaştırılması, çok seslilik, güçlü bir
sivil toplum ve azınlık haklarına saygı gibi temel kavram ve düşüncelere yer
veren bir sistemdir. Demokraside bireylerin doğuştan getirilen veya sonradan
sağlanan ırk, din, mezhep, sınıf, siyasi düşünce ve kıyafet farklılıkları gibi konularda
üstünlük veya mağduriyetleri olmaz. Kısacası
demokrasi eşitlik ve farklılık rejimidir. Toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar
arasındaki farklılıkları normal görmesi, eşitlik ve farklılıkları zenginlik
sayması gerektir.
DEMOKRASİ TÜRLERİ
Çok
farklı demokrasi örneği yaşanmış ve hala da farklı türde demokrasiler
denenmektedir. Aralarında çok az fark olsa da sıkça görülen bazıları şunlardır:
Doğrudan demokrasi: Siyasal karar alma hakkının,
çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu
tarafından kullanıldığı yönetim tarzı ya da modeli olarak demokrasi, antik
Yunan’da doğmuştur. Bununla birlikte, nüfus artışının bir sonucu olarak ve
bilgideki uzmanlaşmadan dolayı, doğrudan demokrasiyi belirleyen koşulları ve
yurttaşların siyasi karar sürecine katılımı, modern devletlerin siyasal
yapılarında gerçekleştirilemez olmuştur.
Plebisitçi demokrasi: Yönetenler ile
yönetilenler arasında aracısız bir şekilde işleyen ve "plebisit"lerle
gerçekleştirilen demokrasi biçimi. Görünüşe göre bir tür doğrudan demokrasi
modeli olmakla beraber, yönetenlerin, duygularına ve önyargılarına hitap etmek
suretiyle halkı manipüle etmelerine imkân vermesi bakımından eleştiriye
açıktır.
Temsili demokrasi: Yurttaşların haklarını
kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaşlara karşı sorumlu olan temsilciler
aracılığıyla kullandıkları yönetim tarzıdır.
Liberal veya anayasal demokrasi: Yurttaşların düşünce, ifade, girişim
ve dini inanç özgürlüğü gibi haklarını güvence altına almak üzere, çoğunluk
iktidarının belirli anayasal kısıtlamalar çerçevesi içinde uygulandığı yönetim
modelidir. Bu bağlamda, tüm yurttaşların önemli kararlara etkin bir biçimde
katılması anlamında doğrudan olan verilir.
Sosyal demokrasi: Kapitalizmin karşısında olan ve
insanları sermaye egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan görüş, sınıf savaşını
kabul etmekle birlikte, ihtilalcı değildir, totaliterliği ve her tür dikta
rejimini reddeder. Sosyalizmi tam olarak reddetmez, ancak devrimle değil
barışçı yöntemlerle makul bir sosyal devlet kurmaya çalışır. Marksizmi
reddetmemekle birlikte, onun sosyalizm üzerindeki tekelci etkisine karşı çıkar.
Çoğulcu
demokrasi: Çoğunluğun mutlak hâkimiyetini reddeden, azınlıktakilerin
siyasal ve kültürel haklarının kabul edilmesi gerektiğini ve azınlığın da bir
gün çoğunluk olabilme hakkının verilmesini savunan demokrasi anlayışıdır.
Çoğunlukçu demokrasi veya mutlak
demokrasi:
Çoğunluğun kararlarının uygulandığı ve bu kararların mutlak olduğu demokrasi
çeşididir. Yasalar, azınlık hakları, kuvvetler ayrılığı gibi etmenler çoğulcu
demokraside alınan kararları sınırlandırırken çoğunlukçu demokraside, çoğunluğun
aldığı kararlar sınırsız ve mutlaktır.
Parlamenter Demokrasi: demokratik
yönetim biçimleri arasında en yaygın uygulanış şeklidir. Demokrasi halkın kendi
kendini yönetmesi demektir. Parlamenter demokrasi ise halkın genel seçimle
seçmiş olduğu parlamenterlerin veya milletvekillerinin bir parlamentoca
yönetilmesidir.
Oybirliği demokrasisi: Devlet
yönetiminde alınan kararların, oy çokluğuna göre değil oybirliğine göre
alındığı bir sistemdir. Belçika ve İsviçre demokrasi sistemleri oybirliği
demokrasi sistemine yakındır. Politik kültürlerinde en önemli özellikleri;
politik sistemde tek bir baskın gurubun oluşmasının engellenmiş
olduğudur.'Kişilerin yanı sıra grupların varlığını onaylayan, kişilerin yanı
sıra dini, etnik veya coğrafi vb. gibi temellere sahip belirgin farklı
kimlikteki grupların kişilerle eşit öneme sahip olduğunu kabul eden bir
demokrasidir.
TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ:
Türkiye’de I.
Meşrutiyet ile birlikte 1876/77 döneminde meşruti parlamentarizme geçilmiştir.
1908 de II. Meşrutiyetle birlikte bunun ikinci aşaması başlamış, özellikle 1909-
1913 arasında tam bir meşruti demokrasi yaşanmış, yasakların ve keyfi
sınırlamaların olmadığı bir dönem görülmüştür. Tam bir çok partili demokrasi
kurulmuşken İttihatçılar 1913 de yaptıkları darbe ile bu demokrasiyi bitirmiş
ve kendi partilerinin dışındaki diğer partileri kapatmışlardır. Mütareke döneminde
44 adet parti ve dernek faaliyet halindeydi. Cumhuriyet Döneminde ise 1923 -
1946 arasında çok partili rejim denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmış, halkın
demokrasiye hazır olmadığı iddia edilmiştir. Yani Türkiye'de Cumhuriyet çok
partili rejimin bitirilmesi ve Tek-Parti rejiminin kurulması realitesinin kamuflajı
durumundadır. 14 Mayıs 1950 de ilk çok partili seçimde iktidar ilk defa el
değiştirmiş, zamanın bazı generalleri milletin bu seçimini geçersiz ilan etmek
ve askeri müdahale yapmak istemişlerse de, İsmet İnönü milletin seçimine
saygılı olduklarını bildirmiştir. Ancak 27 Mayıs 1960 da bir askeri darbe ile
DP iktidarı bu kez devrilmiştir. Bundan sonra 1962, 1972, 1980 ve1996
yıllarında benzeri müdahalelerle demokrasi incitilmiş, milletin seçimi ve
tercihi geçersiz ilan edilmiştir. Sonuçta Cumhuriyet Dönemimizde 180 kadar
parti ve dernek kapatılmış, Türkiye bir partiler mezarlığına dönüşmüştür. Tek
parti zihniyetiyle halkın henüz kendi
adına karar alabilecek bilince ulaşmamış olmasından sürekli söz edilmiştir.
Hatta zaman zaman faşist ve komünist
totaliter rejimlere hayran aydınlar görülmüştür. Bunlar demokrasi düşmanı
rejimlerdir. Bunların dışında bir grup aydın da Fransız ihtilalinin
Jacobin’lerinden etkilenerek, kendi gibi düşünmeyenleri zorla yönetmeyi, halkı
baskı ile çağdaşlaştırmayı seçtiler. Kendilerinin düşüncelerini tartışılmaz
doğrular olarak gören, halkı ise kendilerine itaat etmesi gereken “Hasolar-
Memolar”, “kasketliler”, “avam sınıfı” veya “göbeğini kaşıyanlar” vb. şekilde
adlandıran, dolayısıyla vatandaşı adam
edilmesi gerekenler olarak algılayan bu azınlık, cumhuriyet tarihi boyunca
Türk siyasetine yön verdi. Aydınlanma kavramı, kendini elit zanneden bu zorba
azınlığın dilinden hiç düşmedi. Ancak yine aynı azınlık her türlü iktidarın
meşruiyetini sorgulayan, dahası, 'otoritenin sorgulanması' kavramını bir değer
olarak benimseyen aydınlanma anlayışına istisnalar getirmekte de mahzur
görmedi.
ÇOK
PARTİLİ SİYASİ HAYATIN TERBİYE EDİCİ ETKİLERİNE DAİR
1946-50
arasında çok partili hayata geçerken zamanın iktidarı programına şunları
almıştı:
1-
Doğu’dan sürülmüş olanlar isterlerse tekrar yerlerine dönebileceklerdi. 2-Halktan
zorla iane toplanmayacaktı. 3-Valilerin yetkileri anayasaya göre yeniden
oluşturulacak, vatandaşın hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması için
istinaf mahkemeleri kurulacaktı. 4-Köylülerin kendi okullarını yapma
mecburiyetleri hafifletilecekti. 5-Sanayi ham maddelerinin halktan zorla
toplanmasına son verilecekti. 6-1947 Kurultayı’nda din dersleri serbest
bırakıldı. 7-Üst kademelerin tekelindeki parti meclisinin 40 üyeliği bütün
partililere açılacaktı. 8-Parti’de genel başkanca yapılan atamalar delegelerin
seçimine bırakıldı. 9-Parti’de mutediller hareketi oluştu. Bunlar muhalefete
makul yaklaşıyor, siyasi eleştiriyi ve farklı fikirlerin savunulmasını yasaklamaya
karşı çıkıyorlardı. 10-Dernek kurma bu dönemde serbest bırakıldı. 11-Kendilerine
muhalif olanlara önceleri “avamdan”, “baldırı çıplak”, “basit kılıklı adamlar”
yakıştırmaları yapmalarına rağmen, çok partili dönemde bunların da vatandaş
olduğunu kabul ettiler. Cevdet Kerim İncedayı’nın halka “Haso-Memo” demesinin
ezikliğini hep hissettiler.(Gerçi hala “bidon kafalı” veya “göbeğini kaşıyan
adam” diyenler var ama ne yapalım, zamanla onlar da demokratikleşerek halka
saygıyı öğrenir!). 12-Yüksek memurlar da halka saygıyı öğrendi. Artık halkı
ciddiye almaya başladılar. 13-Uzun zamandır devam eden ve DP’nin eleştirilerine
sebep olan İstanbul’daki sıkıyönetim 1947 de kaldırıldı. 14-Polise mahkeme
kararı olmadan tutuklama kararı veren yasalar değiştirildi. 15-“Gizli oy, açık
sayım” rezaletine yol açan kanunlar değiştirilerek çok partili demokrasiye
hazırlık yapıldı. 16-İstiklal Mahkemeleri kaldırıldı. 17-Seçimlerin denetimi
mahkemelere bu dönemde verildi. Daha önce iktidar partisinin eli altındaki
hükümet memurları ve hatta jandarma seçim denetimi(!) yapıyorlardı. Mesela 1930
da Serbest Fırka, Belediye Seçimi’ne girme hatasını yapmış(!), içişleri
bakanının emri ile valiler sonuçlara müdahale ederek sonuçları SCF aleyhine
çevirmişlerdi. Yalnız iki ilin valisi “seçim vatandaşın serbest oylarıyla
yapılır, biz oylara saygılıyız” anlayışıyla hareket ederek sonuçlara müdahale
etmemiş ve o iki ilde seçimi Fethi Okyar’ın SCF’si kazanmıştı. Bu iki il Samsun
ve Silifke idi. Samsun Valisi görevden alındı, Silifke ise ilçe yapıldı. 18-Gerçekleştirilecek
reformlar Bayar’a danışılarak yapılıyordu. Bu da iki parti arasında iyi
ilişkileri mümkün kılıyor; o ilişkiler de halka yansıyordu. Yani vatandaşlar
arasında siyasi husumet azalıyordu. 19-Ş.Günaltay Hükümeti dini eğitim, basın
yayın ve siyasi haklar konusunda liberal açılımlar getirmişti. Okullarda din
dersleri, İmam Hatip ve İlahiyat fakültesinin kurulması bu sırada gerçekleşti.
Bunu vatandaş takdir etmişti. 20-Özel sermayeye yeni faaliyet alanları verildi.
21-Gazete kapatma yetkisi hükümetten alınıp mahkemelere verildi. 22-Üniversitelere
idari muhtariyet tanındı. 23-Yol vergisi, toprak mahsulleri vergisi ve varlık
vergisi gibi yüz kızartıcı uygulamaların yanlışlığı kabul ve bir daha tekrar
edilmeyeceği ilan edildi. 24-Basına yeni ve demokratik haklar verildi.
Kemal Karpat’ın ifadesiyle, “Halk Partisi
yirmi beş yıl içinde koyduğu hürriyeti kısıtlayan kararları birkaç ay içinde ya
ortadan kaldırdı, ya da çok gevşetti. Böylece, belli derecede bir
serbestleşmeye müsaade ettikten sonra genel seçimleri 21 Temmuz 1946 tarihinde
yaptı.” Ancak bu seçim o meşhur “açık oy gizli tasnif” uygulamaları ve kamu
görevlilerinin vatandaşın oyuna müdahalesi şikâyetleri içinde yapılmıştı.
Sonuç
olarak, çok partili hayat bizzat “tek parti” ye bile eğitici katkılar sunmuş,
hem bu partimizi, hem de demokrasimizi geliştirici bir rol oynamıştır.
Sınıf
yapımız, insan ve devlet anlayışımız demokrasiyi bir çözüm olarak geliştiren
ülkelerden farklı olduğu için bizde DEMOKRASİ ARAYIŞLARI samimi değildir. Diğer
bir ifade ile bu toprak, meselelerine “demokrasi” adlı bir çözüm reçetesi
geliştirmemiştir. Ortaçağdan kalma toprak ağalarına ve papazların tahakkümüne
karşı Paris ve Londra’da aşağı sınıfların desteğini almak için onlara
çapulculuk ruhu aşılayan ve faaliyetine “revolution” diyen bir zümrenin kendi
problemlerine buldukları çözümün adıdır demokrasi. Dolayısıyla biz kendi
dertlerimize çare olacak kendi rejimimizi (demokrasimizi) geliştirmeliydik.
Bunu yapmadık ve şiş göbekli Fransız Burjuvasının hazır ceketini üzerimize
geçirdiler. Ve onu işimize geldiği zaman hatırladık.
BU ÜLKEDE HER DÖNEMİN
MAĞDURLARI DEMOKRASİ İSTER. ZAMAN GELİR, ROLLER DEĞİŞİR, İKTİDAR VE KAMU GÜCÜ
EL DEĞİŞTİRİRSE, BU DEMOKRASİ ÂŞIKLARI DEMOKRASİYİ UNUTURLAR. DÜNÜN ZALİMLERİ
MAĞDUR OLUR VE O ZAMAN ONLAR DA DEMOKRASİYİ BİR ÇIRPIDA HATIRLAYIVERİRLER. YANİ
BU ÜLKEDE HAKSIZLIKLARIN DEMOKRASİYİ HATIRLATMAK GİBİ BİR OLUMLU ROLÜ BİLE
VARDIR. DOLAYISIYLA 27 MAYIS, 12 EYLÜL VE
28 ŞUBAT SÜRECLERİ DARBE KÜLTÜRÜNE EN BÜYÜK DARBEYİ İNDİREN DÖNEMLER
OLMUŞLARDIR NETEKİM!!!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)