24 Eylül 2014 Çarşamba

ZAFERLER AYI AĞUSTOS: TARİHTE VE GELECEKTE ZAFER ALGISI
Prof. Dr. Fahri SAKAL·
İlkel klanlardan günümüz cemiyetlerine kadar sosyal değişimleri ve bugünkü girift toplumları inceleyen sosyal bilimler bireyleri birbirlerine, kurumlara ve bütün bunları da nihai olarak cemiyete bağlı olduklarını tespit etmişlerdir. İnsanlar, kurumlar ve cemiyet arasındaki bağlar korku, dehşet, gıpta, nefret, tahkir, kin, şüphe, itimatsızlık gibi ayırıcı tutumlarla hürmet, tapınma, bağlılık, teslimiyet, gurur, himaye, kahramana tapınma, merhamet, sempati, sevgi, itimat, nezaket ve yararlılık gibi sınırlayıcı tutumlardır.[1] Bu bağlar bir cemiyetin kültürünü oluşturdukları gibi, mevcut kültürden de etkilenmektedirler. Kültürü, tarihin günümüze kalmış izleri sayarsak, bunların tarihle günümüz arasındaki etkilerini anlarız.[2] Tarihin önemli noktalarından zaferler/bozgunlar toplumları o kadar etkilemiştir ki, sonraki yıllarda o toplumu diğerlerinden ayıran kültürlerinin bir parçası olmuşlardır. Diğer bir ifade ile zafer ve bozgunlar milli kültürün ve millet olgusunun belirleyicisi veya en azından tetikleyicisi durumundadır. Dolayısıyla toplumları millet yapan değerlerden oldukları için, eğitim yoluyla uluslaşma planları yapanlar milli tarihlerindeki bu tür olayları bazen abartarak başarı hikâyeleri uydurmayı, kahraman yaratmayı veya mevcut kahramanları olduğundan fazla ululamayı isterler. Böyle politikalar geliştirilir, eğitim ve kültür hayatı buna göre ayarlanır, böyle bir tarih için tarihçilere görev verilir.
Toplumlar başarılı oldukları alanlarda zaferler yaşamışlar ve bunları kutlamaktadırlar. Bir toplum millet olabilmek için ortak gurur kaynaklarına muhtaçtır. Kader ortaklığı, keder ortaklığı ve gurur ortaklığı insanları sürekli bir arada yaşama ülküsüne götürür. Sürekli bir arada yaşama arzusuna sahip olan halk da millettir. Dolayısıyla geçmişinizde zaferler yoksa yaratmak zorunda kalırsınız. Aksi halde milli ruhu edinemez ve millet olamazsınız. Siyasi ve askeri geçmişi parlak olmayan bazı toplumlar sokaklarını kahraman heykelleri ile doldururlar. Tarihsizliği ve belki ezilmişliği bu yolla telafi etmeye çalışırlar. Böyle toplumların tarihlerinde milli destanları bile yoktur Dolayısıyla milli destan arayışına girerler ve yarışmalar açarlar.[3] Tiyatro, sinema, opera, bale, resim, tarihi anıtlar gibi entelektüel ve sanatsal çalışmalarla tarihlerini zihinlere nakşederler.[4] Bu yolla tarihlerini o kadar güzel işlerler ki, o toplumun ferdi olan bir genç hiç sıkıcı ezberlere girmeden ve farkında olmadan tarihini özümser ve bir kültür olarak benimser.[5]
Diğer yandan bazı milletler de vardır ki, büyük askeri ve siyasi tarihe sahip olmalarına rağmen, medeniyetin bazı sahalarında geri kalmışlardır. Hep siyasi ve askeri zaferleri ile öğünürken, kültür, mimari, ekonomi, bilim ve sanatta başkalarının gölgesinde kalmışlardır. Mağluplarının bilim ve kültür ürünlerini kullanırken onların üzerindeki zaferleri ile övünürler.
Diğer bir grup millet de vardır ki, gelişmişlikleri yanı sıra, muhtelif alanlarda başarıları da vardır. Tarihlerini bir bütün olarak ele alıp, bütün başarılarını hem kendi gençliklerine hem de insanlığa sunarlar. Bu başarılarını sanatın, edebiyatın ve bilimin bütün araçlarını kullanarak muazzam bir propaganda ve tanıtım aracına dönüştürürler. Tarih böyle toplumlar için başarı ve başarısızlığı ile bir bütündür. Gocunmadan onu ele alır ve atalarının başarısızlıklarını, yanlışlarını ve hatalarını olduğu gibi anlatırken, bunların insani kusurlar olarak her toplumda bulunabileceğini, asıl olanın bu hataları gençliğe tanıtıp bundan sonra aynı hataların tekrar edilmemesi olduğunu anlatırlar. Milletlerinin tarihteki rollerini de -haklı olarak- abartır ve farklı tarih felsefeleri geliştirerek insanlığa “biz buyuz” diyebilirler.[6]
Türkler tarihleri boyunca hem mağlubiyetler hem de büyük muzafferiyetler yaşamıştır. Ancak son bin yılda, özellikle son beş yüz yılda hızla gerilemişlerdir. Tarihteki büyük askeri başarılar medeniyet alanında da tekrarlanamadığından “barbar Türk” yakıştırmaları yapılmaktadır. Türk zaferleri ve başka milletler üzerindeki hâkimiyetlerinin bugün barbarlık ve emperyalizm olarak anılması ilk bakışta yabancılar için sanki haklı gibi görülmektedir. Öyle ya sizin Anadolu’da yerli halk üzerinde ne hakkınız vardı da gelip buraya yerleştiniz. Balkanlarda, Orta Avrupa’da ne işiniz vardı? Yemen ve Mısır’da kaç Türk vardı ki oralara gidip devlet kurdunuz? İran ve Hindistan’da kendinizden daha medeni halklar üzerinde hegemonya kurarken emperyalist değil miydiniz? Askeri güçle hâkim olduğunuz bu toplumlara siz ne verdiniz, onlardan ne aldınız? Bunları soranlar kendileri şu cevabı vermektedirler: Türkler askeri güçleri olan, göçebe –dolayısıyla gayri medeni ve barbar- bir millettir. Çevrelerinde kendilerinden daha medeni milletleri istila ederek onları sömürmüşler ve her türlü gelişmelerini de engellemişlerdir.[7]
Hâlbuki bozkır coğrafyasının savaşçı insanlar yetiştirdiğini Grosset[8] ve diğer batılı tarihçiler yıllar önce belirtmişlerdir.[9] Göçebelik atın ehlileştirilmesine zemin hazırlamış ve Kiselev’in ifadesiyle dünya 3500 yıl boyunca savaş atı çağı yaşamış, ata hükmeden toplumlar çevre toplumlara da hükmetmişlerdir. Bu hâkimiyet sanayi devrimine[10] kadar sürecektir. O andan itibaren de sanayi toplumları diğerlerini sömürgeleştirmişlerdir. Diğer bir ifade ile medeniyetler bazı güç dengesi araçlarına sahip oldukları ve onları iyi kullanabildikleri ölçüde diğerlerine hâkim olmuştur. Hunların, Göktürklerin, Moğolların, Selçuklunun, Babürlülerin ve Osmanlı’nın hâkimiyetlerini başka türlü anlatamazsınız. Bunların karşısında tutunamayanlar elbet bunlara barbar ve emperyalist diyebilirler. Hâlbuki tabiatta boşluğa yer yoktur, boşluğu uygun konumdaki başka bir nesne doldurur. Mesela Balkanlara bir zamanlar hâkim olan Roma ve Osmanlılar olmasaydı, Balkanlılar o yıllarda bağımsız mı olacaktı. Ya dışarıdan başka bir güç gelecek veya en güçlü Balkanlı toplum diğerlerine hükmedecekti. Çünkü o çağda milli( ulus) devlet anlayışı yoktu.
Türkler bozkırdan getirdikleri bu savaşçı özelliklerini İslam Medeniyeti ile taçlandırarak Ortadoğu’ya da bir süre hâkim oldular. Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası İslam Dünyasını biraz sarstığı gibi Haçlılar, İslam Dünyasından birçok şeyi bu seferler esnasında öğrendiler. Dokuma tezgâhlarını, birçok fen bilimini, hatta Arap rakamları denen şimdiki Avrupa rakam sistemini aldılar; Rönesans ve Reform hareketi bunların etkisiyle başladı. İkinci Dalga[11] denen sanayi devrimi ise Avrupa’yı yükselişe geçirerek diğer toplumları sömürgeleştirdi. Savaşta at gücünü iyi kullanan dünün göçebe toplumları yerine şimdi bilmem kaç beygir güçlü motorları kullanan sanayileşmiş toplumlar gelmiş oluyordu.
İşte bütün mesele güç dengesi faktörlerine kimlerin sahip olduğu, o faktörleri kimlerin daha iyi kullanabildikleri meselesidir. Babür ve Muhammed Kalaç vaktiyle küçük birer ordu ile Hindistan’ı fethetmişlerdi. Zamanı gelince de İngilizlerin Doğu Hint Kumpanyası adlı şirketi Hindistan’a egemen oldu ve son Babürlü olan II. Bahadur Şahı Hindistan’dan kovdu.[12] Hem Babür ve Kalaç’ın askeri başarıları hem de İngiliz tüccarlarının başarıları övülmeye, kutlanılmaya layık hareketlerdir. Şimdi birileri “ikisi de emperyalistti, biri askeri diğeri ekonomik emperyalist” diyebilir. O zamanlar şimdiki siyaset anlayışı yoktu. Hintliyi filan Raca mı yönetsin, falan Şah mı? Soru bu değildi. Soru Hintliyi kim daha iyi, daha baskısız ve daha az vergi ile yönetecektir? Cevabını verelim, göçebe ordular ve devletler tebaalarından en az vergi alan devletler olmuşlardır. Hâkimiyet ve askeri başarılarının bir sebebi de budur.
O halde bu başarılar çağların en iyi uygulamalarından süzülüp gelmişlerdir diyebiliriz. Bizim tarihimizde askeri seferlere yazın çıkıldığı için birçok zaferimiz yaz ortasına denk düşmüş ve Ağustos zaferler ayı olmuştur. İşte Osmanlı tarihindeki Ağustos zaferlerinin bazıları:
Kıbrıs, Estergon, Revan, Akkirman ve Cezayir’in fethi, I. Kosova, Otranto, Otlukbeli, Vâdi’s Seyl zaferleri ve Fas’ın Türk hâkimiyetine girmesi, Ukrayna’nın Türk Hâkimiyetine girişi, Çaldıran, Mercidâbık, Malazgirt, Mohaç ve Başkumandanlık Meydan Zaferlerimiz…
Toplumların tarihindeki her türlü başarı ve zaferleri onların medeni kabiliyetlerinin birer göstergesidir. O halde bunları kutlamak haklarıdır. Bunlar üzerinde bilim, sanat, kültür, siyaset ve benzerlerini etkili kılıp daha iyi tanınmalarını sağlamak, tarihin güncele taşınması, güncelle mukayesesi ve güncelde yaşatılmasıdır. Bu yapılırsa hata ve sevaplar yeni neslin gözü önüne getirilmiş olur. Tarihin böyle hatırlatılması milli bünyede akupunktur etkisi oluşturur ve şuurun uyanık tutulmasını sağlar. Ortak tarih şuuru oluşur ve sizi ortak bir gelecekte benzer başarılar için müşterek hedeflere yönlendirir.




· OMÜ Fen Ed. Fak. Tarih Bölümü, fahris56@hotmail.com
[1] R. M. MacIver ve Charles H. Page, Cemiyet I (Çev. Amiran Kurtkan), ME. Basımevi İstanbul 1994, s.47
[2] Fahri Sakal, “Tarih ve Günümüz Kültürü” History Studies Enver Konukçu Armağan Sayısı, 1012, s. 299-307.
[3] Rus milli destanı Slovo o Polku İgoreve böyle bir yarışma sonucu bulunmuştur. Üstelik Rus kahramanlığı ile bir ilgisi de yoktur. Prens İgor Kumanlara esir düşmüş ve esarette kendisine iyi bakılmıştır. Düşmanına iyi bakan Türklerin asaleti ve karşılıklı insani münasebetler anlatılmaktadır. Bkz. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yay. İstanbul 1983, s. 179.
[4] Biz maalesef bu kabil çalışmaları yeterince yapamıyoruz. Yahya Kemal tarihimizi iyi değerlendiremediğimizi, onu şiirleştiremediğimizi, destanlaştıramadığımızı söylemişti. Ciddi tarih bilgi ve şuuruna sahip olan şairimiz elbette haklı idi. Biz bir Firdevsî yetiştirebilseydik, şimdi destanlarımıza ve tarihimize farklı bakıyor olacaktık.
[5] Biz bunu yapmadığımızdan Türkiye’de tarih pek sevilmez, birçok kişi tarih denince sıkıcı ezber konuları ve gereksiz geçmişle öğünmeler olduğunu düşünür.
[6] Buna güzel bir örnek Rusya’dan olacaktır.  Ünlü tarih felsefecisi Nikolay Danilevski Rusya ve Avrupa adlı eserinde Avrupa’daki Rusya düşmanlığını eleştirmiştir. Ona göre Rusya doğuda Avrupa’yı barbarlardan koruyan bir set olmuştur. Milletleri medeniyet karşısında üçe ayıran yazar, Eski Mısır, Ortadoğu, Çin, Hind ve Avrupa kavimlerini “medeniyet inşa eden” toplumlar olarak adlandırmış; çok küçük toplumları da medeniyetin inşasında etnografik malzeme veya dolgu maddesi olarak görmüştür. Danilevski’ye göre üçüncü bir millet grubu vardır ki, onlar “can çekişen uygarlıklara coup de grace indiren olumsuz (yıkıcı) halklardır.”  Danilevski’ye göre bu yıkıcı halklar: “Mogollar, Hunlar, Türkler ve başkaları” oluyorlar. Yani bu kişiye göre Ruslar çok medeni değilse bile medeniyet beşiği olan Avrupa’yı bu barbar halklardan korumakla, medeniyet bekçiliği yapmış oluyorlar. Bkz. Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, (Ç. Mete Tunçay), Bilgi Yay. Ankara 1972, s. 62.
[7] Bazı ideolojik yaklaşımlı Türkler bile “biz Türkler barbarız, sağı solu hep istila etmişiz” derler. Ağaoğlu Ahmet “Biz adeta beşeriyetin arkasına binmiş, onun sayesinde yaşayan bir tufeyliyiz (asalakız)” derdi. Bkz. Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, TTK Yay. Ank. 1999. S.212-213.
[8] René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken Yay. İst. 1980, s. 11-19.
[9] Diğer çalışmalar için bkz. İbrahim Kafesoğlu,  Age., göçebelik, ordu, savaş ve at ile ilgili bölümler.
[10] Köroğlu’nun “tüfek icad oldu mertlik bozuldu” sözü dünya tarihindeki bu muazzam dönüşümü anlatan bir tespittir.  O andan itibaren ateşli silahlara hükmedenler bozkırların cihangirlerini itaat altına almışlardır.
[11] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, Koridor Yay. İst. 2008.
[12] Fahri Sakal,  Türk’ün Soyağacı, Samsun 1998, s. 69.

5 Nisan 2014 Cumartesi

PERVANE YANDIĞI İLE KALIR

PERVANE YANDIĞI İLE KALIR
Fahri SAKAL
            Arkadaş!
            Bilir misin neden döner pervane etrafında ateşin? Ateş neden cezb eder pervaneyi, neden çeker içine? Döner, döner de pervane etrafında ateşin, sonunda içine düşeceğini bilmez mi? O alevin kendisini kor edeceğini hissetmez mi? Ateş yakar, buz dondurur, gül güldürür, bilmez mi?
            Bilir. Bilir de lakin, ne önemi var onu hangi ateşin yaktığının? Zaten içinde kor yandığından pervane değil midir? İçine düşen ateş mi, yoksa içine düşğü ateş midir pervaneyi hâr eden?
            Pervane için yanmak nedir? İçinden yanmak mı, dışından yanmak mı? Hangisi daha çok acı verir? Hiç fark etmez, onun için acı olan yanmak değil, hatta yanmanın da bir hazzı vardır pervanede! Onun için acı olan yanmak değil, yandığını kimsenin bilmemesidir. Ateş bile bilmez pervaneyi yaktığını. Habersizdir pervanenin yandığından, alevinden, külünden...
            Yaa işte böyle arkadaş, sonunda pervane yandığı ile kalır!


23 Şubat 2014 Pazar

DEMOKRASİ NEDİR?

                                                     

DEMOKRASİ NEDİR?

                                                                                                                    Prof. Dr. Fahri SAKAL

            Demokrasi kavramı, Yunanca demokratia, (demos= halk, ahali) ve (kratia= iktidar) sözcüğünden türemiştir. Halk idaresi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimidir. Genel olarak adil temsil, çoğunluğun yönetimi, çok partili yarışma düzeni, alternatif hükümet şansı, halkın işleri kontrolü, iktidarın sınırlandırılması, hürriyetlerin yaygınlaştırılması, çok seslilik, güçlü bir sivil toplum ve azınlık haklarına saygı gibi temel kavram ve düşüncelere yer veren bir sistemdir. Demokraside bireylerin doğuştan getirilen veya sonradan sağlanan ırk, din, mezhep, sınıf, siyasi düşünce ve kıyafet farklılıkları gibi konularda üstünlük veya mağduriyetleri olmaz.  Kısacası demokrasi eşitlik ve farklılık rejimidir. Toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıkları normal görmesi, eşitlik ve farklılıkları zenginlik sayması gerektir.
DEMOKRASİ TÜRLERİ
            Çok farklı demokrasi örneği yaşanmış ve hala da farklı türde demokrasiler denenmektedir. Aralarında çok az fark olsa da sıkça görülen bazıları şunlardır:
            Doğrudan demokrasi: Siyasal karar alma hakkının, çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu tarafından kullanıldığı yönetim tarzı ya da modeli olarak demokrasi, antik Yunan’da doğmuştur. Bu­nunla birlikte, nüfus artışının bir sonucu olarak ve bilgideki uzmanlaşmadan dolayı, doğrudan demokrasiyi belirleyen koşulları ve yurttaşların siyasi karar sürecine katılı­mı, modern devletlerin siyasal yapılarında gerçekleştirilemez olmuştur.
            Plebisitçi demokrasi: Yönetenler ile yönetilenler arasında aracısız bir şekilde işleyen ve "plebisit"lerle gerçekleştirilen demokrasi biçimi. Görünüşe göre bir tür doğrudan demokrasi modeli olmakla beraber, yönetenlerin, duygularına ve önyargılarına hitap etmek suretiyle halkı manipüle etmelerine imkân vermesi bakımından eleştiriye açıktır.
            Temsili demokrasi: Yurttaşların haklarını kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaş­lara karşı sorumlu olan temsilciler aracılı­ğıyla kullandıkları yönetim tarzıdır.
            Liberal veya anayasal demokrasi: Yurttaşların düşünce, ifade, girişim ve dini inanç özgürlüğü gibi haklarını güvence altına almak üzere, çoğunluk iktidarının belirli anayasal kısıtla­malar çerçevesi içinde uygulandığı yönetim modelidir. Bu bağlamda, tüm yurttaşların önemli kararlara etkin bir biçim­de katılması anlamında doğrudan olan verilir.
            Sosyal demokrasi: Kapitalizmin karşısında olan ve insanla­rı sermaye egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan görüş, sınıf savaşını kabul etmekle birlikte, ihtilalcı değildir, to­taliterliği ve her tür dikta rejimini reddeder. Sosyalizmi tam olarak reddetmez, ancak devrimle değil barışçı yöntemlerle makul bir sosyal devlet kurmaya çalışır. Marksizmi reddetmemekle birlik­te, onun sosyalizm üzerindeki tekelci etkisine karşı çıkar.
             Çoğulcu demokrasi: Çoğunluğun mutlak hâkimiyetini reddeden, azınlıktakilerin siyasal ve kültürel haklarının kabul edilmesi gerektiğini ve azınlığın da bir gün çoğunluk olabilme hakkının verilmesini savunan demokrasi anlayışıdır.
            Çoğunlukçu demokrasi veya mutlak demokrasi: Çoğunluğun kararlarının uygulandığı ve bu kararların mutlak olduğu demokrasi çeşididir. Yasalar, azınlık hakları, kuvvetler ayrılığı gibi etmenler çoğulcu demokraside alınan kararları sınırlandırırken çoğunlukçu demokraside, çoğunluğun aldığı kararlar sınırsız ve mutlaktır.
            Parlamenter Demokrasi: demokratik yönetim biçimleri arasında en yaygın uygulanış şeklidir. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Parlamenter demokrasi ise halkın genel seçimle seçmiş olduğu parlamenterlerin veya milletvekillerinin bir parlamentoca yönetilmesidir.
            Oybirliği demokrasisi: Devlet yönetiminde alınan kararların, oy çokluğuna göre değil oybirliğine göre alındığı bir sistemdir. Belçika ve İsviçre demokrasi sistemleri oybirliği demokrasi sistemine yakındır. Politik kültürlerinde en önemli özellikleri; politik sistemde tek bir baskın gurubun oluşmasının engellenmiş olduğudur.'Kişilerin yanı sıra grupların varlığını onaylayan, kişilerin yanı sıra dini, etnik veya coğrafi vb. gibi temellere sahip belirgin farklı kimlikteki grupların kişilerle eşit öneme sahip olduğunu kabul eden bir demokrasidir.
TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ: Türkiye’de I. Meşrutiyet ile birlikte 1876/77 döneminde meşruti parlamentarizme geçilmiştir. 1908 de II. Meşrutiyetle birlikte bunun ikinci aşaması başlamış, özellikle 1909- 1913 arasında tam bir meşruti demokrasi yaşanmış, yasakların ve keyfi sınırlamaların olmadığı bir dönem görülmüştür. Tam bir çok partili demokrasi kurulmuşken İttihatçılar 1913 de yaptıkları darbe ile bu demokrasiyi bitirmiş ve kendi partilerinin dışındaki diğer partileri kapatmışlardır. Mütareke döneminde 44 adet parti ve dernek faaliyet halindeydi. Cumhuriyet Döneminde ise 1923 - 1946 arasında çok partili rejim denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmış, halkın demokrasiye hazır olmadığı iddia edilmiştir. Yani Türkiye'de Cumhuriyet çok partili rejimin bitirilmesi ve Tek-Parti rejiminin kurulması realitesinin kamuflajı durumundadır. 14 Mayıs 1950 de ilk çok partili seçimde iktidar ilk defa el değiştirmiş, zamanın bazı generalleri milletin bu seçimini geçersiz ilan etmek ve askeri müdahale yapmak istemişlerse de, İsmet İnönü milletin seçimine saygılı olduklarını bildirmiştir. Ancak 27 Mayıs 1960 da bir askeri darbe ile DP iktidarı bu kez devrilmiştir. Bundan sonra 1962, 1972, 1980 ve1996 yıllarında benzeri müdahalelerle demokrasi incitilmiş, milletin seçimi ve tercihi geçersiz ilan edilmiştir. Sonuçta Cumhuriyet Dönemimizde 180 kadar parti ve dernek kapatılmış, Türkiye bir partiler mezarlığına dönüşmüştür. Tek parti zihniyetiyle halkın henüz kendi adına karar alabilecek bilince ulaşmamış olmasından sürekli söz edilmiştir.  Hatta zaman zaman faşist ve komünist totaliter rejimlere hayran aydınlar görülmüştür. Bunlar demokrasi düşmanı rejimlerdir. Bunların dışında bir grup aydın da Fransız ihtilalinin Jacobin’lerinden etkilenerek, kendi gibi düşünmeyenleri zorla yönetmeyi, halkı baskı ile çağdaşlaştırmayı seçtiler. Kendilerinin düşüncelerini tartışılmaz doğrular olarak gören, halkı ise kendilerine itaat etmesi gereken “Hasolar- Memolar”, “kasketliler”, “avam sınıfı” veya “göbeğini kaşıyanlar” vb. şekilde adlandıran, dolayısıyla vatandaşı adam edilmesi gerekenler olarak algılayan bu azınlık, cumhuriyet tarihi boyunca Türk siyasetine yön verdi. Aydınlanma kavramı, kendini elit zanneden bu zorba azınlığın dilinden hiç düşmedi. Ancak yine aynı azınlık her türlü iktidarın meşruiyetini sorgulayan, dahası, 'otoritenin sorgulanması' kavramını bir değer olarak benimseyen aydınlanma anlayışına istisnalar getirmekte de mahzur görmedi.

            ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATIN TERBİYE EDİCİ ETKİLERİNE DAİR
            1946-50 arasında çok partili hayata geçerken zamanın iktidarı programına şunları almıştı:
            1- Doğu’dan sürülmüş olanlar isterlerse tekrar yerlerine dönebileceklerdi. 2-Halktan zorla iane toplanmayacaktı. 3-Valilerin yetkileri anayasaya göre yeniden oluşturulacak, vatandaşın hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması için istinaf mahkemeleri kurulacaktı. 4-Köylülerin kendi okullarını yapma mecburiyetleri hafifletilecekti. 5-Sanayi ham maddelerinin halktan zorla toplanmasına son verilecekti. 6-1947 Kurultayı’nda din dersleri serbest bırakıldı. 7-Üst kademelerin tekelindeki parti meclisinin 40 üyeliği bütün partililere açılacaktı. 8-Parti’de genel başkanca yapılan atamalar delegelerin seçimine bırakıldı. 9-Parti’de mutediller hareketi oluştu. Bunlar muhalefete makul yaklaşıyor, siyasi eleştiriyi ve farklı fikirlerin savunulmasını yasaklamaya karşı çıkıyorlardı. 10-Dernek kurma bu dönemde serbest bırakıldı. 11-Kendilerine muhalif olanlara önceleri “avamdan”, “baldırı çıplak”, “basit kılıklı adamlar” yakıştırmaları yapmalarına rağmen, çok partili dönemde bunların da vatandaş olduğunu kabul ettiler. Cevdet Kerim İncedayı’nın halka “Haso-Memo” demesinin ezikliğini hep hissettiler.(Gerçi hala “bidon kafalı” veya “göbeğini kaşıyan adam” diyenler var ama ne yapalım, zamanla onlar da demokratikleşerek halka saygıyı öğrenir!). 12-Yüksek memurlar da halka saygıyı öğrendi. Artık halkı ciddiye almaya başladılar. 13-Uzun zamandır devam eden ve DP’nin eleştirilerine sebep olan İstanbul’daki sıkıyönetim 1947 de kaldırıldı. 14-Polise mahkeme kararı olmadan tutuklama kararı veren yasalar değiştirildi. 15-“Gizli oy, açık sayım” rezaletine yol açan kanunlar değiştirilerek çok partili demokrasiye hazırlık yapıldı. 16-İstiklal Mahkemeleri kaldırıldı. 17-Seçimlerin denetimi mahkemelere bu dönemde verildi. Daha önce iktidar partisinin eli altındaki hükümet memurları ve hatta jandarma seçim denetimi(!) yapıyorlardı. Mesela 1930 da Serbest Fırka, Belediye Seçimi’ne girme hatasını yapmış(!), içişleri bakanının emri ile valiler sonuçlara müdahale ederek sonuçları SCF aleyhine çevirmişlerdi. Yalnız iki ilin valisi “seçim vatandaşın serbest oylarıyla yapılır, biz oylara saygılıyız” anlayışıyla hareket ederek sonuçlara müdahale etmemiş ve o iki ilde seçimi Fethi Okyar’ın SCF’si kazanmıştı. Bu iki il Samsun ve Silifke idi. Samsun Valisi görevden alındı, Silifke ise ilçe yapıldı. 18-Gerçekleştirilecek reformlar Bayar’a danışılarak yapılıyordu. Bu da iki parti arasında iyi ilişkileri mümkün kılıyor; o ilişkiler de halka yansıyordu. Yani vatandaşlar arasında siyasi husumet azalıyordu. 19-Ş.Günaltay Hükümeti dini eğitim, basın yayın ve siyasi haklar konusunda liberal açılımlar getirmişti. Okullarda din dersleri, İmam Hatip ve İlahiyat fakültesinin kurulması bu sırada gerçekleşti. Bunu vatandaş takdir etmişti. 20-Özel sermayeye yeni faaliyet alanları verildi. 21-Gazete kapatma yetkisi hükümetten alınıp mahkemelere verildi. 22-Üniversitelere idari muhtariyet tanındı. 23-Yol vergisi, toprak mahsulleri vergisi ve varlık vergisi gibi yüz kızartıcı uygulamaların yanlışlığı kabul ve bir daha tekrar edilmeyeceği ilan edildi. 24-Basına yeni ve demokratik haklar verildi.
 Kemal Karpat’ın ifadesiyle, “Halk Partisi yirmi beş yıl içinde koyduğu hürriyeti kısıtlayan kararları birkaç ay içinde ya ortadan kaldırdı, ya da çok gevşetti. Böylece, belli derecede bir serbestleşmeye müsaade ettikten sonra genel seçimleri 21 Temmuz 1946 tarihinde yaptı.” Ancak bu seçim o meşhur “açık oy gizli tasnif” uygulamaları ve kamu görevlilerinin vatandaşın oyuna müdahalesi şikâyetleri içinde yapılmıştı.
            Sonuç olarak, çok partili hayat bizzat “tek parti” ye bile eğitici katkılar sunmuş, hem bu partimizi, hem de demokrasimizi geliştirici bir rol oynamıştır.
            Sınıf yapımız, insan ve devlet anlayışımız demokrasiyi bir çözüm olarak geliştiren ülkelerden farklı olduğu için bizde DEMOKRASİ ARAYIŞLARI samimi değildir. Diğer bir ifade ile bu toprak, meselelerine “demokrasi” adlı bir çözüm reçetesi geliştirmemiştir. Ortaçağdan kalma toprak ağalarına ve papazların tahakkümüne karşı Paris ve Londra’da aşağı sınıfların desteğini almak için onlara çapulculuk ruhu aşılayan ve faaliyetine “revolution” diyen bir zümrenin kendi problemlerine buldukları çözümün adıdır demokrasi. Dolayısıyla biz kendi dertlerimize çare olacak kendi rejimimizi (demokrasimizi) geliştirmeliydik. Bunu yapmadık ve şiş göbekli Fransız Burjuvasının hazır ceketini üzerimize geçirdiler. Ve onu işimize geldiği zaman hatırladık.

BU ÜLKEDE HER DÖNEMİN MAĞDURLARI DEMOKRASİ İSTER. ZAMAN GELİR, ROLLER DEĞİŞİR, İKTİDAR VE KAMU GÜCÜ EL DEĞİŞTİRİRSE, BU DEMOKRASİ ÂŞIKLARI DEMOKRASİYİ UNUTURLAR. DÜNÜN ZALİMLERİ MAĞDUR OLUR VE O ZAMAN ONLAR DA DEMOKRASİYİ BİR ÇIRPIDA HATIRLAYIVERİRLER. YANİ BU ÜLKEDE HAKSIZLIKLARIN DEMOKRASİYİ HATIRLATMAK GİBİ BİR OLUMLU ROLÜ BİLE VARDIR. DOLAYISIYLA 27 MAYIS, 12 EYLÜL VE  28 ŞUBAT SÜRECLERİ DARBE KÜLTÜRÜNE EN BÜYÜK DARBEYİ İNDİREN DÖNEMLER OLMUŞLARDIR NETEKİM!!!

KİTABIMIZ HAKKINDA USTA GAZETECİ VE FİKİR ADAMI TAHA AKYOL'UN YAZISI

OBJEKTİF
Taha AKYOL

Milliyetçi bir liberal

     AĞAOĞLU Ahmet Bey, Azerbaycanlıdır. Türkçülük akımının öncülerinden biridir. Atatürk’ün arkadaşıdır.
     Rusya’daki Pan Türkizm hareketi içinde bütün Türk dünyasını tanıdığı gibi, Petersburg Üniversitesi ve Paris Koleji’nde modern bilimlerle, Rus ve Batı kültürleriyle tanışmıştır.
     Türkiye’de İttihatçıdır. İngilizlerin Malta’ya sürgün ettiği ‘milliyetçi Türkler’den biridir.
     Sonra Ankara’da, Atatürk’ün yanındadır. 1939’da ‘muhalif’ olarak hayata veda edecektir.
     Müthiş bir bilgi ve tecrübe birikimi olan Ahmet Ağaoğlu hakkında yazılmış en iyi akademik araştırma, Doç. Dr. Fahri Sakal’ın "Ağaoğlu Ahmet Bey" adlı değerli kitabıdır. (Türk Tarih Kurumu, Ankara 1999)
     ***
     AĞAOĞLU Ahmet Bey, Garp (Batı) dünyasının gelişip Şark’ın geri kalmasında bireyin rolüne dikkat çeker. Biz daha çocuğumuzu yetiştirirken "dur, sus!" diyerek kişilikleri ezeriz; "istibdat" sosyal ve zihnî dinamizmi öldürür.
     Ağaoğlu, "söz gümüş ise, sükut altındır" denilmesini eleştirir:
     "Şarkta dil hakikaten başa beladır! İşte Şark susuyor, susuyor. Bütün bir Şark ‘meclis - i hâmûşân’ (suskunlar meclisi) olmuş. Fena da olmamış! Garp dilinin belası olarak gürültüler, kavgalar, savaşlar içinde yuvarlanırken, Şark, maşallah rahat rahat, mışıl mışıl uyuyor!" (Sf. 117)
     Eğitim sistemini eleştiren Ağaoğlu 1914’te şunları yazar:
     "Esaret ve istibdada yatkın bir sürü heyüla - i aceze yetiştirilir. Bu yanlış metodlar sonunda hep susan ve korkan bir nesil yetiştirmiştir. Sonra da onlara kabiliyetsiz ve zekasız muamelesi yapılıyor. Oysa onları böyle yetiştiren bu maarif (eğitim) zihniyetidir." (Sf. 129)
     Ve din konusu:
     "İslam, gitgide istibdadı okşayan, onu Allah’tan gelir bir nimet gibi gösteren cahil, dalkavuk, riyakar insanlar elinde bozulmuştur... İslamda şûra ve murakabe esastır, sevaptır, rahmettir... Bunlara göre ise günahtır, suçtur..." (Sf. 131)
     ***
     CUMHURİYET devrinde Ağaoğlu çok büyük bir ümit ve sevinç içindedir. Fakat kısa sürede amaçla gerçek arasındaki uçurumu eleştirmeye başlar. 1926’da "Büyük Gazi"ye verdiği raporda partiyi ve bürokrasiyi eleştirir, "yolsuzluk ve zulmün halkı çok bunalttığını" anlatır. (Sf. 44 vd.)
     Ve devlet partisi, "milliyetçi Ahmet Bey oğlunu yabancı memlekette okutacakmış!" diye alay ederek, oğlu Samet’in bursla yurtdışında okumasını engeller! (Sf. 47)
     Atatürk bir ‘murakabe’ (denetim) partisi olmazsa devlet partisinin ceberrutluğunu ve yolsuzlukları önlemenin mümkün olmayacağını görür: 1930’da "Serbest Fırka"yı kurdurtur. Ağaoğlu da oradadır.
     CHP ürker ve parti kapattırılır... Ağaoğlu, 1933’te Kadrocular’ı eleştirirken devletçilik konusunda şunları yazar:
     "Bunların anlamı milletin devlet tarafından yutulmasıdır. Çünkü millete hiç bir fonksiyon bırakılmamış, yığınlar tâbi, pasif ve maruz kaldığına tahammül eden sürülür haline dönüştürülmüştür." (Sf. 189)
     Dr. Sakal’ın tarifi doğrudur: Ağaoğlu Ahmet Bey, milliyetçi bir liberaldi. (Sf. 181. vd.)
    
     
t.akyol@milliyet.com.tr


15 Şubat 2014 Cumartesi

GÜÇLÜ TÜRKİYE İÇİN POLİTİKA ARAYIŞLARI:

 

MUSİBETİN ÖĞRETECEĞİ

                                                                                                                                           Prof. Dr. Fahri SAKAL


                Gazete sayfasında bir yaşlı Japon resmi duruyor; endişeli ve kederli yüzü teknoloji devi ülkesinin çaresizliğini ilan edercesine dalgın ve gözleri sanki ufkun ötesine bakıyor.  Kader nükleer felaketi önce onların üzerinde deneyip sonra insanlığa bu deneyden süzülmüş ve çıkarılmış bilgi olarak sunmaya azmetmiş, 1945’te Hiroşima ve 2011’de ise Fukuşima felaketleri ile o topraklara radyasyon ekip kanser biçmeye programlanmış gibi. Bunları düşünürken aklıma büyük usta Akira Kurosava geliyor, herhalde onun öğrencilerine veya ekolünden gelenlere yeni “Ağustosta Rapsodi” konuları ilham edecek bir musibet yaşıyorlar… Belki de on iki ay rapsodi veya kim bilir yıllar sürecek rapsodiler!
            Ama inanıyorum ki bu çalışkan, intizamlı, vakur ve milli geleneklerini çağın kültür emperyalizmine karşı korumayı en iyi bilen, ancak çağın bilim ve teknolojisini de gelenekleri ile en mükemmelce harmanlayan Japon dostlarımız, çok çok ağır faturalar ödeseler de bu dehşet-engiz felaketler silsilesinin de üstesinden geleceklerdir.
            Bu hadiseler dünyada ve Türkiye’de elbette çok tartışılacaktır. Özellikle nükleer santral karşıtları ellerinin güçlendiğini düşünmektedirler. Ancak bizim santral yapacağımız bölgeler 9 şiddetinde bir depreme şahit olmadığı gibi, şimdiki santrallerin hiç biri 1970 modeller gibi değildir. Evet, çevreci olmalıyız, zaten bu yazı da sonuna kadar okununca görülecektir ki, çevreci bir yazıdır. Ancak bizim çevreciler her şeye karşı olduklarından, onların argümanlarını tartışmayı gereksiz buluyoruz. Nükleer, termik, hidrolik v.s. santrallerin hepsine karşıdırlar. Ancak çok pahalı ve ithal doğal gazla çalışan çevrim santrallere nedense karşı çıkmıyorlar. Fakat bu bir düşman oyununa benziyor. Türkiye enerjide dışa bağımlı kalsın ve pahalı elektrik tüketsin ki ekonominin pahalı enerji yüzünden rekabet gücü zayıf olsun mu istiyorlar?
            Türkiye’nin acil ihtiyaçlarından biri, bol ve ucuz elektrik üretip, sanayi ve ekonominin üzerindeki enerji fiyatlarından kaynaklanan maliyet artışlarını gidermesi ve ekonomimizin dünya pazarlarında rekabet gücünü artırmasıdır. İkinci ihtiyaç ise artık ufukta görülmüş olan elektrikli araçların yaygınlaştırılması ve otomobilden otobüse, kamyondan trene kadar her türlü kara taşıtlarının elektrikle işletilmesi yoluyla eksoz gazlarından ve pahalı yakıtlardan kurtulmamızdır. Bunun için de şimdilerde Almanya kaynaklı güneşten elektrik üreten sistemlerin Almanlarla anlaşılarak Türkiye’de üretilmesi gerekiyor. Ancak basından takip ettiğimiz kadarıyla bunlar henüz çok pahalıdır. Çözüm için bunların Türkiye’de üretilmesi ve o tesislerde çalışanların ücretleri ve diğer işletme giderleri büyük ölçüde sübvanse edilerek bu güneş pillerinin ucuza mal edilmesidir. Bunların ucuza mal edilmesi ve Anadolu’nun küçük akarsularında verilen ruhsatlarla “dere akar Türk bakar” devrinin bitirilmesi ve diğer ucuz elektrik üretme imkânlarının sonuna kadar değerlendirilmesiyle bol ve ucuz elektriğe ulaşmalı ve elektrikli araçları yaygınlaştırmalıyız. Hatta şu andan itibaren petrol aramalarına ayrılacak sermaye güneşten elektrik üretimine ve elektrikli oto üretimine ayrılsa, Türkiye bu işten daha kârlı çıkacaktır.
            Bunun ekonomiye de büyük katkısı olacak, ezeli derdimiz olan cari açığa da bu yolla çözüm bulunacaktır.

            Bol güneşimizden faydalanarak ucuz elektriğe kavuşmalı ve elektromobillerle temiz ve ucuz ulaşımı gerçekleştirmeliyiz. Tertemiz, yemyeşil, müreffeh ve güçlü bir Türkiye artık mümkündür ve ufukta belirmeye başlamıştır.

14 Şubat 2014 Cuma

TARİH VE AHLAK
                                                                                                              
                                                                                                                Doç. Dr. Fahri SAKAL·
Tarih ve ahlak birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen, aynı zamanda birbirinin sebep ve sonuçları durumunda olan ve çok ciddi illiyet bağları oluşturan kavramlardır. Diğer bir ifade ile ahlak yaşanan tarihi süreç içinde toplumu etkileyen olay ve olgular tarafından yüzyıllar içinde yavaş yavaş oluşturulduğu gibi, kendisi de zaman içinde liderleri, normal kişileri, toplumları ve kurumları etkilemiş ve olayları-olguları yönlendirerek tarih yapıcı bir faktör olarak tebarüz etmiştir. Tarihi çağların ve tarihi yaşanmışlığın ahlakı etkilemesi ve tersine ahlaktan etkilenmesi ile ilgili insanlık tarihinde yapılacak bir gezinti bu iki kavramın birbiriyle nasıl illî bağlar oluşturduğunu gösterecektir.
Toplumların tarihi, ortak geçmişleri olarak onların gelişmesinde ve ortak özellik ve kabiliyetlerinin oluşmasında coğrafya[1] ve dinleri[2] ile birlikte en baskın faktörlerdendir. Bu üçü toplumları oluşturan, biçimlendiren ve kimlikleri belirleyen en esaslı amillerdir. Tarih bir ortak geçmiş olarak toplumları inşa ederken onların her türlü değerlerine de etki yapmaktadır. Bunlardan biri de ahlaktır.
Ahlakın faklı anlamlarını burada tartışacak değiliz. Ancak meramımızı anlatabilmemiz için şu kadarını aktarmalıyız. Ahlak, huy ve yaratılış anlamlarındaki Arapça ‘hulk’ un çoğul şeklidir. Huylar, tabiatlar( ki bunda da yaratılış anlamı saklıdır.), insanın yaratılıştan getirdiği veya sonradan cemiyet ve çevresinden edindiği değerlerin toplamıdır. Tarih boyunca ahlak-ı hasene (güzel ahlak) ve ahlak-ı zemime (kötü ahlak) gibi iyi ve kötü ahlak terkipleri yapılmıştır. Batı dillerinde de benzer anlamları vardır: İngilizcede aralarında anlam farkı pek az olan "Ethics", "morality" ve "morals" kelimeleri varken Fransızcası "moralité" olarak bilinmektedir. En fazla ve farklı anlamlar ise Almancadadır. "Ehre", "ethos", "gesittung", "moral", "moralitaet", "sitte" ve "sucht" gibi kavramlar şeref, namus, haysiyet, itibar, töre, terbiye, uygarlık, adet, disiplin ilh… Çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir.
Ahlak bu farklı manalarıyla bireysel ve toplumsal pozitif değerler yekûnu olarak tarihten süzülüp günümüze gelmiş, tarihî ve günümüz nesillerini yönlendirmiş bir olgudur. Bir bakıma sosyal bünyenin zaman (tarih) içinde tecrübeleri sonucu oluşmuş değerler manzumesi olduğu gibi, sosyal bünyenin yine zaman içinde oluşmasını, biçimlenmesini, başka toplumlarla farklılaşmasını, bazı kültür, sanat ve medeniyet dallarında ilerlemeyi-gerilemeyi veya farklılıklara yol açmayı, diğer bir ifade ile toplumun kendine mahsus değerler üretmesini sağlayan, tetikleyen ve etkileyen bir toplumsal değerdir. Toplumun tamamını yönlendirmesi ve o topluma mahsus değerleri oluşturmasıyla toplumsal ve milli kimlik oluşturan en belirgin unsurlardan biridir. Bütün milletler yaşadıkları ortak geçmiş(tarih)lerinin etkisiyle ahlakî düsturlar oluşturmuşlardır. Bunlarda hiç şüphesiz başka etkenler de söz konusu olmuştur. Özellikle din bu alanda çok yönlendirici olmuştur. Mesela dinlerin gösterdiği istikamette gelişmiş olan toplumların evlilik anlayışları, nikâh usulleri, ahlak ve hukuk sistemleri, tek eşlilik ve çok eşlilik gibi farklı aile yapıları toplumların bugünkü aşk ve evlilik ahlaklarını, hatta namus telakkisini etkilemiştir. Bu konuda çok örnek verilebilir; biz burada “Katolik nikâhı” üzerinden batılı toplumların aile, ahlak ve namus anlayışları üzerinde bir deneme yapmak istiyoruz: Katolik Hıristiyanlığın evlilikte boşanmaya engel hükümleri dinler tarihinin toplumlara etkisi bağlamında mukayeseli olarak değerlendirilirse bazı ahlakı zafiyetlerin kaynağı olduğunu görürüz. Bir kere nikâhta evet dediği eşine ölüme kadar bütün geçimsizlik, hastalık, cinsel uyumsuzluk ve hatta ilişkisizlik hallerine rağmen sabredecek; karşılıklı nefrete yol açacak anlaşmazlıklara rağmen eşler birbirine katlanacaktır. Mükemmel bir sadakat ve fedakârlık örneği gibi görülse bile aslında bir sadakatsizlik amili olan bu durum, eşlerin ayrılamaması hallerinde evlilik dışı ilişkileri teşvik etmektedir. Ayrıca nasıl bir kişiyle evleneceği, onun cinsel hususiyetleri-boşanmak mümkün olamayacağı için- önceden test edilmesi ihtiyacı doğduğundan, evlilik öncesi cinsi münasebetler yaygınlaşıp meşrulaştırılıyordu. Zaten evli eşler -evlilik dışı- ilişkilere girerken bekârlar neden yapmasındı? Böylece zaman içinde bu istikamette bir ahlaki yapısökümü ve yeni bir ahlakî yapılanma meydana gelmiştir. İşte bu hal batılı evli kadınların iffet anlayışlarını ciddi olarak erozyona uğratmıştır dersek yanılmış mı oluruz?
Aynı şekilde toplumsal dokunun tarih boyunca yol açtığı değişik olaylar halk hafızasında iz bırakırken, tarihi süreçte yaşanan olaylar ve denenen kurumlar da aynı şekilde muhayyilede yer etmekte ve ahlakı etkilemektedirler. Tarihinde sınıf kavgası olan toplumların zengin fakir ilişkileri ve yardımlaşma ahlakının zayıf olmasına mukabil; sınıf kavgası yaşamayan cemiyetlerde bu ilişkilerin daha güçlü olduğunu biliyoruz. Avrupa’da vakıfların ve vakıf medeniyetinin İslam Dünyasına göre daha zayıf olmasının sebebini burada aramak gerek. Vakıflar ve yardımlaşma kültürü tarihi yaşanmışlıkların bir sonucu olarak milletlerin bu sahadaki zihniyet ve ahlakına etkide bulunmuşlardır. Tabii İslam’daki sadaka-i cariye anlayışı ve yardımlaşmayı teşvik eden diğer hükümler de İslam ahlakına bu minval üzere etki etmişlerdir.
Çin ahlakı da tarihleri boyunca orada yaşanan feodal yapının ve Konfüçyüs başta olmak üzere bazı düşünürlerin ahlaki öğretilerinin bir yansımasıdır.
Halkın yaşadığı coğrafya da tarih boyu bütün toplumlarda kültürü ve ahlakı etkilemiştir. Ormanlık bir coğrafyada milli kimliği oluşup gelişen Ruslarla çöllerde yaşayan Arap ve Berberilerin veya bozkırın fatih unsurları olan Türklerin ve Moğolların ahlak anlayışlarının aynı olması beklenemez. Mesela Türk ahlak ve kültür anlayışı neden eve geleni “Tanrı misafiri” saymıştır? Misafir sefere, yani yola çıkandır. Göçebe kültürlerde her ferd ömrünün büyük bir kısmını yolda/seferde geçirmektedir. Yol çilesini bilen, seyahat kültürüne sahip bir toplumun bireyleri bir gün, hatta sık sık kendileri de birilerinin kapısına misafir düşeceklerini unutmazlar ve gelene hoş bakarlar. Türk toplumu bugün hâlâ “misafir bereketi ile gelir” inancını beslemektedir. Bu anlayış gerek Türkistan’daki gerek Türkiye’deki göçebeliğin ruhlarda bıraktığı seyahati kutsayan izleridir. Onlar bilirler ki ömürlerinde birkaç defa, belki de devamlı olarak kendileri de yola revan olacak, birilerine “tanrı misafiri” olarak muhtaç kalacaklardır. Bu duygulara aşina bir insanın eve veya kapıya geleni başka türlü karşılaması beklenebilir mi? Bu yaklaşım ve anlayış tarih boyunca bir kültüre ve ahlakî norma dönüşmüş; felsefi, edebi, tasavvufi ve ahlaki eserlerde, hatta halk türkülerinde işlenmiştir.[3]Kayudan kelir men kayuya yolum?” diyen Yusuf Has Hacip hayatın bir yolculuk olduğuna vurgu yapmıştır. Bu kadar tabii, bu kadar ilahi sayılan seferleri ve misafirliği bu millet kutsamış ve insan hayatını “iki kapılı bir handa”  gece gündüz bir yürüyüşe benzetmiştir. Bu açıdan edebiyata yaklaşınca Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”nın önemini daha iyi anlarız. Tarihten beri yerleşik yaşayan bir toplumda emin olunuz böyle bir şiir yazılamazdı. Adeta Türk toplumunun ve ahlakının sosyoekonomik bir çözümü ve Türk Tarih Felsefesinin bir yorumu bu şiirde yapılmaktadır. Tabii bütün bunlar bu bakış açısı ile üzerinde durulup düşünülünce görülecektir. Göçebe kültürü ve onun doğurduğu ahlak hem tarihî, hem ekonomik ve hem de kültürel olgulardan beslenir. Aynı zamanda aynı unsurları da tekrar besler. Daha açık ifade ile hem sebeptir hem de sonuç.
Bu kültür ve ahlaki normlar halkın sözlü edebi ve kültürel ürünlerinde de yer almıştır. Halk felsefesini ve dünya görüşünü en iyi onlardan takip edebiliriz.[4] Atasözlerimiz Türk ahlakının ve tarihteki tecrübe ve yaşanmışlıkların izlerini bize göstermektedir.  
Aslında biliyoruz ki toplumların ahlaki normları temel konularda benzerlik göstermektedir. Hırsızlık, yalancılık, zina, iftira ikiyüzlülük, vs her toplumda gayri ahlaki fiil ve hallerdir. Ancak ayrıntıya bakınca toplumdan topluma ve kültürden kültüre farklı ahlaki düsturlar görülebilmektedir. Bu farklı norm ve düsturlar toplumların tarihleri boyunca yaşadıklarının günümüze kadar gelmiş izleridir. Bazıları salt ahlak, bazıları ise kültürel, dini, mezhebi, sosyal ve bölgesel mahiyette geleneklerdir.
Ahlaki normların toplumların geçmişinde yaşananların etkisiyle oluştuğunu Polinezya veya Afrika yerlileri üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir. Sosyolog, antropolog, tarihçi ve kültür adamlarının bulgu ve tespitleri cemiyetlerin binlerce yıldan beri bazı olayları tecrübe ede ede ahlaki normlara dönüştürdüğünü göstermektedir. Avrupa kadınının iffet anlayışı, Türk misafirperverliği ve yardımseverliği konularına ilave olarak diğer toplumlardan da ahlaki örnekler verebiliriz: Hind Kültüründeki et yememe ve ineklerin kutsallığı dini bir motif sanılır. Evet onların dini metinlerinde bu tür hükümler bulunmaktadır. Halbuki sıcak ve nemli bir iklime sahip olan o coğrafya kalorisi yüksek et ve benzeri gıdaları her halde tarih öncesinde ve ilk tarih çağlarında denemişler ve vücutta oluşan yüksek harareti tanrının cezası diye yorumlamış, yani öyle sanmışlardı. El Birunî'nin bir avuç pirinç lapasıyla bir gün idare eden Hindu'ya karşı bir oturuşta bir koyun budunu bitiren Türk karşılaştırması manidardır. Türkistan'ın karasal ikliminde kışların aşırı soğuk geçmesi karşısında vücuda enerji ve ısı verecek yüksek kalorili et bazlı gıdalara ihtiyaç bugünkü tıbbın kolayca açıklayacağı bir gerçektir. Hindistan'da ise pirinç ve benzeri düşük kalorili gıdalar sıcak ve nemli muson ikliminde en uygun beslenme yöntemiydi.
İslam'ın mekruh saymasına rağmen Türkistanlı Müslüman Türklerin at eti ve kımız kullanmaktan çekinmemesi, aksine severek tüketmeleri de bozkırın iklimine ve hayvan beslemeye uygun coğrafyasına bağlanmaktadır. Ortaasyalı at ve koyun etini severek tüketir, çünkü bu hayvanlar göçebe hayatın temelidir ve yüksek enerjiye ve kaloriye ihtiyacı vardır ki bunları en kolay beslediği koyun ve atın etinden alabilmektedir. Türklerde at ve koyunla ilgili inançlar, değer yargıları ve ahlaki düsturlar yaşanmış bir tarihin günümüze ve geleceğe bıraktığı değerlerdir.
            Toplumların tarih boyunca şahit oldukları uygulamalar ve denedikleri kurumlar onların günümüz ahlakını, kültürünü, hatta din ve mezhep anlayışını belirlemektedir. Birkaç büyük İslam ülkesinde dinin farklı yorumlarla uygulanması bu gerçeğe dayanmaktadır. Bu üç ülkenin pagan dönemdeki inanç ve kültür yapılanması ve İslami dönemdeki tarihi olgular, geçirdikleri istihaleler bunların günümüzdeki din, mezhep, kültür ve ahlak düzenlerini etkilemiştir.
            Türkiye'deki İslam anlayışı Alevi ve Sünnî versiyonlarıyla Türk tarihinin bir yansımasıdır. İslam öncesi pagan dinler, özellikle Kamlık hem Alevî hem de Sünnî itikatları etkilemiştir. Aynı durum Türk ahlakının gelişiminde de geçerlidir. Kamların rollerini Hz. Ali'de gören Türklerin Aleviliği ile "bir Tengri" anlayışını İmam Maturidî yorumuyla benimseyen Sünnilik bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aynı etkinin ahlakî alanda da gerçekleştiğini tekrar hatırlatmayı gerekli görüyoruz.
            İran İslamlığında görülen farklılık da bu ülkenin pagan döneminin etkisine bağlanmaktadır. Özellikle İslam Dünyası'nda en belirgin sınıf farklarının İran'da görüldüğü unutulmamalıdır. Dihkanların fakir köylü üzerindeki tahakkümü ve diğer pagan kurumlar İran'ın ahlakî anlayışını etkilemiştir. On iki imam ve Ayetullahlık kurumunun ruhbanlığa benzemesi de tesadüfi değildir: Avrupalılarla tarih öncesi çağlardan gelen akrabalık, yani Arien/ Ârî kavimlerin ortak dini kültürleridir.[5] Eski İran dinleri, özellikle Mazdeizm'in etkisi gözden uzak tutulmamalıdır. Hatta İran'da geçerli Mut'a nikahı uygulamasını da biz Mazdekçi etkilerin İslam içindeki etkisine bağlamayı -ihtiyatla olsa bile- düşünüyoruz. Ayrıca Kadisiye ve Nihavend muharebeleriyle yerle bir edilen eski ve ortaçağların mağrur İranı, o zamana kadar hiçbir imparatorluk kuramamış Hicaz yöresinin tüccar ve bedevîleri karşısında yenilgiyi bir türlü kabul edememiş, fetihten sonra İslamlaşmasına rağmen, İslam hilafetine ve devletine muhalif olan her unsurun içine sızarak Arap-İslam Hilafet devletini yıpratacak her heretik hareketi desteklemiş, Şia İran'da böyle vücut bulmuştur.[6] Tabii ki Kerbela faciasının yöre Müslümanları üzerindeki etkisi de ayrıca gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak bunun bir siyasi İslam/mezhep haline gelmesi mağrur İrancı düşüncenin Arap hakimiyetine direnci ile açıklanması bizce makul bir fikirdir.
            Şah İsmail'in kurduğu Safavi Devleti de İstanbul'un fethinden sonra Papalığın Osmanlıyı arkadan kuşatması politikasının bir tezahürüdür. Papalık İslam dünyasını çökertmek için sadece Haçlı Seferlerini başlatmamıştır. Önceleri Moğollarla işbirliği yaptıkları biliniyor. Moğollar doğudan Papalık ve Haçlılar batıdan İslam Alemi'ni istila edip tahrip ve yok etmeyi planlamışlardı. Bu politika çerçevesinde Mısır'a papalık tarafından iktisadi-ticari abluka ve ambargo politikası da uygulanmış; bunu gerçekleştirmek için İtalyan tüccar devletlerine Mısır üzerinden ticaret yasağı getirmiş, yasağa uymayan gemilerin papalık donanmasınca batırılacağı ilan edilmişti. Çünkü hem Moğollara, hem de Haçlılara en ciddi direnişi yapan yönetimler güçlerini büyük ölçüde Mısır'dan alıyorlardı. Baybars'ın Moğollara ve Selahaddin Eyyubi'nin Haçlılara karşı kazandıkları zaferler hatırlanmalıdır. Bunun için iki istilacı güç Mısır'ı iktisaden çökertmeyi düşünmüşlerdi.
            İşte bu papalık siyasetinin Fatih Sultan Mehmed'e karşı tekrar yürürlüğe konduğunu düşünüyoruz. İmam Cafer (Ebu Hanife'nin hocalarından biridir), Erdebilli Şeyh Safiyüddin ve Şeyh Cüneyd gibi kurucuların farklı mezhep yorumları hiç bir zaman İslamı siyasi olarak bölecek mahiyet arz etmemişti. Ayrılığın kemikleşip siyasal mahiyet alması Safavi iktidarı ile olmuştur ki temelleri Fatih devrinde gizlice atılmış ve Sultan ölünce papalık şükür ayinleri yapmış, bilindiği gibi iki oğul birbirine düşünce Cem'e Hıristiyan olması karşılığında hem Avrupa'nın hem de Osmanlının liderliği vaat edilmişti. İşte bu yıllarda Şah İsmail isimli bir Türkmen lider ortaya çıkıyor, Osmanlının kozmopolit ve devşirme, mühtedi ve dönmeleri içinde kaybolmuş Türkmenlerine hoş görünecek şekilde nefis Türkçe şiirler yazıyor; daî isimli müritler bu şiirleri Anadolu Türkmenleri arasında dilden dile elden ele yayıyorlardı. Bu şiirlerin ve propagandanın etkisiyle Anadolu'dan İran'a doğru gerisingeri bir göç başlıyor, Anadolu'nun insan kaynakları boşalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Avrupa ile mücadelesinde tımar sistemi (ki hem tarım ekonomisinin hem de askerliğin temelidir) ciddi zarar görecek ve devletin yıkılmasına yol açacaktı. Sadece İran'a yakın topraklar değil, mesela Antalya civarındaki Teke Türkmenleri bile İran'a doğru göçe kalkmıştı. "Şaha doğru giden kervan" sayısı yıldan yıla artıyor, Anadolu boşalıyordu. Herhalde Papalığın ve Haçlıların istediği de bu idi. Bu ayrılık davasını "Ali aşkına" yaptığını sanan Anadolu ve İran Türkmenleri veya diğer etnik kökenlere mensup Müslümanlar oynanan bu Haçlı oyununu göremezlerdi. Hala da aydınlar bunu görebilmiş değildir.[7] İşte Yavuz Sultan Selim'in sert tedbirleri Anadolu'nun böylece boşaltılmasına karşı alınmıştı. Yoksa Kerbela' dan beri mevcut olan bu akıma ne Selçuklu, ne de Osmanlı herhangi bir sert tavır içine girmemiştir.
            Anadolu Türkmenleri böyle bir politika ile "Şaha doğru" gidişlerini sürdürselerdi, Şah ve İran güçlenecek, ama Sultan ve Osmanlı zayıflayacaktı. Bu da Avrupa istikametinde ilâ-yı kelimetullah kavgası veren İslam'ın aleyhine ve Haçlıların ve papalığın lehine olacaktı.
            Üçüncü ülke olarak Arabistan'ı ele almak istiyoruz. Bir kısmı Karmati Şiilerinin elinde  ve zaptı oldukça zor bir bölge olan Güney doğu Arabistan biraz bizim Türkmenler gibi yerleşik hayata geçmeyen, devlete bağlanmak, vergi ve asker vermek istemeyen, özetle başına buyruk yaşayan bir halktı. Yemen kendi ücra köşesinde kendi haline yaşarken, Hicaz hem hacılar, hem de ticaret sayesinde para kazanan gururlu Araplarla meskûndu. Araştırmacılar Arap tarihî sosyolojisinin bu özellikleriyle Vahhabîliği doğurduğunu düşünmektedirler.
            Ülkelerin dinini bu kadar bariz şekilde belirleyen tarihî şartlar, aynı şekilde ahlakî yapıyı da etkilemez miydi? Zaten ahlak büyük ölçüde tarihi yaşanmışlıklarla beraber dini hüküm ve anlayışların günlük hayattaki uzantısı olduğundan, coğrafya, din, ahlak ve tarihi yaşanmışlıklar aynı kategoride bir dizi etkiler ve etkenler silsilesi oluşturmaktadırlar. Başta bahsedilmiş olan illiyet bağı bu hususta değerlendirilmelidir.
            Türkiye'nin yakın tarihi de ahlakî normları etkileyen olguları bize göstermektedir. "Softa" kelimesinin günümüz Türkçesinde olumsuzluklar çağrıştıran anlamı herkesçe bilinmektedir. Hâlbuki bu kelime aslında medrese talebesi demek olan suhte'den başka bir şey değildir. Halkımız medrese talebelerini de medreseyi de sevdiği halde "softa"yı neden sevmemiştir? Cevap Celalî isyanları esnasında işlenen medreseli suçlarından çıkarılacaktır. Suhtelerin hataları kendilerinin asırlar sonrasında bile "ahlaksızlık amili" görülmelerine neden olmuştur.[8]
            Diğer bir örnek İstanbul ahlakı üzerine olacaktır. Osmanlı İstanbul'u bir efendilik, çelebilik, beylik, beyefendilik, hanımlık, hanımefendilik, saraylılık ve "saraylı hanım"lık merkezi idi. Selamlaşmalar, yardımlaşmalar, haddini bilmeler, nezaketin ve asaletin binbir güzel numunesi orada yaşanır ve yaşatılırdı.[9] O şehir Yahya Kemallerin, Tanpınarların, Ekrem Hakkı ve Samiha Ayverdi'lerin ilh daha nice Osmanlıyı tanıyan cumhuriyet aydınlarının öve öve bitiremediği bir güzel ahlaklı insanlar şehri ve Osmanlı tarihinin bir armağanı idi. O ahlak da o tarihin bir eseri ve bizlere bir yadigârı idi. Maalesef tarihi dokusunu da ahlaki ruhunu da koruyamadık. Korumak ne kelime, ona ve değerlerine düşmanlığı, ahlakını zemmetmeyi çağdaşlık, hatta cumhuriyetçilik sananlarımız oldu. Bir taraftan modernlik denen çağdaş zevksizliğe, diğer taraftan, gecekonducu ilkelliğine teslim ettik.
            O şehirle beraber o çelebi insanlar da sanki beyaz atlara binip gittiler...
            Tarih ahlak ilişkisinde ikinci bahis, ahlakın tarih yapıcı ve yönlendirici özelliğidir. Bu anlamdaki ahlakı biraz da anlayış, kültür ve telakki babında değerlendiriyoruz. Toplumların tarihleri boyunca yaşadıklarından ve yarattıklarından süzülüp gelen, sonraki nesillere bırakılan değerler yekunu olan ahlak ve muhtelif telakkiler aynı zamanda tarih yapıcı özellikleriyle de bilinmektedirler. Tekraren belirtmeli ki, bu değerler ister ahlak adıyla anılsın ister başka adla, din ve coğrafi yapının din ve coğrafi yapının büyük ölçüde izlerini taşırlar. Dolayısıyla İslam Ahlakı, Hıristiyan Ahlakı, Protestan ahlakı, Musevi Ahlakı, Budist Ahlakı... gibi adlarla anılırlar. Coğrafi veya sosyolojik olarak da kaydedebileceğimiz ahlak türleri vardır: Dağlı ahlakı, şehirli ahlakı, esnaf ahlakı, işadamı veya burjuva ahlakı, köylü ahlakı, göçebe ahlakı, memur ahlakı veya zihniyetleri bu minval üzere değerlendirilebilirler. Aynı konuda kişilerin adıyla anılan ahlaki veya ideolojik sistemler ve telakkilerden de bahsedilebilir: Konfüçyus'un ahlak ve telakkilerinin Çin ahlak ve dünya görüşünün oluşmasındaki etkileri herkesçe bilinmektedir. Kişiler aynı zamanda bir din, ideoloji veya benzer bir sistem kurdukları için salt ahlakçı olarak anılmayabilirler, ama ahlaki öğretilerin büyük bir kısmı bu şekilde tarihi kişilerce ortaya atılmıştır.[10]
            Burada söz konusu olan ahlak genel anlamıyla kabul edilen ahlaktan ziyade, çalışma anlayışı, meslek adabı iş anlayışı anlamında, yani telakki ve zihniyet demektir. Bu anlamdaki ahlak ve zihniyet anlayışlarının tarihe etkisini en bariz şekilde bilim dünyasına sunan Alman bilim adamı Max Weber olmuştur. Onun Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu[11] adıyla bilinen çalışmasında vardığı sonuçlar kendisine karşı çıkanlar için bile ufuk açıcı olmuştur. Weber'e göre Protestan ahlakı insanları bu dünyadan uzaklaştırıp uyuşturan Katolik ahlakına karşı geliştirilmiş ve çalışmayı, para kazanmayı, iktisadi verimliliği ve yatırımları teşvik eden bir anlayışı hakim kılmıştır. Gerçekten Avrupa'da uyanışı ve gelişmeyi büyük ölçüde Katoliklikten Protestanlığa geçen ülkelerin yapmış olması bu tezi kuvvetlendirmektedir. Gerçi bu gelişmeyi liberal düşünürler burjuvazinin doğuşunun eseri görmüş, yani sebep ile sonuç onların tezinde yer değiştirmiştir. Onların tezleri de yine çalışma ahlakı anlamında bizim konumuza başka bir örnek zenginliği kazandırmıştır. Weber'in Protestanlığın gelişmesiyle çalışmanın bir ibadet gibi kutsandığı ve bu mezhebin yayıldığı bölgelerde iktisadi hamlelerin ve kalkınmanın hızlandığı tezine karşı, piyasa ekonomisini savunan liberaller, Weberyen tezde sebeplerle sonuçların yer değiştirdiğini ileri sürdüler. Onlara göre söz konusu ülkelerde önce girişimci sınıflar (burjuva) doğmuş, asillere ve kiliseye karşı mücadele ederek yeni bir çalışma anlayışı oluşturmuş, yeni bir iş ve meslek telakkisi geliştirerek, işi, kazanmayı, üretimi ve tasarrufu kutsayan bir iş ahlakı doğurmuştur. Bu zihniyet Hıristiyanlığı da kendine göre yorumlamış ve bir işadamları mezhebi gibi telakki edilen Protestanlık bu ortamda doğmuştur.Adeta tırnağı ile kuyu kazarcasına servet biriktirerek yatırım yapan bu insanlar elbette çalışmayı kutsayacaktı. Papalık gibi "tanrı tüccarı sevmez" diye düşünmeyeceklerdi. Diğer bir ifade ile burjuva Katolik Hıristiyanlığı gerici bulmuş, çalışmayı ve servet biriktirmeyi teşvik eden, faizi meşru gören bir iş adamları mezhebi, bir girişimciler dini oluşmuştur. Weber ile liberallerin bakış açılarını şu şekilde formüle edebiliriz:
            Weberyen görüş:
Protestanlığın doğuşu+Protestan çalışma ahlakı ile girişimciliğin teşviki+ girişimci bir sınıf(burjuva)ın doğuşu=ekonomik gelişme.
            Liberal görüş
Burjuvanın doğuşu+burjuvanın Hıristiyanlığı işadamı mantığı ile yorumlayacak ortamı oluşturarak Protestanlığı doğurması+Protestan iş ahlakı=Ekonomik gelişmenin başlaması.
Her iki halde de Avrupa'da gelişmeyi sağlayan faktör çalışma ahlakının, meslek adabının ve iş adamı zihniyetinin değişmesi ile olmuştur diyebiliriz. O halde iş ahlakını değiştiren faktör ister burjuva olsun ister Protestanlık, bizi burada ilgilendiren onu neyin değiştirdiği değil; iş ahlakının Avrupa'daki iktisadi, kapitalist, emperyalist vs. gelişmeleri tetiklediğidir.
            Weber'in anlayışını Türkiye'de temsi eden ve onun yöntemiyle Türk iktisat tarihini yorumlayan çalışmaları yapan Prof. Dr. Sabri F. Ülgener de iş ve meslek ahlakının gelişmeleri tetiklediğini savunmuştur.[12] Ülgener'e göre ilk İslam çalışmayı, iktisadi ticari faaliyetleri ve kazanmayı teşvik etmiştir. İslam peygamberi gençliğinde ticaret yapmış ve Kur'an çalışmayı teşvik etmiştir. Bu ilerici tavrın etkisiyle ilk yıllarda İslam Dünyası ilerlemiş, medeniyetin her alanında başarılı işler yapılmıştır. Haçlı Seferleri ve Moğol İstilaları hiç şüphesiz İslam Dünyasına olumsuz etkileri olan iki meşum hadise olmuştur. Haçlılar bu seferler ve Ortadoğu'daki hakimiyetleri esnasında birçok medeniyet ürününü görüp Müslümanlardan faydalanarak Avrupa'ya götürmüşler ve Rönesans'ın başlamasına böylece zemin hazırlanmıştır. Moğollar ise yakıp yıktıkları İslam Aleminde "kıyamete kadar yeni mamureler inşa edilse ve nesiller çoğalsa eski medeniyetimiz bir daha geri gelemez" diyecek bir karamsarlığa yol açmışlar ve bu karamsar havada Müslümanlar hedef küçültmüş, çalışma anlayış ve ahlakı gerilemeye ve bu alemi geriletmeye başlamıştır. Bu atmosferde insanlar "eskiyi artık inşa edemeyiz, dünyamızın mamuriyetini ebediyen yitirdik, bari öbür dünyamızı kurtaralım" mantığı ile içine kapalı, iktisat ve dünya dışı bir anlayış ve çalışma ahlakı hakim olmuştur. Bu dönemde tasavvuf ta yayılmış, zamanla "masivayı terk etmek" adı altında bir ideal, bazılarında hiç çalışmamak ve bu dünyayı hakir görmek, hatta bazılarınca dilenerek geçinmek gibi gerçekten iktisat ötesi bir ahlak ve anlayış ruhlara hakim olmuştur. Ülgener bu dönemde Osmanlı esnaf ahlakının gitgide Ortaçağlaştığını düşünmektedir. Kitabının ilk baskıdaki adı bu konuyu daha manidar bir şekilde ortaya koymuştu.[13] İnhitat, yani çözülüş ve gerileme tarihinin en temel meselesi olarak ahlak ve zihniyetin alınması bizce de doğru bir tercih ve tespittir. Kitapta ahlak ve zihniyetteki değişimi gösteren şiirler ve atasözleri de değerlendirilmiştir. Biz burada ikisini örnek olarak sunmayı yeterli buluyoruz. Osmanlı esnaf teşkilatı içinde "hirfet ehli"nin ve "harif"lerin çok önemli bir yeri olduğu malumdur. Bir bakıma dönemin sanayicileri sayılan bu sınıf, zamanla iktisadi ortaçağlaşma ve gerilemeye paralel olarak çalışmayı ve üretmeyi hafife alan, hatta yer yer negatif bir kimlik unsuru sayan anlayışın etkisiyle "harif"in anlamı ve ona paralel olarak söylenişi de değişmiş ve harif herifleşmiştir. Artık her evde bir herif vardır, ama cebi boş ve mesleksiz adamlardır. İtibarları sadece "bizim herif" diye kendilerinden bahseden karıları indinde geçerlidir.
            Diğer örneğimiz işyeri anlamındaki "kârhane"nin anlamındaki trajik değişimle ilgilidir. 'Kâr' ın zamanla esnaf ahlak ve anlayışında gayrimeşrulaşması ile birlikte bu kavram meşru yolları ve meşru kazançları çağrıştırmaktan uzaklaşarak yüz kızartıcı yollarla edinilen mesleği ve o yollardan elde edilen kazancı anlatmak için kullanılır olmuş ve kerhaneye dönüşmüştür. Esnaflaşma ve esnaf ahlakındaki bu negatife doğru dönüşüm zamanla iktisadi işleri toplumun en aşağı unsurlarına bıraktırmış ve "bey"lik, "paşa"lık, "efendi"lik Müslüman unsurlara, "ticaret ve zanaat gibi ef'âl-i deniye" gayrimüslimlere ve sözde aşağı sınıf ve zümrelere bırakılmıştır. İmparatorlukta gayrimüslimlerin kuyumculuk, mimari, esnaflık ve işadamlığı gibi alanlarda son yıllarda yükselmesinin ardındaki temel faktörlerden birisinin bu çalışmayı hor gören "beylik" düşüncesi olduğu fikri bundan sonra daha farklı açılardan da değerlendirilmelidir. Çünkü Ülgener'in açıklamasına göre, esnaflaşma ve esnaf ahlakı işadamı anlayışı ve burjuva çalışma ahlakından daha geri batı ortaçağına ait bir değerlendirmedir. Özetle esnaflık servet kazanmayı değil, ailesinin akşamki maişetini çıkarmayı ve ondan sonra şükretmeyi gerektirir. Günü düşünür, "yarına Allah kerim" der. Halbuki işadamı anlayışlarına göre, müspet ve meşru yollardan, düzenli çalışma ve iktisat ilminin verilerine göre sermayesini artırıp yeni yatırımlar yapma, şirketleşme, kar ve zarar hesapları, verimlilik ve yapılabilirlik hesaplamalarıyla servetini güvence altında tutma hatta geliştirme, işsizlere iş verme, üretim ile toplumun ihtiyaçlarını karşılama, yatırımlarıyla ülkeyi imar etme... gibi pozitif hedefleri içermektedir. Esnaf rekabet etmeyip "ben siftahımı yaptım, koşuma git"(!) diye gelen müşterisini dükkânından kovarken(!)[14] işadamı ekonominin temel kurallarından birinin rekabet olduğunu bilir ve biz de rekabetin piyasada tüketici lehine bir ortam oluşturduğunu biliyoruz.
            Ahlak ister bir dinden kaynaklansın, ister bir meslek veya sınıfa ait değer olsun, toplumların çalışma, üretme, tüketme, çatışma, uyumluluk, toplumsal düzen ve estetik anlayışlarına kadar birçok alanda etkilidir. Toplumsal değerler, uyumlar ve çatışmalar büyük ölçüde ahlakî norm ve kabullerden veya bunların ihlallerinden kaynaklanır. Bu değerler genellikle iki türlü etkiye sahiptir. Birincisi yönlendirici, düzenleyici, uyum sağlayıcı; ikicisi frenleyici, engelleyici ayakbağı etkileridir. Yönlendirici etkiler toplumdaki dayanışmayı, yardımlaşmayı ve ahengi sağlarlar, ki bunlar ne kadar etkiliyse o toplum o kadar huzurludur. Polisiye tedbirler o nispette azdır, suç az işlenir, gardiyanlık anlayışına ve mahallenin namusunu kurtarma efeliklerine gerek kalmaz. Böyle toplumların güvenlik masrafları bile diğerlerine oranla daha azdır. Güvenlik masrafları ve cezaevi giderleri gibi... Birkaç yıl önce bir İskandinav ülkesinde bir kasabadaki cezaevinden son mahkum tahliye edilmiş ve yeni mahkum gelmediği için cezaevi kültür ve sanat evine dönüştürülmüştü. Bir de ahlaki uyumdan mahrum, çevresine kin ve nefretle bakan, kırıp döken fertlerden oluşan bir toplumu düşünürsek aradaki farkı tahayyül edebiliriz.
            Frenleyici etkiye gelince, bunlar tarihin belli-belirsiz çağlarında oluşmuş, belki o yıllarda bir ihtiyaca binaen toplumsal değere dönüşmüş, ancak zaman ve şartlar değiştikçe fonksiyonlarını kaybetmiş değerlerdir. Bunlar yılların alışkanlığı ile toplumsal muhafazakarlık araçlarına dönüşmüşlerdir. Bazen gelişmeleri engelleyen ayakbağı olan, hatta dorudan zarar veren anlayışları beslerler. Adet, anane ve folklor unsurları ile karışık olarak yaşarlar. Türkiye'deki başlık parası, leviratüs uygulamaları, pederşahi ahlak düsturları bu minvalde örneklerdir. Bazen yıkıcı uygulamalara da zemin hazırlayabilmektedirler. Bazı bölgelerimizdeki namus cinayetlerinin nasıl toplumsal travmalara yol açtığını biliyoruz. 
            Ahlak üzerine çalışanlar farklı alanlardan örnekler verirler. Aile ahlakı, aşk ve evlilik ahlakı, çalışma ahlakı, komşuluk ve yardımlaşma ahlakı, iş ahlakı, memuriyet ahlakı, esnaf ahlakı, işadamı ahlakı vs. Buradaki ahlak yerine rahatlıkla ilişki ve yöntem kavramları da kullanılabilir. Bu durumda ahlak kavramının bireyleri, toplumları ve kurumları yöneten, yönlendiren, aktif veya pasif olmalarını sağlayan, değerlerini oluşturan, değerlere değer katan bir temel faktör olduğunu görürüz. Aynen bir bilgisayarın işletim sistemi gibi. Nasıl ki onsuz bir bilgisayar bir kablo, plastik ve metal yığınıdır, ahlaksız bir toplum da et, kemik ve kan gibi muhtelif dokulardan ibaret fertler yığınıdır. Bireyi ve toplumu oluşturan, insan toplumlarını hayvanlar aleminden ayıran bir temel değer olarak ahlak sosyolojinin, iktisadın, siyasetin, dinin ve folklorun ilh oluşmasında ve bunlar vasıtasıyla toplumu etkilemesinde önemli bir sosyal olgudur. O halde bu mantıkla ahlakın tarih yapıcı bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Hem yaşanan tarih tarafından etkilenmiş, hem de onları yapan toplumu etkileyerek tarihin muharrik ve müşevvik amili olagelmiştir. Bireyleri, kurumları ve toplumları etkilediği için bunların kimliklerini de belirlemektedir. Mesela bir milletin milli kimliğinin ahlak sistemiyle ilgisi çok güçlüdür. Aynı örnekleri bölgeler için de verebiliriz. Karadenizlinin ahlak anlayışı ile bozkırlıların ahlakları arasındaki fark gibi. Köylü ile şehirli, memurla serbest çalışan ve işverenle işçinin ahlak ve çalışma anlayışları farklıdır.
            Sonuç olarak tarih ve ahlak birbirlerini hem etkiler hem etkilenirler. Birbirlerinin hem sebebi hem de sonucudurlar. Farklı anlamlardaki ahlakî olguların hepsinin de bu açıdan toplumlar üzerinde etkisi vardır. Toplumu da tarih gibi hem etkilerler, hem de toplumlardan ve kişilerden etkilenirler.


                                                                                                                                




· OMÜ, FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ TARİH BÖLÜMÜ, SAMSUN. fahris56@hotmail.com
[1] Coğrafyanın toplum ve medeniyet üzerindeki etkisi ile ilgili çok yaygın bir kitabiyat oluşmuştur. Bunlardan birkaçı: Kamil Günel,. Coğrafyanın Siyasal Gücü, Çantay Kitabevi,İst. 2008.; Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası c.I-II, Çev. M. Ali Kılıçbay, Eren yay. İst. 1989. Eserin özellikle birinci cildi coğrafyanın önemini anlatmaktadır. A. Toynbee, A Study of History, Oxford University Press, Eser Türkçeye çevrilmemiştir. Ancak iki ciltlik bir özet çevirisi vardır: Tarih Bilinci, Bateş yayınları İstanbul 1978; René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken Neşriyat İst. 1980, giriş bölümüne bakılmalı.
[2] Bu konu için bak. Toynbee, Tarih Bilinci ve Tarihçi Açısından Din, Çev. İbrahim Canan, Kayıhan yayınları İst., 1978; Ayrıca dinlerin genel insanlığa ve özel olarak bir topluma etkileri konusunda bir usta olan Mircea Eliade çok sayıda eser vermiştir. Onun eserleri bu alanda çalışacaklar veya bir şeyler okuyacaklar için vazgeçilmez mahiyettedir. Ayrıca naçizane bir çalışmamızı da kaydetmek istiyoruz: Fahri Sakal, “Medeniyet Tarihinde Din FaktörüProf. Dr. Enver Konukçu Armağanı Tarih Uğrunda Bir Ömür, Berikan Yayınevi Ankara 2012. S.395-412.
[3] TRT Müzik Dairesi Başkanlığı yayını olarak çıkan Türk Halk Müziği Sözlü Eserler Antolojisi c.I-II, 2. Baskı Ankara 2006 adlı eserde basit bir çalışma ile 40 kadar gurbet, sefer ve misafirlik kavramlarının geçtiğini tespit etmiş bulunuyoruz. Daha sıkı bir çalışma ile bu rakam artırılabilir.
[4] Bu konuda bakınız Fahri Sakal, “Folklor Ürünlerinin Tarih Araştırmalarında Kaynak Olarak Kullanılması”, Milli Folklor, S. 77 (2008), sh. 50-60.
[5] İran adının Arien/Arian'dan geldiğini burada hatırlatıyoruz.
[6] Bak. Ahmet Yaşar Ocak, Mülhidler ve Zındıklar,
[7] Papalığın bu politikası ile ilgili o dönemle ilgili farklı kaynaklarda bilgiler varsa da, Vatikan arşivlerinde bu konu araştırılmalıdır. Ancak gizli politika belirlenip uygulanmışsa yeterli ve açık bilgiye ulaşamayabiliriz.
[8] Bu konuda elimizde Prof. Dr. Mustafa Akdağ'ın Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası, Bilgi Yayınları, İst. 1980 ve Medreseli İsyanları adlı makalesi başta örnek olmak üzere ciddi yayınları vardır.
[9] Bu konu için güzel bir yazı tavsiye ediyoruz ki, "ben bu ilkede bir aydınım veya aydın olmaya adayım" diyen herkesin mutlaka okuması gerekir: Abdulbaki Gölpınarlı, "Mazi Özlemi ve Dün bugün", Kültür ve Sanat, S.7  1990, sh. 20-25.
[10] Türk tarihindeki örnekler için bkz. Mehmet Ali Aynî, Türk Ahlakçıları, İst. 1970.
[11] Orijinal adı: Max Weber,  Die protestantische Ethik und der Geist der Kapitalizmus.
[12] Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yay. İst. 1981.; Ülgener'in fikirleri ile diğer eser ve makaleleri hakkında bilgi için Murat Yılmaz'ın Hazırladığı Ülgener Armağanı, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 2005.
[13] İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri,
[14] Tarihi idealize eden, geçmişi bir asr-ı saadet gibi gören bu anlayış günümüzde zaman zaman bazı kişi ve çevrelerde görülmektedir. Ancak biz gerçekten müşterisini böylece komşusuna gönderen "ideal" esnafın olduğunu şüpheyle karşılıyoruz. Böyle bir iktisat ahlakı işadamı ahlakı ile uyuşmayacağı gibi samimi de değildir. Bunlar olsa olsa esnafa "böyle dayanışma içinde olun" diye telkin babında yazılmış ahlakî öğütlerdir.