24 Eylül 2014 Çarşamba

ZAFERLER AYI AĞUSTOS: TARİHTE VE GELECEKTE ZAFER ALGISI
Prof. Dr. Fahri SAKAL·
İlkel klanlardan günümüz cemiyetlerine kadar sosyal değişimleri ve bugünkü girift toplumları inceleyen sosyal bilimler bireyleri birbirlerine, kurumlara ve bütün bunları da nihai olarak cemiyete bağlı olduklarını tespit etmişlerdir. İnsanlar, kurumlar ve cemiyet arasındaki bağlar korku, dehşet, gıpta, nefret, tahkir, kin, şüphe, itimatsızlık gibi ayırıcı tutumlarla hürmet, tapınma, bağlılık, teslimiyet, gurur, himaye, kahramana tapınma, merhamet, sempati, sevgi, itimat, nezaket ve yararlılık gibi sınırlayıcı tutumlardır.[1] Bu bağlar bir cemiyetin kültürünü oluşturdukları gibi, mevcut kültürden de etkilenmektedirler. Kültürü, tarihin günümüze kalmış izleri sayarsak, bunların tarihle günümüz arasındaki etkilerini anlarız.[2] Tarihin önemli noktalarından zaferler/bozgunlar toplumları o kadar etkilemiştir ki, sonraki yıllarda o toplumu diğerlerinden ayıran kültürlerinin bir parçası olmuşlardır. Diğer bir ifade ile zafer ve bozgunlar milli kültürün ve millet olgusunun belirleyicisi veya en azından tetikleyicisi durumundadır. Dolayısıyla toplumları millet yapan değerlerden oldukları için, eğitim yoluyla uluslaşma planları yapanlar milli tarihlerindeki bu tür olayları bazen abartarak başarı hikâyeleri uydurmayı, kahraman yaratmayı veya mevcut kahramanları olduğundan fazla ululamayı isterler. Böyle politikalar geliştirilir, eğitim ve kültür hayatı buna göre ayarlanır, böyle bir tarih için tarihçilere görev verilir.
Toplumlar başarılı oldukları alanlarda zaferler yaşamışlar ve bunları kutlamaktadırlar. Bir toplum millet olabilmek için ortak gurur kaynaklarına muhtaçtır. Kader ortaklığı, keder ortaklığı ve gurur ortaklığı insanları sürekli bir arada yaşama ülküsüne götürür. Sürekli bir arada yaşama arzusuna sahip olan halk da millettir. Dolayısıyla geçmişinizde zaferler yoksa yaratmak zorunda kalırsınız. Aksi halde milli ruhu edinemez ve millet olamazsınız. Siyasi ve askeri geçmişi parlak olmayan bazı toplumlar sokaklarını kahraman heykelleri ile doldururlar. Tarihsizliği ve belki ezilmişliği bu yolla telafi etmeye çalışırlar. Böyle toplumların tarihlerinde milli destanları bile yoktur Dolayısıyla milli destan arayışına girerler ve yarışmalar açarlar.[3] Tiyatro, sinema, opera, bale, resim, tarihi anıtlar gibi entelektüel ve sanatsal çalışmalarla tarihlerini zihinlere nakşederler.[4] Bu yolla tarihlerini o kadar güzel işlerler ki, o toplumun ferdi olan bir genç hiç sıkıcı ezberlere girmeden ve farkında olmadan tarihini özümser ve bir kültür olarak benimser.[5]
Diğer yandan bazı milletler de vardır ki, büyük askeri ve siyasi tarihe sahip olmalarına rağmen, medeniyetin bazı sahalarında geri kalmışlardır. Hep siyasi ve askeri zaferleri ile öğünürken, kültür, mimari, ekonomi, bilim ve sanatta başkalarının gölgesinde kalmışlardır. Mağluplarının bilim ve kültür ürünlerini kullanırken onların üzerindeki zaferleri ile övünürler.
Diğer bir grup millet de vardır ki, gelişmişlikleri yanı sıra, muhtelif alanlarda başarıları da vardır. Tarihlerini bir bütün olarak ele alıp, bütün başarılarını hem kendi gençliklerine hem de insanlığa sunarlar. Bu başarılarını sanatın, edebiyatın ve bilimin bütün araçlarını kullanarak muazzam bir propaganda ve tanıtım aracına dönüştürürler. Tarih böyle toplumlar için başarı ve başarısızlığı ile bir bütündür. Gocunmadan onu ele alır ve atalarının başarısızlıklarını, yanlışlarını ve hatalarını olduğu gibi anlatırken, bunların insani kusurlar olarak her toplumda bulunabileceğini, asıl olanın bu hataları gençliğe tanıtıp bundan sonra aynı hataların tekrar edilmemesi olduğunu anlatırlar. Milletlerinin tarihteki rollerini de -haklı olarak- abartır ve farklı tarih felsefeleri geliştirerek insanlığa “biz buyuz” diyebilirler.[6]
Türkler tarihleri boyunca hem mağlubiyetler hem de büyük muzafferiyetler yaşamıştır. Ancak son bin yılda, özellikle son beş yüz yılda hızla gerilemişlerdir. Tarihteki büyük askeri başarılar medeniyet alanında da tekrarlanamadığından “barbar Türk” yakıştırmaları yapılmaktadır. Türk zaferleri ve başka milletler üzerindeki hâkimiyetlerinin bugün barbarlık ve emperyalizm olarak anılması ilk bakışta yabancılar için sanki haklı gibi görülmektedir. Öyle ya sizin Anadolu’da yerli halk üzerinde ne hakkınız vardı da gelip buraya yerleştiniz. Balkanlarda, Orta Avrupa’da ne işiniz vardı? Yemen ve Mısır’da kaç Türk vardı ki oralara gidip devlet kurdunuz? İran ve Hindistan’da kendinizden daha medeni halklar üzerinde hegemonya kurarken emperyalist değil miydiniz? Askeri güçle hâkim olduğunuz bu toplumlara siz ne verdiniz, onlardan ne aldınız? Bunları soranlar kendileri şu cevabı vermektedirler: Türkler askeri güçleri olan, göçebe –dolayısıyla gayri medeni ve barbar- bir millettir. Çevrelerinde kendilerinden daha medeni milletleri istila ederek onları sömürmüşler ve her türlü gelişmelerini de engellemişlerdir.[7]
Hâlbuki bozkır coğrafyasının savaşçı insanlar yetiştirdiğini Grosset[8] ve diğer batılı tarihçiler yıllar önce belirtmişlerdir.[9] Göçebelik atın ehlileştirilmesine zemin hazırlamış ve Kiselev’in ifadesiyle dünya 3500 yıl boyunca savaş atı çağı yaşamış, ata hükmeden toplumlar çevre toplumlara da hükmetmişlerdir. Bu hâkimiyet sanayi devrimine[10] kadar sürecektir. O andan itibaren de sanayi toplumları diğerlerini sömürgeleştirmişlerdir. Diğer bir ifade ile medeniyetler bazı güç dengesi araçlarına sahip oldukları ve onları iyi kullanabildikleri ölçüde diğerlerine hâkim olmuştur. Hunların, Göktürklerin, Moğolların, Selçuklunun, Babürlülerin ve Osmanlı’nın hâkimiyetlerini başka türlü anlatamazsınız. Bunların karşısında tutunamayanlar elbet bunlara barbar ve emperyalist diyebilirler. Hâlbuki tabiatta boşluğa yer yoktur, boşluğu uygun konumdaki başka bir nesne doldurur. Mesela Balkanlara bir zamanlar hâkim olan Roma ve Osmanlılar olmasaydı, Balkanlılar o yıllarda bağımsız mı olacaktı. Ya dışarıdan başka bir güç gelecek veya en güçlü Balkanlı toplum diğerlerine hükmedecekti. Çünkü o çağda milli( ulus) devlet anlayışı yoktu.
Türkler bozkırdan getirdikleri bu savaşçı özelliklerini İslam Medeniyeti ile taçlandırarak Ortadoğu’ya da bir süre hâkim oldular. Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası İslam Dünyasını biraz sarstığı gibi Haçlılar, İslam Dünyasından birçok şeyi bu seferler esnasında öğrendiler. Dokuma tezgâhlarını, birçok fen bilimini, hatta Arap rakamları denen şimdiki Avrupa rakam sistemini aldılar; Rönesans ve Reform hareketi bunların etkisiyle başladı. İkinci Dalga[11] denen sanayi devrimi ise Avrupa’yı yükselişe geçirerek diğer toplumları sömürgeleştirdi. Savaşta at gücünü iyi kullanan dünün göçebe toplumları yerine şimdi bilmem kaç beygir güçlü motorları kullanan sanayileşmiş toplumlar gelmiş oluyordu.
İşte bütün mesele güç dengesi faktörlerine kimlerin sahip olduğu, o faktörleri kimlerin daha iyi kullanabildikleri meselesidir. Babür ve Muhammed Kalaç vaktiyle küçük birer ordu ile Hindistan’ı fethetmişlerdi. Zamanı gelince de İngilizlerin Doğu Hint Kumpanyası adlı şirketi Hindistan’a egemen oldu ve son Babürlü olan II. Bahadur Şahı Hindistan’dan kovdu.[12] Hem Babür ve Kalaç’ın askeri başarıları hem de İngiliz tüccarlarının başarıları övülmeye, kutlanılmaya layık hareketlerdir. Şimdi birileri “ikisi de emperyalistti, biri askeri diğeri ekonomik emperyalist” diyebilir. O zamanlar şimdiki siyaset anlayışı yoktu. Hintliyi filan Raca mı yönetsin, falan Şah mı? Soru bu değildi. Soru Hintliyi kim daha iyi, daha baskısız ve daha az vergi ile yönetecektir? Cevabını verelim, göçebe ordular ve devletler tebaalarından en az vergi alan devletler olmuşlardır. Hâkimiyet ve askeri başarılarının bir sebebi de budur.
O halde bu başarılar çağların en iyi uygulamalarından süzülüp gelmişlerdir diyebiliriz. Bizim tarihimizde askeri seferlere yazın çıkıldığı için birçok zaferimiz yaz ortasına denk düşmüş ve Ağustos zaferler ayı olmuştur. İşte Osmanlı tarihindeki Ağustos zaferlerinin bazıları:
Kıbrıs, Estergon, Revan, Akkirman ve Cezayir’in fethi, I. Kosova, Otranto, Otlukbeli, Vâdi’s Seyl zaferleri ve Fas’ın Türk hâkimiyetine girmesi, Ukrayna’nın Türk Hâkimiyetine girişi, Çaldıran, Mercidâbık, Malazgirt, Mohaç ve Başkumandanlık Meydan Zaferlerimiz…
Toplumların tarihindeki her türlü başarı ve zaferleri onların medeni kabiliyetlerinin birer göstergesidir. O halde bunları kutlamak haklarıdır. Bunlar üzerinde bilim, sanat, kültür, siyaset ve benzerlerini etkili kılıp daha iyi tanınmalarını sağlamak, tarihin güncele taşınması, güncelle mukayesesi ve güncelde yaşatılmasıdır. Bu yapılırsa hata ve sevaplar yeni neslin gözü önüne getirilmiş olur. Tarihin böyle hatırlatılması milli bünyede akupunktur etkisi oluşturur ve şuurun uyanık tutulmasını sağlar. Ortak tarih şuuru oluşur ve sizi ortak bir gelecekte benzer başarılar için müşterek hedeflere yönlendirir.




· OMÜ Fen Ed. Fak. Tarih Bölümü, fahris56@hotmail.com
[1] R. M. MacIver ve Charles H. Page, Cemiyet I (Çev. Amiran Kurtkan), ME. Basımevi İstanbul 1994, s.47
[2] Fahri Sakal, “Tarih ve Günümüz Kültürü” History Studies Enver Konukçu Armağan Sayısı, 1012, s. 299-307.
[3] Rus milli destanı Slovo o Polku İgoreve böyle bir yarışma sonucu bulunmuştur. Üstelik Rus kahramanlığı ile bir ilgisi de yoktur. Prens İgor Kumanlara esir düşmüş ve esarette kendisine iyi bakılmıştır. Düşmanına iyi bakan Türklerin asaleti ve karşılıklı insani münasebetler anlatılmaktadır. Bkz. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yay. İstanbul 1983, s. 179.
[4] Biz maalesef bu kabil çalışmaları yeterince yapamıyoruz. Yahya Kemal tarihimizi iyi değerlendiremediğimizi, onu şiirleştiremediğimizi, destanlaştıramadığımızı söylemişti. Ciddi tarih bilgi ve şuuruna sahip olan şairimiz elbette haklı idi. Biz bir Firdevsî yetiştirebilseydik, şimdi destanlarımıza ve tarihimize farklı bakıyor olacaktık.
[5] Biz bunu yapmadığımızdan Türkiye’de tarih pek sevilmez, birçok kişi tarih denince sıkıcı ezber konuları ve gereksiz geçmişle öğünmeler olduğunu düşünür.
[6] Buna güzel bir örnek Rusya’dan olacaktır.  Ünlü tarih felsefecisi Nikolay Danilevski Rusya ve Avrupa adlı eserinde Avrupa’daki Rusya düşmanlığını eleştirmiştir. Ona göre Rusya doğuda Avrupa’yı barbarlardan koruyan bir set olmuştur. Milletleri medeniyet karşısında üçe ayıran yazar, Eski Mısır, Ortadoğu, Çin, Hind ve Avrupa kavimlerini “medeniyet inşa eden” toplumlar olarak adlandırmış; çok küçük toplumları da medeniyetin inşasında etnografik malzeme veya dolgu maddesi olarak görmüştür. Danilevski’ye göre üçüncü bir millet grubu vardır ki, onlar “can çekişen uygarlıklara coup de grace indiren olumsuz (yıkıcı) halklardır.”  Danilevski’ye göre bu yıkıcı halklar: “Mogollar, Hunlar, Türkler ve başkaları” oluyorlar. Yani bu kişiye göre Ruslar çok medeni değilse bile medeniyet beşiği olan Avrupa’yı bu barbar halklardan korumakla, medeniyet bekçiliği yapmış oluyorlar. Bkz. Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, (Ç. Mete Tunçay), Bilgi Yay. Ankara 1972, s. 62.
[7] Bazı ideolojik yaklaşımlı Türkler bile “biz Türkler barbarız, sağı solu hep istila etmişiz” derler. Ağaoğlu Ahmet “Biz adeta beşeriyetin arkasına binmiş, onun sayesinde yaşayan bir tufeyliyiz (asalakız)” derdi. Bkz. Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, TTK Yay. Ank. 1999. S.212-213.
[8] René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken Yay. İst. 1980, s. 11-19.
[9] Diğer çalışmalar için bkz. İbrahim Kafesoğlu,  Age., göçebelik, ordu, savaş ve at ile ilgili bölümler.
[10] Köroğlu’nun “tüfek icad oldu mertlik bozuldu” sözü dünya tarihindeki bu muazzam dönüşümü anlatan bir tespittir.  O andan itibaren ateşli silahlara hükmedenler bozkırların cihangirlerini itaat altına almışlardır.
[11] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, Koridor Yay. İst. 2008.
[12] Fahri Sakal,  Türk’ün Soyağacı, Samsun 1998, s. 69.

5 Nisan 2014 Cumartesi

PERVANE YANDIĞI İLE KALIR

PERVANE YANDIĞI İLE KALIR
Fahri SAKAL
            Arkadaş!
            Bilir misin neden döner pervane etrafında ateşin? Ateş neden cezb eder pervaneyi, neden çeker içine? Döner, döner de pervane etrafında ateşin, sonunda içine düşeceğini bilmez mi? O alevin kendisini kor edeceğini hissetmez mi? Ateş yakar, buz dondurur, gül güldürür, bilmez mi?
            Bilir. Bilir de lakin, ne önemi var onu hangi ateşin yaktığının? Zaten içinde kor yandığından pervane değil midir? İçine düşen ateş mi, yoksa içine düşğü ateş midir pervaneyi hâr eden?
            Pervane için yanmak nedir? İçinden yanmak mı, dışından yanmak mı? Hangisi daha çok acı verir? Hiç fark etmez, onun için acı olan yanmak değil, hatta yanmanın da bir hazzı vardır pervanede! Onun için acı olan yanmak değil, yandığını kimsenin bilmemesidir. Ateş bile bilmez pervaneyi yaktığını. Habersizdir pervanenin yandığından, alevinden, külünden...
            Yaa işte böyle arkadaş, sonunda pervane yandığı ile kalır!


23 Şubat 2014 Pazar

DEMOKRASİ NEDİR?

                                                     

DEMOKRASİ NEDİR?

                                                                                                                    Prof. Dr. Fahri SAKAL

            Demokrasi kavramı, Yunanca demokratia, (demos= halk, ahali) ve (kratia= iktidar) sözcüğünden türemiştir. Halk idaresi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimidir. Genel olarak adil temsil, çoğunluğun yönetimi, çok partili yarışma düzeni, alternatif hükümet şansı, halkın işleri kontrolü, iktidarın sınırlandırılması, hürriyetlerin yaygınlaştırılması, çok seslilik, güçlü bir sivil toplum ve azınlık haklarına saygı gibi temel kavram ve düşüncelere yer veren bir sistemdir. Demokraside bireylerin doğuştan getirilen veya sonradan sağlanan ırk, din, mezhep, sınıf, siyasi düşünce ve kıyafet farklılıkları gibi konularda üstünlük veya mağduriyetleri olmaz.  Kısacası demokrasi eşitlik ve farklılık rejimidir. Toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıkları normal görmesi, eşitlik ve farklılıkları zenginlik sayması gerektir.
DEMOKRASİ TÜRLERİ
            Çok farklı demokrasi örneği yaşanmış ve hala da farklı türde demokrasiler denenmektedir. Aralarında çok az fark olsa da sıkça görülen bazıları şunlardır:
            Doğrudan demokrasi: Siyasal karar alma hakkının, çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu tarafından kullanıldığı yönetim tarzı ya da modeli olarak demokrasi, antik Yunan’da doğmuştur. Bu­nunla birlikte, nüfus artışının bir sonucu olarak ve bilgideki uzmanlaşmadan dolayı, doğrudan demokrasiyi belirleyen koşulları ve yurttaşların siyasi karar sürecine katılı­mı, modern devletlerin siyasal yapılarında gerçekleştirilemez olmuştur.
            Plebisitçi demokrasi: Yönetenler ile yönetilenler arasında aracısız bir şekilde işleyen ve "plebisit"lerle gerçekleştirilen demokrasi biçimi. Görünüşe göre bir tür doğrudan demokrasi modeli olmakla beraber, yönetenlerin, duygularına ve önyargılarına hitap etmek suretiyle halkı manipüle etmelerine imkân vermesi bakımından eleştiriye açıktır.
            Temsili demokrasi: Yurttaşların haklarını kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaş­lara karşı sorumlu olan temsilciler aracılı­ğıyla kullandıkları yönetim tarzıdır.
            Liberal veya anayasal demokrasi: Yurttaşların düşünce, ifade, girişim ve dini inanç özgürlüğü gibi haklarını güvence altına almak üzere, çoğunluk iktidarının belirli anayasal kısıtla­malar çerçevesi içinde uygulandığı yönetim modelidir. Bu bağlamda, tüm yurttaşların önemli kararlara etkin bir biçim­de katılması anlamında doğrudan olan verilir.
            Sosyal demokrasi: Kapitalizmin karşısında olan ve insanla­rı sermaye egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan görüş, sınıf savaşını kabul etmekle birlikte, ihtilalcı değildir, to­taliterliği ve her tür dikta rejimini reddeder. Sosyalizmi tam olarak reddetmez, ancak devrimle değil barışçı yöntemlerle makul bir sosyal devlet kurmaya çalışır. Marksizmi reddetmemekle birlik­te, onun sosyalizm üzerindeki tekelci etkisine karşı çıkar.
             Çoğulcu demokrasi: Çoğunluğun mutlak hâkimiyetini reddeden, azınlıktakilerin siyasal ve kültürel haklarının kabul edilmesi gerektiğini ve azınlığın da bir gün çoğunluk olabilme hakkının verilmesini savunan demokrasi anlayışıdır.
            Çoğunlukçu demokrasi veya mutlak demokrasi: Çoğunluğun kararlarının uygulandığı ve bu kararların mutlak olduğu demokrasi çeşididir. Yasalar, azınlık hakları, kuvvetler ayrılığı gibi etmenler çoğulcu demokraside alınan kararları sınırlandırırken çoğunlukçu demokraside, çoğunluğun aldığı kararlar sınırsız ve mutlaktır.
            Parlamenter Demokrasi: demokratik yönetim biçimleri arasında en yaygın uygulanış şeklidir. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Parlamenter demokrasi ise halkın genel seçimle seçmiş olduğu parlamenterlerin veya milletvekillerinin bir parlamentoca yönetilmesidir.
            Oybirliği demokrasisi: Devlet yönetiminde alınan kararların, oy çokluğuna göre değil oybirliğine göre alındığı bir sistemdir. Belçika ve İsviçre demokrasi sistemleri oybirliği demokrasi sistemine yakındır. Politik kültürlerinde en önemli özellikleri; politik sistemde tek bir baskın gurubun oluşmasının engellenmiş olduğudur.'Kişilerin yanı sıra grupların varlığını onaylayan, kişilerin yanı sıra dini, etnik veya coğrafi vb. gibi temellere sahip belirgin farklı kimlikteki grupların kişilerle eşit öneme sahip olduğunu kabul eden bir demokrasidir.
TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ: Türkiye’de I. Meşrutiyet ile birlikte 1876/77 döneminde meşruti parlamentarizme geçilmiştir. 1908 de II. Meşrutiyetle birlikte bunun ikinci aşaması başlamış, özellikle 1909- 1913 arasında tam bir meşruti demokrasi yaşanmış, yasakların ve keyfi sınırlamaların olmadığı bir dönem görülmüştür. Tam bir çok partili demokrasi kurulmuşken İttihatçılar 1913 de yaptıkları darbe ile bu demokrasiyi bitirmiş ve kendi partilerinin dışındaki diğer partileri kapatmışlardır. Mütareke döneminde 44 adet parti ve dernek faaliyet halindeydi. Cumhuriyet Döneminde ise 1923 - 1946 arasında çok partili rejim denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmış, halkın demokrasiye hazır olmadığı iddia edilmiştir. Yani Türkiye'de Cumhuriyet çok partili rejimin bitirilmesi ve Tek-Parti rejiminin kurulması realitesinin kamuflajı durumundadır. 14 Mayıs 1950 de ilk çok partili seçimde iktidar ilk defa el değiştirmiş, zamanın bazı generalleri milletin bu seçimini geçersiz ilan etmek ve askeri müdahale yapmak istemişlerse de, İsmet İnönü milletin seçimine saygılı olduklarını bildirmiştir. Ancak 27 Mayıs 1960 da bir askeri darbe ile DP iktidarı bu kez devrilmiştir. Bundan sonra 1962, 1972, 1980 ve1996 yıllarında benzeri müdahalelerle demokrasi incitilmiş, milletin seçimi ve tercihi geçersiz ilan edilmiştir. Sonuçta Cumhuriyet Dönemimizde 180 kadar parti ve dernek kapatılmış, Türkiye bir partiler mezarlığına dönüşmüştür. Tek parti zihniyetiyle halkın henüz kendi adına karar alabilecek bilince ulaşmamış olmasından sürekli söz edilmiştir.  Hatta zaman zaman faşist ve komünist totaliter rejimlere hayran aydınlar görülmüştür. Bunlar demokrasi düşmanı rejimlerdir. Bunların dışında bir grup aydın da Fransız ihtilalinin Jacobin’lerinden etkilenerek, kendi gibi düşünmeyenleri zorla yönetmeyi, halkı baskı ile çağdaşlaştırmayı seçtiler. Kendilerinin düşüncelerini tartışılmaz doğrular olarak gören, halkı ise kendilerine itaat etmesi gereken “Hasolar- Memolar”, “kasketliler”, “avam sınıfı” veya “göbeğini kaşıyanlar” vb. şekilde adlandıran, dolayısıyla vatandaşı adam edilmesi gerekenler olarak algılayan bu azınlık, cumhuriyet tarihi boyunca Türk siyasetine yön verdi. Aydınlanma kavramı, kendini elit zanneden bu zorba azınlığın dilinden hiç düşmedi. Ancak yine aynı azınlık her türlü iktidarın meşruiyetini sorgulayan, dahası, 'otoritenin sorgulanması' kavramını bir değer olarak benimseyen aydınlanma anlayışına istisnalar getirmekte de mahzur görmedi.

            ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATIN TERBİYE EDİCİ ETKİLERİNE DAİR
            1946-50 arasında çok partili hayata geçerken zamanın iktidarı programına şunları almıştı:
            1- Doğu’dan sürülmüş olanlar isterlerse tekrar yerlerine dönebileceklerdi. 2-Halktan zorla iane toplanmayacaktı. 3-Valilerin yetkileri anayasaya göre yeniden oluşturulacak, vatandaşın hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması için istinaf mahkemeleri kurulacaktı. 4-Köylülerin kendi okullarını yapma mecburiyetleri hafifletilecekti. 5-Sanayi ham maddelerinin halktan zorla toplanmasına son verilecekti. 6-1947 Kurultayı’nda din dersleri serbest bırakıldı. 7-Üst kademelerin tekelindeki parti meclisinin 40 üyeliği bütün partililere açılacaktı. 8-Parti’de genel başkanca yapılan atamalar delegelerin seçimine bırakıldı. 9-Parti’de mutediller hareketi oluştu. Bunlar muhalefete makul yaklaşıyor, siyasi eleştiriyi ve farklı fikirlerin savunulmasını yasaklamaya karşı çıkıyorlardı. 10-Dernek kurma bu dönemde serbest bırakıldı. 11-Kendilerine muhalif olanlara önceleri “avamdan”, “baldırı çıplak”, “basit kılıklı adamlar” yakıştırmaları yapmalarına rağmen, çok partili dönemde bunların da vatandaş olduğunu kabul ettiler. Cevdet Kerim İncedayı’nın halka “Haso-Memo” demesinin ezikliğini hep hissettiler.(Gerçi hala “bidon kafalı” veya “göbeğini kaşıyan adam” diyenler var ama ne yapalım, zamanla onlar da demokratikleşerek halka saygıyı öğrenir!). 12-Yüksek memurlar da halka saygıyı öğrendi. Artık halkı ciddiye almaya başladılar. 13-Uzun zamandır devam eden ve DP’nin eleştirilerine sebep olan İstanbul’daki sıkıyönetim 1947 de kaldırıldı. 14-Polise mahkeme kararı olmadan tutuklama kararı veren yasalar değiştirildi. 15-“Gizli oy, açık sayım” rezaletine yol açan kanunlar değiştirilerek çok partili demokrasiye hazırlık yapıldı. 16-İstiklal Mahkemeleri kaldırıldı. 17-Seçimlerin denetimi mahkemelere bu dönemde verildi. Daha önce iktidar partisinin eli altındaki hükümet memurları ve hatta jandarma seçim denetimi(!) yapıyorlardı. Mesela 1930 da Serbest Fırka, Belediye Seçimi’ne girme hatasını yapmış(!), içişleri bakanının emri ile valiler sonuçlara müdahale ederek sonuçları SCF aleyhine çevirmişlerdi. Yalnız iki ilin valisi “seçim vatandaşın serbest oylarıyla yapılır, biz oylara saygılıyız” anlayışıyla hareket ederek sonuçlara müdahale etmemiş ve o iki ilde seçimi Fethi Okyar’ın SCF’si kazanmıştı. Bu iki il Samsun ve Silifke idi. Samsun Valisi görevden alındı, Silifke ise ilçe yapıldı. 18-Gerçekleştirilecek reformlar Bayar’a danışılarak yapılıyordu. Bu da iki parti arasında iyi ilişkileri mümkün kılıyor; o ilişkiler de halka yansıyordu. Yani vatandaşlar arasında siyasi husumet azalıyordu. 19-Ş.Günaltay Hükümeti dini eğitim, basın yayın ve siyasi haklar konusunda liberal açılımlar getirmişti. Okullarda din dersleri, İmam Hatip ve İlahiyat fakültesinin kurulması bu sırada gerçekleşti. Bunu vatandaş takdir etmişti. 20-Özel sermayeye yeni faaliyet alanları verildi. 21-Gazete kapatma yetkisi hükümetten alınıp mahkemelere verildi. 22-Üniversitelere idari muhtariyet tanındı. 23-Yol vergisi, toprak mahsulleri vergisi ve varlık vergisi gibi yüz kızartıcı uygulamaların yanlışlığı kabul ve bir daha tekrar edilmeyeceği ilan edildi. 24-Basına yeni ve demokratik haklar verildi.
 Kemal Karpat’ın ifadesiyle, “Halk Partisi yirmi beş yıl içinde koyduğu hürriyeti kısıtlayan kararları birkaç ay içinde ya ortadan kaldırdı, ya da çok gevşetti. Böylece, belli derecede bir serbestleşmeye müsaade ettikten sonra genel seçimleri 21 Temmuz 1946 tarihinde yaptı.” Ancak bu seçim o meşhur “açık oy gizli tasnif” uygulamaları ve kamu görevlilerinin vatandaşın oyuna müdahalesi şikâyetleri içinde yapılmıştı.
            Sonuç olarak, çok partili hayat bizzat “tek parti” ye bile eğitici katkılar sunmuş, hem bu partimizi, hem de demokrasimizi geliştirici bir rol oynamıştır.
            Sınıf yapımız, insan ve devlet anlayışımız demokrasiyi bir çözüm olarak geliştiren ülkelerden farklı olduğu için bizde DEMOKRASİ ARAYIŞLARI samimi değildir. Diğer bir ifade ile bu toprak, meselelerine “demokrasi” adlı bir çözüm reçetesi geliştirmemiştir. Ortaçağdan kalma toprak ağalarına ve papazların tahakkümüne karşı Paris ve Londra’da aşağı sınıfların desteğini almak için onlara çapulculuk ruhu aşılayan ve faaliyetine “revolution” diyen bir zümrenin kendi problemlerine buldukları çözümün adıdır demokrasi. Dolayısıyla biz kendi dertlerimize çare olacak kendi rejimimizi (demokrasimizi) geliştirmeliydik. Bunu yapmadık ve şiş göbekli Fransız Burjuvasının hazır ceketini üzerimize geçirdiler. Ve onu işimize geldiği zaman hatırladık.

BU ÜLKEDE HER DÖNEMİN MAĞDURLARI DEMOKRASİ İSTER. ZAMAN GELİR, ROLLER DEĞİŞİR, İKTİDAR VE KAMU GÜCÜ EL DEĞİŞTİRİRSE, BU DEMOKRASİ ÂŞIKLARI DEMOKRASİYİ UNUTURLAR. DÜNÜN ZALİMLERİ MAĞDUR OLUR VE O ZAMAN ONLAR DA DEMOKRASİYİ BİR ÇIRPIDA HATIRLAYIVERİRLER. YANİ BU ÜLKEDE HAKSIZLIKLARIN DEMOKRASİYİ HATIRLATMAK GİBİ BİR OLUMLU ROLÜ BİLE VARDIR. DOLAYISIYLA 27 MAYIS, 12 EYLÜL VE  28 ŞUBAT SÜRECLERİ DARBE KÜLTÜRÜNE EN BÜYÜK DARBEYİ İNDİREN DÖNEMLER OLMUŞLARDIR NETEKİM!!!