23 Şubat 2014 Pazar

DEMOKRASİ NEDİR?

                                                     

DEMOKRASİ NEDİR?

                                                                                                                    Prof. Dr. Fahri SAKAL

            Demokrasi kavramı, Yunanca demokratia, (demos= halk, ahali) ve (kratia= iktidar) sözcüğünden türemiştir. Halk idaresi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelen siyasi yönetim biçimidir. Genel olarak adil temsil, çoğunluğun yönetimi, çok partili yarışma düzeni, alternatif hükümet şansı, halkın işleri kontrolü, iktidarın sınırlandırılması, hürriyetlerin yaygınlaştırılması, çok seslilik, güçlü bir sivil toplum ve azınlık haklarına saygı gibi temel kavram ve düşüncelere yer veren bir sistemdir. Demokraside bireylerin doğuştan getirilen veya sonradan sağlanan ırk, din, mezhep, sınıf, siyasi düşünce ve kıyafet farklılıkları gibi konularda üstünlük veya mağduriyetleri olmaz.  Kısacası demokrasi eşitlik ve farklılık rejimidir. Toplumdaki iktidar sisteminin, insanlar arasındaki farklılıkları normal görmesi, eşitlik ve farklılıkları zenginlik sayması gerektir.
DEMOKRASİ TÜRLERİ
            Çok farklı demokrasi örneği yaşanmış ve hala da farklı türde demokrasiler denenmektedir. Aralarında çok az fark olsa da sıkça görülen bazıları şunlardır:
            Doğrudan demokrasi: Siyasal karar alma hakkının, çoğunluk yönetimi usulleri çerçevesinde hareket eden bütün yurttaşlar topluluğu tarafından kullanıldığı yönetim tarzı ya da modeli olarak demokrasi, antik Yunan’da doğmuştur. Bu­nunla birlikte, nüfus artışının bir sonucu olarak ve bilgideki uzmanlaşmadan dolayı, doğrudan demokrasiyi belirleyen koşulları ve yurttaşların siyasi karar sürecine katılı­mı, modern devletlerin siyasal yapılarında gerçekleştirilemez olmuştur.
            Plebisitçi demokrasi: Yönetenler ile yönetilenler arasında aracısız bir şekilde işleyen ve "plebisit"lerle gerçekleştirilen demokrasi biçimi. Görünüşe göre bir tür doğrudan demokrasi modeli olmakla beraber, yönetenlerin, duygularına ve önyargılarına hitap etmek suretiyle halkı manipüle etmelerine imkân vermesi bakımından eleştiriye açıktır.
            Temsili demokrasi: Yurttaşların haklarını kişisel olarak değil, seçtikleri, yurttaş­lara karşı sorumlu olan temsilciler aracılı­ğıyla kullandıkları yönetim tarzıdır.
            Liberal veya anayasal demokrasi: Yurttaşların düşünce, ifade, girişim ve dini inanç özgürlüğü gibi haklarını güvence altına almak üzere, çoğunluk iktidarının belirli anayasal kısıtla­malar çerçevesi içinde uygulandığı yönetim modelidir. Bu bağlamda, tüm yurttaşların önemli kararlara etkin bir biçim­de katılması anlamında doğrudan olan verilir.
            Sosyal demokrasi: Kapitalizmin karşısında olan ve insanla­rı sermaye egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan görüş, sınıf savaşını kabul etmekle birlikte, ihtilalcı değildir, to­taliterliği ve her tür dikta rejimini reddeder. Sosyalizmi tam olarak reddetmez, ancak devrimle değil barışçı yöntemlerle makul bir sosyal devlet kurmaya çalışır. Marksizmi reddetmemekle birlik­te, onun sosyalizm üzerindeki tekelci etkisine karşı çıkar.
             Çoğulcu demokrasi: Çoğunluğun mutlak hâkimiyetini reddeden, azınlıktakilerin siyasal ve kültürel haklarının kabul edilmesi gerektiğini ve azınlığın da bir gün çoğunluk olabilme hakkının verilmesini savunan demokrasi anlayışıdır.
            Çoğunlukçu demokrasi veya mutlak demokrasi: Çoğunluğun kararlarının uygulandığı ve bu kararların mutlak olduğu demokrasi çeşididir. Yasalar, azınlık hakları, kuvvetler ayrılığı gibi etmenler çoğulcu demokraside alınan kararları sınırlandırırken çoğunlukçu demokraside, çoğunluğun aldığı kararlar sınırsız ve mutlaktır.
            Parlamenter Demokrasi: demokratik yönetim biçimleri arasında en yaygın uygulanış şeklidir. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi demektir. Parlamenter demokrasi ise halkın genel seçimle seçmiş olduğu parlamenterlerin veya milletvekillerinin bir parlamentoca yönetilmesidir.
            Oybirliği demokrasisi: Devlet yönetiminde alınan kararların, oy çokluğuna göre değil oybirliğine göre alındığı bir sistemdir. Belçika ve İsviçre demokrasi sistemleri oybirliği demokrasi sistemine yakındır. Politik kültürlerinde en önemli özellikleri; politik sistemde tek bir baskın gurubun oluşmasının engellenmiş olduğudur.'Kişilerin yanı sıra grupların varlığını onaylayan, kişilerin yanı sıra dini, etnik veya coğrafi vb. gibi temellere sahip belirgin farklı kimlikteki grupların kişilerle eşit öneme sahip olduğunu kabul eden bir demokrasidir.
TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ: Türkiye’de I. Meşrutiyet ile birlikte 1876/77 döneminde meşruti parlamentarizme geçilmiştir. 1908 de II. Meşrutiyetle birlikte bunun ikinci aşaması başlamış, özellikle 1909- 1913 arasında tam bir meşruti demokrasi yaşanmış, yasakların ve keyfi sınırlamaların olmadığı bir dönem görülmüştür. Tam bir çok partili demokrasi kurulmuşken İttihatçılar 1913 de yaptıkları darbe ile bu demokrasiyi bitirmiş ve kendi partilerinin dışındaki diğer partileri kapatmışlardır. Mütareke döneminde 44 adet parti ve dernek faaliyet halindeydi. Cumhuriyet Döneminde ise 1923 - 1946 arasında çok partili rejim denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmış, halkın demokrasiye hazır olmadığı iddia edilmiştir. Yani Türkiye'de Cumhuriyet çok partili rejimin bitirilmesi ve Tek-Parti rejiminin kurulması realitesinin kamuflajı durumundadır. 14 Mayıs 1950 de ilk çok partili seçimde iktidar ilk defa el değiştirmiş, zamanın bazı generalleri milletin bu seçimini geçersiz ilan etmek ve askeri müdahale yapmak istemişlerse de, İsmet İnönü milletin seçimine saygılı olduklarını bildirmiştir. Ancak 27 Mayıs 1960 da bir askeri darbe ile DP iktidarı bu kez devrilmiştir. Bundan sonra 1962, 1972, 1980 ve1996 yıllarında benzeri müdahalelerle demokrasi incitilmiş, milletin seçimi ve tercihi geçersiz ilan edilmiştir. Sonuçta Cumhuriyet Dönemimizde 180 kadar parti ve dernek kapatılmış, Türkiye bir partiler mezarlığına dönüşmüştür. Tek parti zihniyetiyle halkın henüz kendi adına karar alabilecek bilince ulaşmamış olmasından sürekli söz edilmiştir.  Hatta zaman zaman faşist ve komünist totaliter rejimlere hayran aydınlar görülmüştür. Bunlar demokrasi düşmanı rejimlerdir. Bunların dışında bir grup aydın da Fransız ihtilalinin Jacobin’lerinden etkilenerek, kendi gibi düşünmeyenleri zorla yönetmeyi, halkı baskı ile çağdaşlaştırmayı seçtiler. Kendilerinin düşüncelerini tartışılmaz doğrular olarak gören, halkı ise kendilerine itaat etmesi gereken “Hasolar- Memolar”, “kasketliler”, “avam sınıfı” veya “göbeğini kaşıyanlar” vb. şekilde adlandıran, dolayısıyla vatandaşı adam edilmesi gerekenler olarak algılayan bu azınlık, cumhuriyet tarihi boyunca Türk siyasetine yön verdi. Aydınlanma kavramı, kendini elit zanneden bu zorba azınlığın dilinden hiç düşmedi. Ancak yine aynı azınlık her türlü iktidarın meşruiyetini sorgulayan, dahası, 'otoritenin sorgulanması' kavramını bir değer olarak benimseyen aydınlanma anlayışına istisnalar getirmekte de mahzur görmedi.

            ÇOK PARTİLİ SİYASİ HAYATIN TERBİYE EDİCİ ETKİLERİNE DAİR
            1946-50 arasında çok partili hayata geçerken zamanın iktidarı programına şunları almıştı:
            1- Doğu’dan sürülmüş olanlar isterlerse tekrar yerlerine dönebileceklerdi. 2-Halktan zorla iane toplanmayacaktı. 3-Valilerin yetkileri anayasaya göre yeniden oluşturulacak, vatandaşın hak ve hürriyetlerinin teminat altına alınması için istinaf mahkemeleri kurulacaktı. 4-Köylülerin kendi okullarını yapma mecburiyetleri hafifletilecekti. 5-Sanayi ham maddelerinin halktan zorla toplanmasına son verilecekti. 6-1947 Kurultayı’nda din dersleri serbest bırakıldı. 7-Üst kademelerin tekelindeki parti meclisinin 40 üyeliği bütün partililere açılacaktı. 8-Parti’de genel başkanca yapılan atamalar delegelerin seçimine bırakıldı. 9-Parti’de mutediller hareketi oluştu. Bunlar muhalefete makul yaklaşıyor, siyasi eleştiriyi ve farklı fikirlerin savunulmasını yasaklamaya karşı çıkıyorlardı. 10-Dernek kurma bu dönemde serbest bırakıldı. 11-Kendilerine muhalif olanlara önceleri “avamdan”, “baldırı çıplak”, “basit kılıklı adamlar” yakıştırmaları yapmalarına rağmen, çok partili dönemde bunların da vatandaş olduğunu kabul ettiler. Cevdet Kerim İncedayı’nın halka “Haso-Memo” demesinin ezikliğini hep hissettiler.(Gerçi hala “bidon kafalı” veya “göbeğini kaşıyan adam” diyenler var ama ne yapalım, zamanla onlar da demokratikleşerek halka saygıyı öğrenir!). 12-Yüksek memurlar da halka saygıyı öğrendi. Artık halkı ciddiye almaya başladılar. 13-Uzun zamandır devam eden ve DP’nin eleştirilerine sebep olan İstanbul’daki sıkıyönetim 1947 de kaldırıldı. 14-Polise mahkeme kararı olmadan tutuklama kararı veren yasalar değiştirildi. 15-“Gizli oy, açık sayım” rezaletine yol açan kanunlar değiştirilerek çok partili demokrasiye hazırlık yapıldı. 16-İstiklal Mahkemeleri kaldırıldı. 17-Seçimlerin denetimi mahkemelere bu dönemde verildi. Daha önce iktidar partisinin eli altındaki hükümet memurları ve hatta jandarma seçim denetimi(!) yapıyorlardı. Mesela 1930 da Serbest Fırka, Belediye Seçimi’ne girme hatasını yapmış(!), içişleri bakanının emri ile valiler sonuçlara müdahale ederek sonuçları SCF aleyhine çevirmişlerdi. Yalnız iki ilin valisi “seçim vatandaşın serbest oylarıyla yapılır, biz oylara saygılıyız” anlayışıyla hareket ederek sonuçlara müdahale etmemiş ve o iki ilde seçimi Fethi Okyar’ın SCF’si kazanmıştı. Bu iki il Samsun ve Silifke idi. Samsun Valisi görevden alındı, Silifke ise ilçe yapıldı. 18-Gerçekleştirilecek reformlar Bayar’a danışılarak yapılıyordu. Bu da iki parti arasında iyi ilişkileri mümkün kılıyor; o ilişkiler de halka yansıyordu. Yani vatandaşlar arasında siyasi husumet azalıyordu. 19-Ş.Günaltay Hükümeti dini eğitim, basın yayın ve siyasi haklar konusunda liberal açılımlar getirmişti. Okullarda din dersleri, İmam Hatip ve İlahiyat fakültesinin kurulması bu sırada gerçekleşti. Bunu vatandaş takdir etmişti. 20-Özel sermayeye yeni faaliyet alanları verildi. 21-Gazete kapatma yetkisi hükümetten alınıp mahkemelere verildi. 22-Üniversitelere idari muhtariyet tanındı. 23-Yol vergisi, toprak mahsulleri vergisi ve varlık vergisi gibi yüz kızartıcı uygulamaların yanlışlığı kabul ve bir daha tekrar edilmeyeceği ilan edildi. 24-Basına yeni ve demokratik haklar verildi.
 Kemal Karpat’ın ifadesiyle, “Halk Partisi yirmi beş yıl içinde koyduğu hürriyeti kısıtlayan kararları birkaç ay içinde ya ortadan kaldırdı, ya da çok gevşetti. Böylece, belli derecede bir serbestleşmeye müsaade ettikten sonra genel seçimleri 21 Temmuz 1946 tarihinde yaptı.” Ancak bu seçim o meşhur “açık oy gizli tasnif” uygulamaları ve kamu görevlilerinin vatandaşın oyuna müdahalesi şikâyetleri içinde yapılmıştı.
            Sonuç olarak, çok partili hayat bizzat “tek parti” ye bile eğitici katkılar sunmuş, hem bu partimizi, hem de demokrasimizi geliştirici bir rol oynamıştır.
            Sınıf yapımız, insan ve devlet anlayışımız demokrasiyi bir çözüm olarak geliştiren ülkelerden farklı olduğu için bizde DEMOKRASİ ARAYIŞLARI samimi değildir. Diğer bir ifade ile bu toprak, meselelerine “demokrasi” adlı bir çözüm reçetesi geliştirmemiştir. Ortaçağdan kalma toprak ağalarına ve papazların tahakkümüne karşı Paris ve Londra’da aşağı sınıfların desteğini almak için onlara çapulculuk ruhu aşılayan ve faaliyetine “revolution” diyen bir zümrenin kendi problemlerine buldukları çözümün adıdır demokrasi. Dolayısıyla biz kendi dertlerimize çare olacak kendi rejimimizi (demokrasimizi) geliştirmeliydik. Bunu yapmadık ve şiş göbekli Fransız Burjuvasının hazır ceketini üzerimize geçirdiler. Ve onu işimize geldiği zaman hatırladık.

BU ÜLKEDE HER DÖNEMİN MAĞDURLARI DEMOKRASİ İSTER. ZAMAN GELİR, ROLLER DEĞİŞİR, İKTİDAR VE KAMU GÜCÜ EL DEĞİŞTİRİRSE, BU DEMOKRASİ ÂŞIKLARI DEMOKRASİYİ UNUTURLAR. DÜNÜN ZALİMLERİ MAĞDUR OLUR VE O ZAMAN ONLAR DA DEMOKRASİYİ BİR ÇIRPIDA HATIRLAYIVERİRLER. YANİ BU ÜLKEDE HAKSIZLIKLARIN DEMOKRASİYİ HATIRLATMAK GİBİ BİR OLUMLU ROLÜ BİLE VARDIR. DOLAYISIYLA 27 MAYIS, 12 EYLÜL VE  28 ŞUBAT SÜRECLERİ DARBE KÜLTÜRÜNE EN BÜYÜK DARBEYİ İNDİREN DÖNEMLER OLMUŞLARDIR NETEKİM!!!

KİTABIMIZ HAKKINDA USTA GAZETECİ VE FİKİR ADAMI TAHA AKYOL'UN YAZISI

OBJEKTİF
Taha AKYOL

Milliyetçi bir liberal

     AĞAOĞLU Ahmet Bey, Azerbaycanlıdır. Türkçülük akımının öncülerinden biridir. Atatürk’ün arkadaşıdır.
     Rusya’daki Pan Türkizm hareketi içinde bütün Türk dünyasını tanıdığı gibi, Petersburg Üniversitesi ve Paris Koleji’nde modern bilimlerle, Rus ve Batı kültürleriyle tanışmıştır.
     Türkiye’de İttihatçıdır. İngilizlerin Malta’ya sürgün ettiği ‘milliyetçi Türkler’den biridir.
     Sonra Ankara’da, Atatürk’ün yanındadır. 1939’da ‘muhalif’ olarak hayata veda edecektir.
     Müthiş bir bilgi ve tecrübe birikimi olan Ahmet Ağaoğlu hakkında yazılmış en iyi akademik araştırma, Doç. Dr. Fahri Sakal’ın "Ağaoğlu Ahmet Bey" adlı değerli kitabıdır. (Türk Tarih Kurumu, Ankara 1999)
     ***
     AĞAOĞLU Ahmet Bey, Garp (Batı) dünyasının gelişip Şark’ın geri kalmasında bireyin rolüne dikkat çeker. Biz daha çocuğumuzu yetiştirirken "dur, sus!" diyerek kişilikleri ezeriz; "istibdat" sosyal ve zihnî dinamizmi öldürür.
     Ağaoğlu, "söz gümüş ise, sükut altındır" denilmesini eleştirir:
     "Şarkta dil hakikaten başa beladır! İşte Şark susuyor, susuyor. Bütün bir Şark ‘meclis - i hâmûşân’ (suskunlar meclisi) olmuş. Fena da olmamış! Garp dilinin belası olarak gürültüler, kavgalar, savaşlar içinde yuvarlanırken, Şark, maşallah rahat rahat, mışıl mışıl uyuyor!" (Sf. 117)
     Eğitim sistemini eleştiren Ağaoğlu 1914’te şunları yazar:
     "Esaret ve istibdada yatkın bir sürü heyüla - i aceze yetiştirilir. Bu yanlış metodlar sonunda hep susan ve korkan bir nesil yetiştirmiştir. Sonra da onlara kabiliyetsiz ve zekasız muamelesi yapılıyor. Oysa onları böyle yetiştiren bu maarif (eğitim) zihniyetidir." (Sf. 129)
     Ve din konusu:
     "İslam, gitgide istibdadı okşayan, onu Allah’tan gelir bir nimet gibi gösteren cahil, dalkavuk, riyakar insanlar elinde bozulmuştur... İslamda şûra ve murakabe esastır, sevaptır, rahmettir... Bunlara göre ise günahtır, suçtur..." (Sf. 131)
     ***
     CUMHURİYET devrinde Ağaoğlu çok büyük bir ümit ve sevinç içindedir. Fakat kısa sürede amaçla gerçek arasındaki uçurumu eleştirmeye başlar. 1926’da "Büyük Gazi"ye verdiği raporda partiyi ve bürokrasiyi eleştirir, "yolsuzluk ve zulmün halkı çok bunalttığını" anlatır. (Sf. 44 vd.)
     Ve devlet partisi, "milliyetçi Ahmet Bey oğlunu yabancı memlekette okutacakmış!" diye alay ederek, oğlu Samet’in bursla yurtdışında okumasını engeller! (Sf. 47)
     Atatürk bir ‘murakabe’ (denetim) partisi olmazsa devlet partisinin ceberrutluğunu ve yolsuzlukları önlemenin mümkün olmayacağını görür: 1930’da "Serbest Fırka"yı kurdurtur. Ağaoğlu da oradadır.
     CHP ürker ve parti kapattırılır... Ağaoğlu, 1933’te Kadrocular’ı eleştirirken devletçilik konusunda şunları yazar:
     "Bunların anlamı milletin devlet tarafından yutulmasıdır. Çünkü millete hiç bir fonksiyon bırakılmamış, yığınlar tâbi, pasif ve maruz kaldığına tahammül eden sürülür haline dönüştürülmüştür." (Sf. 189)
     Dr. Sakal’ın tarifi doğrudur: Ağaoğlu Ahmet Bey, milliyetçi bir liberaldi. (Sf. 181. vd.)
    
     
t.akyol@milliyet.com.tr


15 Şubat 2014 Cumartesi

GÜÇLÜ TÜRKİYE İÇİN POLİTİKA ARAYIŞLARI:

 

MUSİBETİN ÖĞRETECEĞİ

                                                                                                                                           Prof. Dr. Fahri SAKAL


                Gazete sayfasında bir yaşlı Japon resmi duruyor; endişeli ve kederli yüzü teknoloji devi ülkesinin çaresizliğini ilan edercesine dalgın ve gözleri sanki ufkun ötesine bakıyor.  Kader nükleer felaketi önce onların üzerinde deneyip sonra insanlığa bu deneyden süzülmüş ve çıkarılmış bilgi olarak sunmaya azmetmiş, 1945’te Hiroşima ve 2011’de ise Fukuşima felaketleri ile o topraklara radyasyon ekip kanser biçmeye programlanmış gibi. Bunları düşünürken aklıma büyük usta Akira Kurosava geliyor, herhalde onun öğrencilerine veya ekolünden gelenlere yeni “Ağustosta Rapsodi” konuları ilham edecek bir musibet yaşıyorlar… Belki de on iki ay rapsodi veya kim bilir yıllar sürecek rapsodiler!
            Ama inanıyorum ki bu çalışkan, intizamlı, vakur ve milli geleneklerini çağın kültür emperyalizmine karşı korumayı en iyi bilen, ancak çağın bilim ve teknolojisini de gelenekleri ile en mükemmelce harmanlayan Japon dostlarımız, çok çok ağır faturalar ödeseler de bu dehşet-engiz felaketler silsilesinin de üstesinden geleceklerdir.
            Bu hadiseler dünyada ve Türkiye’de elbette çok tartışılacaktır. Özellikle nükleer santral karşıtları ellerinin güçlendiğini düşünmektedirler. Ancak bizim santral yapacağımız bölgeler 9 şiddetinde bir depreme şahit olmadığı gibi, şimdiki santrallerin hiç biri 1970 modeller gibi değildir. Evet, çevreci olmalıyız, zaten bu yazı da sonuna kadar okununca görülecektir ki, çevreci bir yazıdır. Ancak bizim çevreciler her şeye karşı olduklarından, onların argümanlarını tartışmayı gereksiz buluyoruz. Nükleer, termik, hidrolik v.s. santrallerin hepsine karşıdırlar. Ancak çok pahalı ve ithal doğal gazla çalışan çevrim santrallere nedense karşı çıkmıyorlar. Fakat bu bir düşman oyununa benziyor. Türkiye enerjide dışa bağımlı kalsın ve pahalı elektrik tüketsin ki ekonominin pahalı enerji yüzünden rekabet gücü zayıf olsun mu istiyorlar?
            Türkiye’nin acil ihtiyaçlarından biri, bol ve ucuz elektrik üretip, sanayi ve ekonominin üzerindeki enerji fiyatlarından kaynaklanan maliyet artışlarını gidermesi ve ekonomimizin dünya pazarlarında rekabet gücünü artırmasıdır. İkinci ihtiyaç ise artık ufukta görülmüş olan elektrikli araçların yaygınlaştırılması ve otomobilden otobüse, kamyondan trene kadar her türlü kara taşıtlarının elektrikle işletilmesi yoluyla eksoz gazlarından ve pahalı yakıtlardan kurtulmamızdır. Bunun için de şimdilerde Almanya kaynaklı güneşten elektrik üreten sistemlerin Almanlarla anlaşılarak Türkiye’de üretilmesi gerekiyor. Ancak basından takip ettiğimiz kadarıyla bunlar henüz çok pahalıdır. Çözüm için bunların Türkiye’de üretilmesi ve o tesislerde çalışanların ücretleri ve diğer işletme giderleri büyük ölçüde sübvanse edilerek bu güneş pillerinin ucuza mal edilmesidir. Bunların ucuza mal edilmesi ve Anadolu’nun küçük akarsularında verilen ruhsatlarla “dere akar Türk bakar” devrinin bitirilmesi ve diğer ucuz elektrik üretme imkânlarının sonuna kadar değerlendirilmesiyle bol ve ucuz elektriğe ulaşmalı ve elektrikli araçları yaygınlaştırmalıyız. Hatta şu andan itibaren petrol aramalarına ayrılacak sermaye güneşten elektrik üretimine ve elektrikli oto üretimine ayrılsa, Türkiye bu işten daha kârlı çıkacaktır.
            Bunun ekonomiye de büyük katkısı olacak, ezeli derdimiz olan cari açığa da bu yolla çözüm bulunacaktır.

            Bol güneşimizden faydalanarak ucuz elektriğe kavuşmalı ve elektromobillerle temiz ve ucuz ulaşımı gerçekleştirmeliyiz. Tertemiz, yemyeşil, müreffeh ve güçlü bir Türkiye artık mümkündür ve ufukta belirmeye başlamıştır.

14 Şubat 2014 Cuma

TARİH VE AHLAK
                                                                                                              
                                                                                                                Doç. Dr. Fahri SAKAL·
Tarih ve ahlak birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen, aynı zamanda birbirinin sebep ve sonuçları durumunda olan ve çok ciddi illiyet bağları oluşturan kavramlardır. Diğer bir ifade ile ahlak yaşanan tarihi süreç içinde toplumu etkileyen olay ve olgular tarafından yüzyıllar içinde yavaş yavaş oluşturulduğu gibi, kendisi de zaman içinde liderleri, normal kişileri, toplumları ve kurumları etkilemiş ve olayları-olguları yönlendirerek tarih yapıcı bir faktör olarak tebarüz etmiştir. Tarihi çağların ve tarihi yaşanmışlığın ahlakı etkilemesi ve tersine ahlaktan etkilenmesi ile ilgili insanlık tarihinde yapılacak bir gezinti bu iki kavramın birbiriyle nasıl illî bağlar oluşturduğunu gösterecektir.
Toplumların tarihi, ortak geçmişleri olarak onların gelişmesinde ve ortak özellik ve kabiliyetlerinin oluşmasında coğrafya[1] ve dinleri[2] ile birlikte en baskın faktörlerdendir. Bu üçü toplumları oluşturan, biçimlendiren ve kimlikleri belirleyen en esaslı amillerdir. Tarih bir ortak geçmiş olarak toplumları inşa ederken onların her türlü değerlerine de etki yapmaktadır. Bunlardan biri de ahlaktır.
Ahlakın faklı anlamlarını burada tartışacak değiliz. Ancak meramımızı anlatabilmemiz için şu kadarını aktarmalıyız. Ahlak, huy ve yaratılış anlamlarındaki Arapça ‘hulk’ un çoğul şeklidir. Huylar, tabiatlar( ki bunda da yaratılış anlamı saklıdır.), insanın yaratılıştan getirdiği veya sonradan cemiyet ve çevresinden edindiği değerlerin toplamıdır. Tarih boyunca ahlak-ı hasene (güzel ahlak) ve ahlak-ı zemime (kötü ahlak) gibi iyi ve kötü ahlak terkipleri yapılmıştır. Batı dillerinde de benzer anlamları vardır: İngilizcede aralarında anlam farkı pek az olan "Ethics", "morality" ve "morals" kelimeleri varken Fransızcası "moralité" olarak bilinmektedir. En fazla ve farklı anlamlar ise Almancadadır. "Ehre", "ethos", "gesittung", "moral", "moralitaet", "sitte" ve "sucht" gibi kavramlar şeref, namus, haysiyet, itibar, töre, terbiye, uygarlık, adet, disiplin ilh… Çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir.
Ahlak bu farklı manalarıyla bireysel ve toplumsal pozitif değerler yekûnu olarak tarihten süzülüp günümüze gelmiş, tarihî ve günümüz nesillerini yönlendirmiş bir olgudur. Bir bakıma sosyal bünyenin zaman (tarih) içinde tecrübeleri sonucu oluşmuş değerler manzumesi olduğu gibi, sosyal bünyenin yine zaman içinde oluşmasını, biçimlenmesini, başka toplumlarla farklılaşmasını, bazı kültür, sanat ve medeniyet dallarında ilerlemeyi-gerilemeyi veya farklılıklara yol açmayı, diğer bir ifade ile toplumun kendine mahsus değerler üretmesini sağlayan, tetikleyen ve etkileyen bir toplumsal değerdir. Toplumun tamamını yönlendirmesi ve o topluma mahsus değerleri oluşturmasıyla toplumsal ve milli kimlik oluşturan en belirgin unsurlardan biridir. Bütün milletler yaşadıkları ortak geçmiş(tarih)lerinin etkisiyle ahlakî düsturlar oluşturmuşlardır. Bunlarda hiç şüphesiz başka etkenler de söz konusu olmuştur. Özellikle din bu alanda çok yönlendirici olmuştur. Mesela dinlerin gösterdiği istikamette gelişmiş olan toplumların evlilik anlayışları, nikâh usulleri, ahlak ve hukuk sistemleri, tek eşlilik ve çok eşlilik gibi farklı aile yapıları toplumların bugünkü aşk ve evlilik ahlaklarını, hatta namus telakkisini etkilemiştir. Bu konuda çok örnek verilebilir; biz burada “Katolik nikâhı” üzerinden batılı toplumların aile, ahlak ve namus anlayışları üzerinde bir deneme yapmak istiyoruz: Katolik Hıristiyanlığın evlilikte boşanmaya engel hükümleri dinler tarihinin toplumlara etkisi bağlamında mukayeseli olarak değerlendirilirse bazı ahlakı zafiyetlerin kaynağı olduğunu görürüz. Bir kere nikâhta evet dediği eşine ölüme kadar bütün geçimsizlik, hastalık, cinsel uyumsuzluk ve hatta ilişkisizlik hallerine rağmen sabredecek; karşılıklı nefrete yol açacak anlaşmazlıklara rağmen eşler birbirine katlanacaktır. Mükemmel bir sadakat ve fedakârlık örneği gibi görülse bile aslında bir sadakatsizlik amili olan bu durum, eşlerin ayrılamaması hallerinde evlilik dışı ilişkileri teşvik etmektedir. Ayrıca nasıl bir kişiyle evleneceği, onun cinsel hususiyetleri-boşanmak mümkün olamayacağı için- önceden test edilmesi ihtiyacı doğduğundan, evlilik öncesi cinsi münasebetler yaygınlaşıp meşrulaştırılıyordu. Zaten evli eşler -evlilik dışı- ilişkilere girerken bekârlar neden yapmasındı? Böylece zaman içinde bu istikamette bir ahlaki yapısökümü ve yeni bir ahlakî yapılanma meydana gelmiştir. İşte bu hal batılı evli kadınların iffet anlayışlarını ciddi olarak erozyona uğratmıştır dersek yanılmış mı oluruz?
Aynı şekilde toplumsal dokunun tarih boyunca yol açtığı değişik olaylar halk hafızasında iz bırakırken, tarihi süreçte yaşanan olaylar ve denenen kurumlar da aynı şekilde muhayyilede yer etmekte ve ahlakı etkilemektedirler. Tarihinde sınıf kavgası olan toplumların zengin fakir ilişkileri ve yardımlaşma ahlakının zayıf olmasına mukabil; sınıf kavgası yaşamayan cemiyetlerde bu ilişkilerin daha güçlü olduğunu biliyoruz. Avrupa’da vakıfların ve vakıf medeniyetinin İslam Dünyasına göre daha zayıf olmasının sebebini burada aramak gerek. Vakıflar ve yardımlaşma kültürü tarihi yaşanmışlıkların bir sonucu olarak milletlerin bu sahadaki zihniyet ve ahlakına etkide bulunmuşlardır. Tabii İslam’daki sadaka-i cariye anlayışı ve yardımlaşmayı teşvik eden diğer hükümler de İslam ahlakına bu minval üzere etki etmişlerdir.
Çin ahlakı da tarihleri boyunca orada yaşanan feodal yapının ve Konfüçyüs başta olmak üzere bazı düşünürlerin ahlaki öğretilerinin bir yansımasıdır.
Halkın yaşadığı coğrafya da tarih boyu bütün toplumlarda kültürü ve ahlakı etkilemiştir. Ormanlık bir coğrafyada milli kimliği oluşup gelişen Ruslarla çöllerde yaşayan Arap ve Berberilerin veya bozkırın fatih unsurları olan Türklerin ve Moğolların ahlak anlayışlarının aynı olması beklenemez. Mesela Türk ahlak ve kültür anlayışı neden eve geleni “Tanrı misafiri” saymıştır? Misafir sefere, yani yola çıkandır. Göçebe kültürlerde her ferd ömrünün büyük bir kısmını yolda/seferde geçirmektedir. Yol çilesini bilen, seyahat kültürüne sahip bir toplumun bireyleri bir gün, hatta sık sık kendileri de birilerinin kapısına misafir düşeceklerini unutmazlar ve gelene hoş bakarlar. Türk toplumu bugün hâlâ “misafir bereketi ile gelir” inancını beslemektedir. Bu anlayış gerek Türkistan’daki gerek Türkiye’deki göçebeliğin ruhlarda bıraktığı seyahati kutsayan izleridir. Onlar bilirler ki ömürlerinde birkaç defa, belki de devamlı olarak kendileri de yola revan olacak, birilerine “tanrı misafiri” olarak muhtaç kalacaklardır. Bu duygulara aşina bir insanın eve veya kapıya geleni başka türlü karşılaması beklenebilir mi? Bu yaklaşım ve anlayış tarih boyunca bir kültüre ve ahlakî norma dönüşmüş; felsefi, edebi, tasavvufi ve ahlaki eserlerde, hatta halk türkülerinde işlenmiştir.[3]Kayudan kelir men kayuya yolum?” diyen Yusuf Has Hacip hayatın bir yolculuk olduğuna vurgu yapmıştır. Bu kadar tabii, bu kadar ilahi sayılan seferleri ve misafirliği bu millet kutsamış ve insan hayatını “iki kapılı bir handa”  gece gündüz bir yürüyüşe benzetmiştir. Bu açıdan edebiyata yaklaşınca Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”nın önemini daha iyi anlarız. Tarihten beri yerleşik yaşayan bir toplumda emin olunuz böyle bir şiir yazılamazdı. Adeta Türk toplumunun ve ahlakının sosyoekonomik bir çözümü ve Türk Tarih Felsefesinin bir yorumu bu şiirde yapılmaktadır. Tabii bütün bunlar bu bakış açısı ile üzerinde durulup düşünülünce görülecektir. Göçebe kültürü ve onun doğurduğu ahlak hem tarihî, hem ekonomik ve hem de kültürel olgulardan beslenir. Aynı zamanda aynı unsurları da tekrar besler. Daha açık ifade ile hem sebeptir hem de sonuç.
Bu kültür ve ahlaki normlar halkın sözlü edebi ve kültürel ürünlerinde de yer almıştır. Halk felsefesini ve dünya görüşünü en iyi onlardan takip edebiliriz.[4] Atasözlerimiz Türk ahlakının ve tarihteki tecrübe ve yaşanmışlıkların izlerini bize göstermektedir.  
Aslında biliyoruz ki toplumların ahlaki normları temel konularda benzerlik göstermektedir. Hırsızlık, yalancılık, zina, iftira ikiyüzlülük, vs her toplumda gayri ahlaki fiil ve hallerdir. Ancak ayrıntıya bakınca toplumdan topluma ve kültürden kültüre farklı ahlaki düsturlar görülebilmektedir. Bu farklı norm ve düsturlar toplumların tarihleri boyunca yaşadıklarının günümüze kadar gelmiş izleridir. Bazıları salt ahlak, bazıları ise kültürel, dini, mezhebi, sosyal ve bölgesel mahiyette geleneklerdir.
Ahlaki normların toplumların geçmişinde yaşananların etkisiyle oluştuğunu Polinezya veya Afrika yerlileri üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir. Sosyolog, antropolog, tarihçi ve kültür adamlarının bulgu ve tespitleri cemiyetlerin binlerce yıldan beri bazı olayları tecrübe ede ede ahlaki normlara dönüştürdüğünü göstermektedir. Avrupa kadınının iffet anlayışı, Türk misafirperverliği ve yardımseverliği konularına ilave olarak diğer toplumlardan da ahlaki örnekler verebiliriz: Hind Kültüründeki et yememe ve ineklerin kutsallığı dini bir motif sanılır. Evet onların dini metinlerinde bu tür hükümler bulunmaktadır. Halbuki sıcak ve nemli bir iklime sahip olan o coğrafya kalorisi yüksek et ve benzeri gıdaları her halde tarih öncesinde ve ilk tarih çağlarında denemişler ve vücutta oluşan yüksek harareti tanrının cezası diye yorumlamış, yani öyle sanmışlardı. El Birunî'nin bir avuç pirinç lapasıyla bir gün idare eden Hindu'ya karşı bir oturuşta bir koyun budunu bitiren Türk karşılaştırması manidardır. Türkistan'ın karasal ikliminde kışların aşırı soğuk geçmesi karşısında vücuda enerji ve ısı verecek yüksek kalorili et bazlı gıdalara ihtiyaç bugünkü tıbbın kolayca açıklayacağı bir gerçektir. Hindistan'da ise pirinç ve benzeri düşük kalorili gıdalar sıcak ve nemli muson ikliminde en uygun beslenme yöntemiydi.
İslam'ın mekruh saymasına rağmen Türkistanlı Müslüman Türklerin at eti ve kımız kullanmaktan çekinmemesi, aksine severek tüketmeleri de bozkırın iklimine ve hayvan beslemeye uygun coğrafyasına bağlanmaktadır. Ortaasyalı at ve koyun etini severek tüketir, çünkü bu hayvanlar göçebe hayatın temelidir ve yüksek enerjiye ve kaloriye ihtiyacı vardır ki bunları en kolay beslediği koyun ve atın etinden alabilmektedir. Türklerde at ve koyunla ilgili inançlar, değer yargıları ve ahlaki düsturlar yaşanmış bir tarihin günümüze ve geleceğe bıraktığı değerlerdir.
            Toplumların tarih boyunca şahit oldukları uygulamalar ve denedikleri kurumlar onların günümüz ahlakını, kültürünü, hatta din ve mezhep anlayışını belirlemektedir. Birkaç büyük İslam ülkesinde dinin farklı yorumlarla uygulanması bu gerçeğe dayanmaktadır. Bu üç ülkenin pagan dönemdeki inanç ve kültür yapılanması ve İslami dönemdeki tarihi olgular, geçirdikleri istihaleler bunların günümüzdeki din, mezhep, kültür ve ahlak düzenlerini etkilemiştir.
            Türkiye'deki İslam anlayışı Alevi ve Sünnî versiyonlarıyla Türk tarihinin bir yansımasıdır. İslam öncesi pagan dinler, özellikle Kamlık hem Alevî hem de Sünnî itikatları etkilemiştir. Aynı durum Türk ahlakının gelişiminde de geçerlidir. Kamların rollerini Hz. Ali'de gören Türklerin Aleviliği ile "bir Tengri" anlayışını İmam Maturidî yorumuyla benimseyen Sünnilik bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aynı etkinin ahlakî alanda da gerçekleştiğini tekrar hatırlatmayı gerekli görüyoruz.
            İran İslamlığında görülen farklılık da bu ülkenin pagan döneminin etkisine bağlanmaktadır. Özellikle İslam Dünyası'nda en belirgin sınıf farklarının İran'da görüldüğü unutulmamalıdır. Dihkanların fakir köylü üzerindeki tahakkümü ve diğer pagan kurumlar İran'ın ahlakî anlayışını etkilemiştir. On iki imam ve Ayetullahlık kurumunun ruhbanlığa benzemesi de tesadüfi değildir: Avrupalılarla tarih öncesi çağlardan gelen akrabalık, yani Arien/ Ârî kavimlerin ortak dini kültürleridir.[5] Eski İran dinleri, özellikle Mazdeizm'in etkisi gözden uzak tutulmamalıdır. Hatta İran'da geçerli Mut'a nikahı uygulamasını da biz Mazdekçi etkilerin İslam içindeki etkisine bağlamayı -ihtiyatla olsa bile- düşünüyoruz. Ayrıca Kadisiye ve Nihavend muharebeleriyle yerle bir edilen eski ve ortaçağların mağrur İranı, o zamana kadar hiçbir imparatorluk kuramamış Hicaz yöresinin tüccar ve bedevîleri karşısında yenilgiyi bir türlü kabul edememiş, fetihten sonra İslamlaşmasına rağmen, İslam hilafetine ve devletine muhalif olan her unsurun içine sızarak Arap-İslam Hilafet devletini yıpratacak her heretik hareketi desteklemiş, Şia İran'da böyle vücut bulmuştur.[6] Tabii ki Kerbela faciasının yöre Müslümanları üzerindeki etkisi de ayrıca gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak bunun bir siyasi İslam/mezhep haline gelmesi mağrur İrancı düşüncenin Arap hakimiyetine direnci ile açıklanması bizce makul bir fikirdir.
            Şah İsmail'in kurduğu Safavi Devleti de İstanbul'un fethinden sonra Papalığın Osmanlıyı arkadan kuşatması politikasının bir tezahürüdür. Papalık İslam dünyasını çökertmek için sadece Haçlı Seferlerini başlatmamıştır. Önceleri Moğollarla işbirliği yaptıkları biliniyor. Moğollar doğudan Papalık ve Haçlılar batıdan İslam Alemi'ni istila edip tahrip ve yok etmeyi planlamışlardı. Bu politika çerçevesinde Mısır'a papalık tarafından iktisadi-ticari abluka ve ambargo politikası da uygulanmış; bunu gerçekleştirmek için İtalyan tüccar devletlerine Mısır üzerinden ticaret yasağı getirmiş, yasağa uymayan gemilerin papalık donanmasınca batırılacağı ilan edilmişti. Çünkü hem Moğollara, hem de Haçlılara en ciddi direnişi yapan yönetimler güçlerini büyük ölçüde Mısır'dan alıyorlardı. Baybars'ın Moğollara ve Selahaddin Eyyubi'nin Haçlılara karşı kazandıkları zaferler hatırlanmalıdır. Bunun için iki istilacı güç Mısır'ı iktisaden çökertmeyi düşünmüşlerdi.
            İşte bu papalık siyasetinin Fatih Sultan Mehmed'e karşı tekrar yürürlüğe konduğunu düşünüyoruz. İmam Cafer (Ebu Hanife'nin hocalarından biridir), Erdebilli Şeyh Safiyüddin ve Şeyh Cüneyd gibi kurucuların farklı mezhep yorumları hiç bir zaman İslamı siyasi olarak bölecek mahiyet arz etmemişti. Ayrılığın kemikleşip siyasal mahiyet alması Safavi iktidarı ile olmuştur ki temelleri Fatih devrinde gizlice atılmış ve Sultan ölünce papalık şükür ayinleri yapmış, bilindiği gibi iki oğul birbirine düşünce Cem'e Hıristiyan olması karşılığında hem Avrupa'nın hem de Osmanlının liderliği vaat edilmişti. İşte bu yıllarda Şah İsmail isimli bir Türkmen lider ortaya çıkıyor, Osmanlının kozmopolit ve devşirme, mühtedi ve dönmeleri içinde kaybolmuş Türkmenlerine hoş görünecek şekilde nefis Türkçe şiirler yazıyor; daî isimli müritler bu şiirleri Anadolu Türkmenleri arasında dilden dile elden ele yayıyorlardı. Bu şiirlerin ve propagandanın etkisiyle Anadolu'dan İran'a doğru gerisingeri bir göç başlıyor, Anadolu'nun insan kaynakları boşalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Avrupa ile mücadelesinde tımar sistemi (ki hem tarım ekonomisinin hem de askerliğin temelidir) ciddi zarar görecek ve devletin yıkılmasına yol açacaktı. Sadece İran'a yakın topraklar değil, mesela Antalya civarındaki Teke Türkmenleri bile İran'a doğru göçe kalkmıştı. "Şaha doğru giden kervan" sayısı yıldan yıla artıyor, Anadolu boşalıyordu. Herhalde Papalığın ve Haçlıların istediği de bu idi. Bu ayrılık davasını "Ali aşkına" yaptığını sanan Anadolu ve İran Türkmenleri veya diğer etnik kökenlere mensup Müslümanlar oynanan bu Haçlı oyununu göremezlerdi. Hala da aydınlar bunu görebilmiş değildir.[7] İşte Yavuz Sultan Selim'in sert tedbirleri Anadolu'nun böylece boşaltılmasına karşı alınmıştı. Yoksa Kerbela' dan beri mevcut olan bu akıma ne Selçuklu, ne de Osmanlı herhangi bir sert tavır içine girmemiştir.
            Anadolu Türkmenleri böyle bir politika ile "Şaha doğru" gidişlerini sürdürselerdi, Şah ve İran güçlenecek, ama Sultan ve Osmanlı zayıflayacaktı. Bu da Avrupa istikametinde ilâ-yı kelimetullah kavgası veren İslam'ın aleyhine ve Haçlıların ve papalığın lehine olacaktı.
            Üçüncü ülke olarak Arabistan'ı ele almak istiyoruz. Bir kısmı Karmati Şiilerinin elinde  ve zaptı oldukça zor bir bölge olan Güney doğu Arabistan biraz bizim Türkmenler gibi yerleşik hayata geçmeyen, devlete bağlanmak, vergi ve asker vermek istemeyen, özetle başına buyruk yaşayan bir halktı. Yemen kendi ücra köşesinde kendi haline yaşarken, Hicaz hem hacılar, hem de ticaret sayesinde para kazanan gururlu Araplarla meskûndu. Araştırmacılar Arap tarihî sosyolojisinin bu özellikleriyle Vahhabîliği doğurduğunu düşünmektedirler.
            Ülkelerin dinini bu kadar bariz şekilde belirleyen tarihî şartlar, aynı şekilde ahlakî yapıyı da etkilemez miydi? Zaten ahlak büyük ölçüde tarihi yaşanmışlıklarla beraber dini hüküm ve anlayışların günlük hayattaki uzantısı olduğundan, coğrafya, din, ahlak ve tarihi yaşanmışlıklar aynı kategoride bir dizi etkiler ve etkenler silsilesi oluşturmaktadırlar. Başta bahsedilmiş olan illiyet bağı bu hususta değerlendirilmelidir.
            Türkiye'nin yakın tarihi de ahlakî normları etkileyen olguları bize göstermektedir. "Softa" kelimesinin günümüz Türkçesinde olumsuzluklar çağrıştıran anlamı herkesçe bilinmektedir. Hâlbuki bu kelime aslında medrese talebesi demek olan suhte'den başka bir şey değildir. Halkımız medrese talebelerini de medreseyi de sevdiği halde "softa"yı neden sevmemiştir? Cevap Celalî isyanları esnasında işlenen medreseli suçlarından çıkarılacaktır. Suhtelerin hataları kendilerinin asırlar sonrasında bile "ahlaksızlık amili" görülmelerine neden olmuştur.[8]
            Diğer bir örnek İstanbul ahlakı üzerine olacaktır. Osmanlı İstanbul'u bir efendilik, çelebilik, beylik, beyefendilik, hanımlık, hanımefendilik, saraylılık ve "saraylı hanım"lık merkezi idi. Selamlaşmalar, yardımlaşmalar, haddini bilmeler, nezaketin ve asaletin binbir güzel numunesi orada yaşanır ve yaşatılırdı.[9] O şehir Yahya Kemallerin, Tanpınarların, Ekrem Hakkı ve Samiha Ayverdi'lerin ilh daha nice Osmanlıyı tanıyan cumhuriyet aydınlarının öve öve bitiremediği bir güzel ahlaklı insanlar şehri ve Osmanlı tarihinin bir armağanı idi. O ahlak da o tarihin bir eseri ve bizlere bir yadigârı idi. Maalesef tarihi dokusunu da ahlaki ruhunu da koruyamadık. Korumak ne kelime, ona ve değerlerine düşmanlığı, ahlakını zemmetmeyi çağdaşlık, hatta cumhuriyetçilik sananlarımız oldu. Bir taraftan modernlik denen çağdaş zevksizliğe, diğer taraftan, gecekonducu ilkelliğine teslim ettik.
            O şehirle beraber o çelebi insanlar da sanki beyaz atlara binip gittiler...
            Tarih ahlak ilişkisinde ikinci bahis, ahlakın tarih yapıcı ve yönlendirici özelliğidir. Bu anlamdaki ahlakı biraz da anlayış, kültür ve telakki babında değerlendiriyoruz. Toplumların tarihleri boyunca yaşadıklarından ve yarattıklarından süzülüp gelen, sonraki nesillere bırakılan değerler yekunu olan ahlak ve muhtelif telakkiler aynı zamanda tarih yapıcı özellikleriyle de bilinmektedirler. Tekraren belirtmeli ki, bu değerler ister ahlak adıyla anılsın ister başka adla, din ve coğrafi yapının din ve coğrafi yapının büyük ölçüde izlerini taşırlar. Dolayısıyla İslam Ahlakı, Hıristiyan Ahlakı, Protestan ahlakı, Musevi Ahlakı, Budist Ahlakı... gibi adlarla anılırlar. Coğrafi veya sosyolojik olarak da kaydedebileceğimiz ahlak türleri vardır: Dağlı ahlakı, şehirli ahlakı, esnaf ahlakı, işadamı veya burjuva ahlakı, köylü ahlakı, göçebe ahlakı, memur ahlakı veya zihniyetleri bu minval üzere değerlendirilebilirler. Aynı konuda kişilerin adıyla anılan ahlaki veya ideolojik sistemler ve telakkilerden de bahsedilebilir: Konfüçyus'un ahlak ve telakkilerinin Çin ahlak ve dünya görüşünün oluşmasındaki etkileri herkesçe bilinmektedir. Kişiler aynı zamanda bir din, ideoloji veya benzer bir sistem kurdukları için salt ahlakçı olarak anılmayabilirler, ama ahlaki öğretilerin büyük bir kısmı bu şekilde tarihi kişilerce ortaya atılmıştır.[10]
            Burada söz konusu olan ahlak genel anlamıyla kabul edilen ahlaktan ziyade, çalışma anlayışı, meslek adabı iş anlayışı anlamında, yani telakki ve zihniyet demektir. Bu anlamdaki ahlak ve zihniyet anlayışlarının tarihe etkisini en bariz şekilde bilim dünyasına sunan Alman bilim adamı Max Weber olmuştur. Onun Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu[11] adıyla bilinen çalışmasında vardığı sonuçlar kendisine karşı çıkanlar için bile ufuk açıcı olmuştur. Weber'e göre Protestan ahlakı insanları bu dünyadan uzaklaştırıp uyuşturan Katolik ahlakına karşı geliştirilmiş ve çalışmayı, para kazanmayı, iktisadi verimliliği ve yatırımları teşvik eden bir anlayışı hakim kılmıştır. Gerçekten Avrupa'da uyanışı ve gelişmeyi büyük ölçüde Katoliklikten Protestanlığa geçen ülkelerin yapmış olması bu tezi kuvvetlendirmektedir. Gerçi bu gelişmeyi liberal düşünürler burjuvazinin doğuşunun eseri görmüş, yani sebep ile sonuç onların tezinde yer değiştirmiştir. Onların tezleri de yine çalışma ahlakı anlamında bizim konumuza başka bir örnek zenginliği kazandırmıştır. Weber'in Protestanlığın gelişmesiyle çalışmanın bir ibadet gibi kutsandığı ve bu mezhebin yayıldığı bölgelerde iktisadi hamlelerin ve kalkınmanın hızlandığı tezine karşı, piyasa ekonomisini savunan liberaller, Weberyen tezde sebeplerle sonuçların yer değiştirdiğini ileri sürdüler. Onlara göre söz konusu ülkelerde önce girişimci sınıflar (burjuva) doğmuş, asillere ve kiliseye karşı mücadele ederek yeni bir çalışma anlayışı oluşturmuş, yeni bir iş ve meslek telakkisi geliştirerek, işi, kazanmayı, üretimi ve tasarrufu kutsayan bir iş ahlakı doğurmuştur. Bu zihniyet Hıristiyanlığı da kendine göre yorumlamış ve bir işadamları mezhebi gibi telakki edilen Protestanlık bu ortamda doğmuştur.Adeta tırnağı ile kuyu kazarcasına servet biriktirerek yatırım yapan bu insanlar elbette çalışmayı kutsayacaktı. Papalık gibi "tanrı tüccarı sevmez" diye düşünmeyeceklerdi. Diğer bir ifade ile burjuva Katolik Hıristiyanlığı gerici bulmuş, çalışmayı ve servet biriktirmeyi teşvik eden, faizi meşru gören bir iş adamları mezhebi, bir girişimciler dini oluşmuştur. Weber ile liberallerin bakış açılarını şu şekilde formüle edebiliriz:
            Weberyen görüş:
Protestanlığın doğuşu+Protestan çalışma ahlakı ile girişimciliğin teşviki+ girişimci bir sınıf(burjuva)ın doğuşu=ekonomik gelişme.
            Liberal görüş
Burjuvanın doğuşu+burjuvanın Hıristiyanlığı işadamı mantığı ile yorumlayacak ortamı oluşturarak Protestanlığı doğurması+Protestan iş ahlakı=Ekonomik gelişmenin başlaması.
Her iki halde de Avrupa'da gelişmeyi sağlayan faktör çalışma ahlakının, meslek adabının ve iş adamı zihniyetinin değişmesi ile olmuştur diyebiliriz. O halde iş ahlakını değiştiren faktör ister burjuva olsun ister Protestanlık, bizi burada ilgilendiren onu neyin değiştirdiği değil; iş ahlakının Avrupa'daki iktisadi, kapitalist, emperyalist vs. gelişmeleri tetiklediğidir.
            Weber'in anlayışını Türkiye'de temsi eden ve onun yöntemiyle Türk iktisat tarihini yorumlayan çalışmaları yapan Prof. Dr. Sabri F. Ülgener de iş ve meslek ahlakının gelişmeleri tetiklediğini savunmuştur.[12] Ülgener'e göre ilk İslam çalışmayı, iktisadi ticari faaliyetleri ve kazanmayı teşvik etmiştir. İslam peygamberi gençliğinde ticaret yapmış ve Kur'an çalışmayı teşvik etmiştir. Bu ilerici tavrın etkisiyle ilk yıllarda İslam Dünyası ilerlemiş, medeniyetin her alanında başarılı işler yapılmıştır. Haçlı Seferleri ve Moğol İstilaları hiç şüphesiz İslam Dünyasına olumsuz etkileri olan iki meşum hadise olmuştur. Haçlılar bu seferler ve Ortadoğu'daki hakimiyetleri esnasında birçok medeniyet ürününü görüp Müslümanlardan faydalanarak Avrupa'ya götürmüşler ve Rönesans'ın başlamasına böylece zemin hazırlanmıştır. Moğollar ise yakıp yıktıkları İslam Aleminde "kıyamete kadar yeni mamureler inşa edilse ve nesiller çoğalsa eski medeniyetimiz bir daha geri gelemez" diyecek bir karamsarlığa yol açmışlar ve bu karamsar havada Müslümanlar hedef küçültmüş, çalışma anlayış ve ahlakı gerilemeye ve bu alemi geriletmeye başlamıştır. Bu atmosferde insanlar "eskiyi artık inşa edemeyiz, dünyamızın mamuriyetini ebediyen yitirdik, bari öbür dünyamızı kurtaralım" mantığı ile içine kapalı, iktisat ve dünya dışı bir anlayış ve çalışma ahlakı hakim olmuştur. Bu dönemde tasavvuf ta yayılmış, zamanla "masivayı terk etmek" adı altında bir ideal, bazılarında hiç çalışmamak ve bu dünyayı hakir görmek, hatta bazılarınca dilenerek geçinmek gibi gerçekten iktisat ötesi bir ahlak ve anlayış ruhlara hakim olmuştur. Ülgener bu dönemde Osmanlı esnaf ahlakının gitgide Ortaçağlaştığını düşünmektedir. Kitabının ilk baskıdaki adı bu konuyu daha manidar bir şekilde ortaya koymuştu.[13] İnhitat, yani çözülüş ve gerileme tarihinin en temel meselesi olarak ahlak ve zihniyetin alınması bizce de doğru bir tercih ve tespittir. Kitapta ahlak ve zihniyetteki değişimi gösteren şiirler ve atasözleri de değerlendirilmiştir. Biz burada ikisini örnek olarak sunmayı yeterli buluyoruz. Osmanlı esnaf teşkilatı içinde "hirfet ehli"nin ve "harif"lerin çok önemli bir yeri olduğu malumdur. Bir bakıma dönemin sanayicileri sayılan bu sınıf, zamanla iktisadi ortaçağlaşma ve gerilemeye paralel olarak çalışmayı ve üretmeyi hafife alan, hatta yer yer negatif bir kimlik unsuru sayan anlayışın etkisiyle "harif"in anlamı ve ona paralel olarak söylenişi de değişmiş ve harif herifleşmiştir. Artık her evde bir herif vardır, ama cebi boş ve mesleksiz adamlardır. İtibarları sadece "bizim herif" diye kendilerinden bahseden karıları indinde geçerlidir.
            Diğer örneğimiz işyeri anlamındaki "kârhane"nin anlamındaki trajik değişimle ilgilidir. 'Kâr' ın zamanla esnaf ahlak ve anlayışında gayrimeşrulaşması ile birlikte bu kavram meşru yolları ve meşru kazançları çağrıştırmaktan uzaklaşarak yüz kızartıcı yollarla edinilen mesleği ve o yollardan elde edilen kazancı anlatmak için kullanılır olmuş ve kerhaneye dönüşmüştür. Esnaflaşma ve esnaf ahlakındaki bu negatife doğru dönüşüm zamanla iktisadi işleri toplumun en aşağı unsurlarına bıraktırmış ve "bey"lik, "paşa"lık, "efendi"lik Müslüman unsurlara, "ticaret ve zanaat gibi ef'âl-i deniye" gayrimüslimlere ve sözde aşağı sınıf ve zümrelere bırakılmıştır. İmparatorlukta gayrimüslimlerin kuyumculuk, mimari, esnaflık ve işadamlığı gibi alanlarda son yıllarda yükselmesinin ardındaki temel faktörlerden birisinin bu çalışmayı hor gören "beylik" düşüncesi olduğu fikri bundan sonra daha farklı açılardan da değerlendirilmelidir. Çünkü Ülgener'in açıklamasına göre, esnaflaşma ve esnaf ahlakı işadamı anlayışı ve burjuva çalışma ahlakından daha geri batı ortaçağına ait bir değerlendirmedir. Özetle esnaflık servet kazanmayı değil, ailesinin akşamki maişetini çıkarmayı ve ondan sonra şükretmeyi gerektirir. Günü düşünür, "yarına Allah kerim" der. Halbuki işadamı anlayışlarına göre, müspet ve meşru yollardan, düzenli çalışma ve iktisat ilminin verilerine göre sermayesini artırıp yeni yatırımlar yapma, şirketleşme, kar ve zarar hesapları, verimlilik ve yapılabilirlik hesaplamalarıyla servetini güvence altında tutma hatta geliştirme, işsizlere iş verme, üretim ile toplumun ihtiyaçlarını karşılama, yatırımlarıyla ülkeyi imar etme... gibi pozitif hedefleri içermektedir. Esnaf rekabet etmeyip "ben siftahımı yaptım, koşuma git"(!) diye gelen müşterisini dükkânından kovarken(!)[14] işadamı ekonominin temel kurallarından birinin rekabet olduğunu bilir ve biz de rekabetin piyasada tüketici lehine bir ortam oluşturduğunu biliyoruz.
            Ahlak ister bir dinden kaynaklansın, ister bir meslek veya sınıfa ait değer olsun, toplumların çalışma, üretme, tüketme, çatışma, uyumluluk, toplumsal düzen ve estetik anlayışlarına kadar birçok alanda etkilidir. Toplumsal değerler, uyumlar ve çatışmalar büyük ölçüde ahlakî norm ve kabullerden veya bunların ihlallerinden kaynaklanır. Bu değerler genellikle iki türlü etkiye sahiptir. Birincisi yönlendirici, düzenleyici, uyum sağlayıcı; ikicisi frenleyici, engelleyici ayakbağı etkileridir. Yönlendirici etkiler toplumdaki dayanışmayı, yardımlaşmayı ve ahengi sağlarlar, ki bunlar ne kadar etkiliyse o toplum o kadar huzurludur. Polisiye tedbirler o nispette azdır, suç az işlenir, gardiyanlık anlayışına ve mahallenin namusunu kurtarma efeliklerine gerek kalmaz. Böyle toplumların güvenlik masrafları bile diğerlerine oranla daha azdır. Güvenlik masrafları ve cezaevi giderleri gibi... Birkaç yıl önce bir İskandinav ülkesinde bir kasabadaki cezaevinden son mahkum tahliye edilmiş ve yeni mahkum gelmediği için cezaevi kültür ve sanat evine dönüştürülmüştü. Bir de ahlaki uyumdan mahrum, çevresine kin ve nefretle bakan, kırıp döken fertlerden oluşan bir toplumu düşünürsek aradaki farkı tahayyül edebiliriz.
            Frenleyici etkiye gelince, bunlar tarihin belli-belirsiz çağlarında oluşmuş, belki o yıllarda bir ihtiyaca binaen toplumsal değere dönüşmüş, ancak zaman ve şartlar değiştikçe fonksiyonlarını kaybetmiş değerlerdir. Bunlar yılların alışkanlığı ile toplumsal muhafazakarlık araçlarına dönüşmüşlerdir. Bazen gelişmeleri engelleyen ayakbağı olan, hatta dorudan zarar veren anlayışları beslerler. Adet, anane ve folklor unsurları ile karışık olarak yaşarlar. Türkiye'deki başlık parası, leviratüs uygulamaları, pederşahi ahlak düsturları bu minvalde örneklerdir. Bazen yıkıcı uygulamalara da zemin hazırlayabilmektedirler. Bazı bölgelerimizdeki namus cinayetlerinin nasıl toplumsal travmalara yol açtığını biliyoruz. 
            Ahlak üzerine çalışanlar farklı alanlardan örnekler verirler. Aile ahlakı, aşk ve evlilik ahlakı, çalışma ahlakı, komşuluk ve yardımlaşma ahlakı, iş ahlakı, memuriyet ahlakı, esnaf ahlakı, işadamı ahlakı vs. Buradaki ahlak yerine rahatlıkla ilişki ve yöntem kavramları da kullanılabilir. Bu durumda ahlak kavramının bireyleri, toplumları ve kurumları yöneten, yönlendiren, aktif veya pasif olmalarını sağlayan, değerlerini oluşturan, değerlere değer katan bir temel faktör olduğunu görürüz. Aynen bir bilgisayarın işletim sistemi gibi. Nasıl ki onsuz bir bilgisayar bir kablo, plastik ve metal yığınıdır, ahlaksız bir toplum da et, kemik ve kan gibi muhtelif dokulardan ibaret fertler yığınıdır. Bireyi ve toplumu oluşturan, insan toplumlarını hayvanlar aleminden ayıran bir temel değer olarak ahlak sosyolojinin, iktisadın, siyasetin, dinin ve folklorun ilh oluşmasında ve bunlar vasıtasıyla toplumu etkilemesinde önemli bir sosyal olgudur. O halde bu mantıkla ahlakın tarih yapıcı bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Hem yaşanan tarih tarafından etkilenmiş, hem de onları yapan toplumu etkileyerek tarihin muharrik ve müşevvik amili olagelmiştir. Bireyleri, kurumları ve toplumları etkilediği için bunların kimliklerini de belirlemektedir. Mesela bir milletin milli kimliğinin ahlak sistemiyle ilgisi çok güçlüdür. Aynı örnekleri bölgeler için de verebiliriz. Karadenizlinin ahlak anlayışı ile bozkırlıların ahlakları arasındaki fark gibi. Köylü ile şehirli, memurla serbest çalışan ve işverenle işçinin ahlak ve çalışma anlayışları farklıdır.
            Sonuç olarak tarih ve ahlak birbirlerini hem etkiler hem etkilenirler. Birbirlerinin hem sebebi hem de sonucudurlar. Farklı anlamlardaki ahlakî olguların hepsinin de bu açıdan toplumlar üzerinde etkisi vardır. Toplumu da tarih gibi hem etkilerler, hem de toplumlardan ve kişilerden etkilenirler.


                                                                                                                                




· OMÜ, FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ TARİH BÖLÜMÜ, SAMSUN. fahris56@hotmail.com
[1] Coğrafyanın toplum ve medeniyet üzerindeki etkisi ile ilgili çok yaygın bir kitabiyat oluşmuştur. Bunlardan birkaçı: Kamil Günel,. Coğrafyanın Siyasal Gücü, Çantay Kitabevi,İst. 2008.; Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası c.I-II, Çev. M. Ali Kılıçbay, Eren yay. İst. 1989. Eserin özellikle birinci cildi coğrafyanın önemini anlatmaktadır. A. Toynbee, A Study of History, Oxford University Press, Eser Türkçeye çevrilmemiştir. Ancak iki ciltlik bir özet çevirisi vardır: Tarih Bilinci, Bateş yayınları İstanbul 1978; René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken Neşriyat İst. 1980, giriş bölümüne bakılmalı.
[2] Bu konu için bak. Toynbee, Tarih Bilinci ve Tarihçi Açısından Din, Çev. İbrahim Canan, Kayıhan yayınları İst., 1978; Ayrıca dinlerin genel insanlığa ve özel olarak bir topluma etkileri konusunda bir usta olan Mircea Eliade çok sayıda eser vermiştir. Onun eserleri bu alanda çalışacaklar veya bir şeyler okuyacaklar için vazgeçilmez mahiyettedir. Ayrıca naçizane bir çalışmamızı da kaydetmek istiyoruz: Fahri Sakal, “Medeniyet Tarihinde Din FaktörüProf. Dr. Enver Konukçu Armağanı Tarih Uğrunda Bir Ömür, Berikan Yayınevi Ankara 2012. S.395-412.
[3] TRT Müzik Dairesi Başkanlığı yayını olarak çıkan Türk Halk Müziği Sözlü Eserler Antolojisi c.I-II, 2. Baskı Ankara 2006 adlı eserde basit bir çalışma ile 40 kadar gurbet, sefer ve misafirlik kavramlarının geçtiğini tespit etmiş bulunuyoruz. Daha sıkı bir çalışma ile bu rakam artırılabilir.
[4] Bu konuda bakınız Fahri Sakal, “Folklor Ürünlerinin Tarih Araştırmalarında Kaynak Olarak Kullanılması”, Milli Folklor, S. 77 (2008), sh. 50-60.
[5] İran adının Arien/Arian'dan geldiğini burada hatırlatıyoruz.
[6] Bak. Ahmet Yaşar Ocak, Mülhidler ve Zındıklar,
[7] Papalığın bu politikası ile ilgili o dönemle ilgili farklı kaynaklarda bilgiler varsa da, Vatikan arşivlerinde bu konu araştırılmalıdır. Ancak gizli politika belirlenip uygulanmışsa yeterli ve açık bilgiye ulaşamayabiliriz.
[8] Bu konuda elimizde Prof. Dr. Mustafa Akdağ'ın Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası, Bilgi Yayınları, İst. 1980 ve Medreseli İsyanları adlı makalesi başta örnek olmak üzere ciddi yayınları vardır.
[9] Bu konu için güzel bir yazı tavsiye ediyoruz ki, "ben bu ilkede bir aydınım veya aydın olmaya adayım" diyen herkesin mutlaka okuması gerekir: Abdulbaki Gölpınarlı, "Mazi Özlemi ve Dün bugün", Kültür ve Sanat, S.7  1990, sh. 20-25.
[10] Türk tarihindeki örnekler için bkz. Mehmet Ali Aynî, Türk Ahlakçıları, İst. 1970.
[11] Orijinal adı: Max Weber,  Die protestantische Ethik und der Geist der Kapitalizmus.
[12] Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yay. İst. 1981.; Ülgener'in fikirleri ile diğer eser ve makaleleri hakkında bilgi için Murat Yılmaz'ın Hazırladığı Ülgener Armağanı, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 2005.
[13] İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri,
[14] Tarihi idealize eden, geçmişi bir asr-ı saadet gibi gören bu anlayış günümüzde zaman zaman bazı kişi ve çevrelerde görülmektedir. Ancak biz gerçekten müşterisini böylece komşusuna gönderen "ideal" esnafın olduğunu şüpheyle karşılıyoruz. Böyle bir iktisat ahlakı işadamı ahlakı ile uyuşmayacağı gibi samimi de değildir. Bunlar olsa olsa esnafa "böyle dayanışma içinde olun" diye telkin babında yazılmış ahlakî öğütlerdir.
           CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA BAFRA
                                                                                                           Prof. Dr. Fahri SAKAL·
            Giriş
            Türkiye’nin sayılı delta ovalarından birinde kurulmuş olan Bafra, Samsun’un en büyük ilçesidir. Karadeniz’in tam ortasında bulunan ilçe, Kızılırmak ve Balık Gölleri gibi su kaynakları ile iç içe haliyle birçok yörenin kıskanacağı bir konuma sahiptir. Bafra Karadeniz bölgesinin en verimli ve büyük iki ovasından birinin tam merkezinde kurulmuştur. Bu konumundan dolayı sadece Samsun’un değil bölgenin de en kalabalık ilçesidir. Ortasından Kızılırmak’ın geçtiği ve kendi adıyla anılan sigarası, tekel kurumları, balıkçılık, tarım ve hayvancılık kapasitesi oldukça geniş olan bu ilçe maalesef bu potansiyelini yeterince hayata geçirememiştir.
            Bafra’nın Konumu ve Tarihi Coğrafyası
Cumhuriyet döneminde Çetinkaya Köprüsü, sigara fabrikası ve merkezden geçen Samsun-Sinop karayolu ile biraz temayüz etmişse de, tütünün vatandaşı 12 ay köyüne bağlaması sonucu bu yörede iktisadi girişimcilik kültürü doğamamıştır. Kaderini tütüne bağlayıp onu bekleyen, başka iş tutamayan köylü ile şehirde esnaf ve memur tabakalarının tütün dışında iş kurma düşüncesi oluşamamış, diğer bir ifade ile girişimcilik halkın aklına gelememiştir. Biz bu açıdan bakınca, tütüncülüğün Samsun ve Bafra halkını iktisaden kalkındırmadığını, tam aksine geri bıraktığını düşünüyoruz. Karadeniz Bölgesinde veya diğer bölgelerde ekonomik potansiyeli Samsun ve Bafra’dan daha geri olan illerde daha gelişmiş bir girişimcilik olgusundan söz etmemize karşılık bu bitek ovaları ve her türlü ulaşım imkânları olan ilde benzer gelişmelerin yaşanamaması bu sebebe mebnidir.[1]
Tütünün bu yörede Samsun Reji idaresinin kurulması ile yaygınlaşmış olduğu bilinmektedir. Avrupalıların ve Amerika Birleşik Devletleri’nin 1818 yılından beri Samsun ve Bafra’nın “mükemmel bilinen tütünlerini” satın aldıkları batılı kaynaklara bile girmiştir.[2]
 Bafra’da ekonomiye paralel olarak siyaset ve kültür de ilçe potansiyelinin altında görülmektedir.
İlçenin cumhuriyet dönemi başlarındaki durumunu tarihi coğrafya bağlamında şöyle açıklayabiliyoruz. O zamanlar nahiye olan Alaçam ile birlikte 135 köyü bulunan ilçenin bir buçuk milyon dönüm ekilebilir arazisi olduğu belirtilmektedir. Bu arazinin en fazla yüz elli bin dönümü ekilebilmekte ve bunun da 40 bin dönümüne buğday, 10 bin dönümüne arpa, üç bin dönümüne yulaf, iki bin dönümüne siyaz, iki bin dönümüne gerinik, sekiz bin dönümüne mısır ve 35 bin dönümüne tütün ekilmiştir. Tütün dışındakiler ilçede tüketilirken, iki- iki buçuk milyon kilo kadar tütün tamamen ihraç edilmektedir.[3] 1927-28 yılı Salnamesinde bu ekilebilir alanlar şöyledir: Buğday 6600, arpa 12500, siyaz 7500, mısır 13900 ve tütün 30 000 dönüm.[4] Miktar olarak ise buğday 4 000 000, arpa 1 500 000, çavdar 750 000, mısır 2 500 000,  tütün 7 000 000, incir 500 000 kilogramdır.[5]
Bafra hayvancılık için de önemli potansiyele sahiptir. Sulak alanıyla meşhur ovanın bu kesiminde manda (su sığırı) oldukça yaygındır.[6] 1927 yılı itibarıyla ilçedeki hayvan varlığı şöyledir: Bargir 2655, merkep 1307, deve, 157, sığır,19427, manda 6669, koyun 65323 baştır.[7] Bu hayvan türlerinin ıslahı ve damızlık yetiştirilmesi için yöreden talepler de olmuş mudur bilmiyoruz. Ancak Karaköy’de Hara adıyla kurulacak hayvan çiftliğine Bafra gazetesinde bir yorumcunun karşı çıktığını görüyoruz. 5-6 Milyon liraya mal olacak bu haraya harcanacak para ile Kızılırmak üzerine bir sulama projesi yapılabileceğini belirttikten sonra vatandaş soruyor “Yazık değil mi bu paraya?”[8]
İlçe orman mevcudu bakımından çok zengin sayılmaz. 1927 de 15500 hektar orman alanı bulunmakta, bu ormanı alaçam, karaçam, kızılçam, ardıç, meşe çeşitleri, kestane, palamut, zeytin(?) ve karagürgen ağaçları oluşturmaktadır.[9]
İlçenin cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça ciddi ölçülerde iç ve dış göç olaylarına sahne olduğu bilinmektedir. Dış ülkelerden gelen mübadil ve muhacirlere ilaveten Bafra, büyük oranda iç göç alan bir yöre olarak da bilinmiş ve nüfusunu arttırmıştır. Bafra’ya Balkanlar, Kafkasya, Doğu ve Orta Karadeniz’den göçler olmuştur. Yakın komşu Alaçam köylerinden bile göç aldığı bilinmektedir. Bu göçler hem sosyokültürel, hem de iktisadi bakımlardan yöreye olumlu katkılar sağlamıştır. Ancak daha sonraki yıllarda bu göçler yoluyla kazandığı nüfusun bir kısmını Marmara Bölgesi’ne iç göç vererek tekrar kaybetmiştir.[10] Türkiye’de 1927 nüfus sayımı ile başlayan demografik bilgilenme öncesinde salnamelerde verilen nüfus miktarları daha çok hane sayısı ve erkek nüfus esas alınarak belirmektedir. Bunlara göre 1925 de Bafra’nın genel nüfusu 49 443 kişi olarak kayda geçmiştir. İlçede 11 erkek, 3 inas ve bir de anaokulu bulunmakta, bunlara toplam 1205 talebe devam etmektedir.[11] Bu nüfus 1945 de 59 300, 1950 de ise 72 081 kişiye ulaşmıştır.[12] Bu yıllarda Bafra’nın hem doğu Karadeniz’den hem de Alaçam köylerinden göç aldığı bilinmektedir.
Siyasi ve Kültürel Durum
Tek Parti döneminde ilçenin sosyoekonomik yapısına yönelik bize en doğru bilgileri veren kaynaklar arasında CHP Müfettiş Raporları başta gelmektedir. Bunlara göre parti idare heyetini, parti çalışmalarını, partinin halkla ilişkilerini, yolsuzlukları ve halkın şikâyetlerini öğrenebiliyoruz. Mesela 12. 2. 1941 tarihli bir teftişte[13] Kaza idare heyetine Kamil Çuhacı, Nesimi Barkın, Nazım Baş, Mehmet Barutçu, Canım Kutlu, Necati Bora ve Ahmet Çakın seçilmişlerdir. Reis olan Çuhacı ziraatla meşguldür ve aynı zamanda belediye reisidir de.[14] Diğerleri de ticaretle iştigal etmektedirler.
Raporda belediye reisinin durumu müdafaa edilir: “Heyet içerisinde parti nüfuzunu istismar eden ve vaziyetleri nizamnamenin 162. Maddesine aykırı bulunan yoktur. İdare heyeti reisi aynı zamanda belediye reisi ise de bu istismardan veya hırstan mütevvellid değildir. Geçen sene parti reisi İsmail Işın’ın istifası ile parti reisliğini arkadaşlarının ısrarı ile kabul etmiştir. Haddi zatında heyet arasında reisliğe bundan münasibi de yoktur.”[15] 1942 Yılında ise Bafra CHP İdare Heyeti İshak Özgen, Necati Bora, Ahmet Çakın, Kamil Çuhacı, Vehbi Saymanoğlu, Mehmet Barutçu ve Nazım Baş’tan ibarettir. Daha sonra Saymanoğlu istifa etmiş ve yerine İsmail Sırım yedek listeden heyete alınmıştır. Heyet reisi Özgen aynı zamanda Ziraat Bankası Müdürü’dür ve partiyle yakından ilgilidir. Raporda kavrayışlı ve çok çalışkan bir partili olduğu yazılıdır.[16]
Partideki faaliyetler müfettişlerin titiz tetkikleri ile ayrıntılı olarak Genel Merkez’e bildirilmekte, bu arada partililerin kusurları da gün ışığına çıkmaktadır. Mesela partinin 2 Mayıs 1940 tarihli ikinci teftişinde faaliyetsizlik yüzünden idare heyetinde bazı değişiklikler yapıldığı belirtilmiştir. Özellikle parti prensiplerini yayma konusunda atıl kaldıkları rapor edilmiştir. Parti idare heyeti inhilal etmiş ve reis çocuğunu tedavi ettirebilmek için istifasını vermiş ve yerine bakan Kemal Kitaplı da görevden affını istemiştir.[17]
Teftiş sırasında parti müfettişleri sadece partiyi değil, partiye yakın kuruluşları da teftiş etmektedir.  Bu çerçevede Kızılay teftişi yapılırken Kızılay Bafra şubesinde bazı yolsuzlukların yapıldığını görüyoruz. Kızılay gelirinden 8000 liraya yakın bir meblağın bir süre önce ölen reis Yahya Kefeli’nin zimmetinde kaldığı ilçede duyulmuş ve bu hal halkın ve hayırseverlerin indinde rahatsızlıklara yol açmıştı. Müfettiş raporunda bu konuda şunları da okuyoruz: “Kızılay nizamnamesinin ve murakabe şekillerinin de bu ve bu gibi hallere imkân verdiği anlaşılmaktadır. Birçoğu pul satışlarına ait olmak üzere bu açığın uzun yıllardan beri mevcut olduğu ve teftiş için takriben üç sene evvel kazaya gelen Kızılay müfettişi tarafından anlaşıldığı halde hariçten para bulunarak kapatıldığı, müfettiş ayrıldıktan sonra paraların alınan yerlere iade edildiği muhakkak olarak anlaşılmaktadır. Demek ki teftiş usulünde laubaliliğe imkan veren noksanlar vardır. Nizamname, heyetleri kongrelere hesap verme mecburiyetinde tutmamakta ve hesaplara bakımı tetkik komisyonuna bırakmaktadır.[18] Kızılay gibi bir hayır kurumunun bile böyle istismar edildiği yerde başka neler olmaz, diye sorup geçiyoruz.
İlçede Halk Fırkası teşkilatı dışında başlangıçta Türk Ocağı, o kapandıktan sonra Halkevi, Hilali Ahmer, İdman Kulübü ve Tayyare Cemiyeti’nin şubeleri vardır. Kaza merkezinde Ticaret Odası da bulunmaktadır.[19]
Müfettiş Hikmet Işık partinin ilçe teşkilatlarını ve bu minval üzere Bafra teşkilatını da yetersiz bulmuş ve bunu raporuna yazarak belgeleniştir. “Geçen devre içinde partiye yeni aza kaydetmemişler ve bu ehemmiyetli işe en küçük bir gayret sarf etmemişlerdir. Nahiye ve ocak teşekküllerini bu vazifeye teşvik etmedikleri gibi, merkez ocaklarına bir tek aza dahi kaydına gayret göstermemişlerdir.
Altı aylık raporları nahiye teşekküllerinden almamışlardır.
Partinin program ve icraatı hakkında partilileri aydınlatacak toplantılar yapılmamıştır.
İdare heyetinin iç işlerine ait diğer hususlarda noksanlar ve ihmaller göze çarpmaktadır.
Yeni aza kayıtları yapılmamış, eski kayıtlar da intizama sokulmamıştır.
Parti, hayır teşekkülleriyle alakada çok zayıftır.[20]
Bu eleştirilen siyasi ortam içinde müfettişten övgü alan tek kişi zamanın Bafra kaymakamıdır: “Kazanın genç kaymakamı parti işleriyle yakından alakalı ve bilhassa halkevine vazifedarlardan daha çok bağlıdır.” Görülüyor ki burada kaymakamın asli görevlerindeki başarısı değil, parti ve halkevi ile ilgilenmesi övülüyor. Demek ki vali ve kaymakam başta olmak üzere diğer bütün bürokratların partinin propagandasını yapmaları kendilerinden bekleniyordu. Enerji ve zamanının büyük bir kısmını siyasete ayıran bürokratlar gerçek işlerine yeterli zaman ayırabilirler miydi? Tek parti döneminde sadece partide değil, bürokratlarda da var olan hantallığın ve vazife istismarının sebeplerinden başlıcası budur.[21] Kaymakam için bir sonraki teftiş raporunda da benzer övgüler yazılmıştır:[22]Bu kış halkın ekmeklik ihtiyaçlarının temin ve tevziinde devamlı beraber çalışmalar ve iyi neticeler almışlardır. Kazanın genç anlayışlı kaymakamı Nazmi Öner’i idare muhitinde sevgiye müstenit otorite yapabilmekte ve partilileri etrafında toplayabilmektedir.
Halkın aydınlatılması ile ilgili çalışmalar da yapıldığı rapordan anlaşılmaktadır. Bunlardan birinde halkın daha fazla ekin ekmesi(!) ile ilgili sözlü teşvikler yapıldığını da görüyoruz. Vatandaşa gerekli ekonomik ve mali destek verilirse, diğer bir ifade ile ekonomipolitiğin bildiği anlamda bir teşvik verilirse tarımsal üretimin artması elbette mümkündür. Anca bu tür bir teşvik verilmeden “çok ürün ekiniz” şeklinde kuru kuruya tavsiyelerin hiçbir faydası olmayacağı aşikârdır. Diğer bir iktisadi adım ki, -Bafra’da hâlâ problemdir- belediyenin sorumluluk alanındaki yol ve kaldırımların “mali takat nispetinde” yapıldığı kaydedilmektedir.
Belediyenin bazı vakıfları yıktırdığı, bunların akarlarının da kapatıldığı veya satıldığı da elimizdeki başka bir belgeden anlaşılmaktadır. Bafra’da mülhak vakıflardan bazılarını belediyenin lağvetmeye karar verdiği ve bunların 8 adet cami’ için vakfedilmiş olduğu görülmektedir. Bu camilerin akarları satıldıktan sonra başka geliri kalmadığı gibi “ihyalarına da lüzum bulunmadığı anlaşıldığından (…) bedelleri peşin alınmak şartıyla bilmüzayede satılmalarına izin verilmesi” istenmişti. Bu istek Evkaf Umum Müdürlüğünün 28,7 934 tarih ve 148389/87 sayılı tezkeresi üzerine İcra vekilleri Heyeti’nce 01.08.1934 tarihinde tasvip ve kabul olunmuştur.[23] Kararda kabine üyeleri, başbakan İsmet İnönü ve Cumhurreisi Gazi M. Kemal’in imzası vardır. Vakıfları ve kendileri satılan bu 8 adet cami hakkında Bafra’da sözlü tarih çalışması yapılmalıdır.
Bafra’da İktisadi Hayat
Bafra’da tarım ve hayvancılığın gelişme potansiyelinin oldukça yüksek olduğu bilinmektedir. Cumhuriyetin başından beri yörede panayırlar ve benzeri etkinlikler daima görülmüştür. Özellikle hayvan ve emtia panayırı uzun yıllar boyu açılmış ve faaliyette kalmıştır. 1952 yılı panayırı 14 Ekimde başlamış yöre ticaretine oldukça katkı sağlamıştır.[24] Benzer panayırlar veya hıdrellez etkinlikleri yörede sevilerek yapılmaktaydı.
Bafra’nın tarım kapasitesinden dolayı o yıllarda farklı ürünlerin deneme ekimlerinin yapıldığını biliyoruz. Gazetelerden okuduğumuza göre Engiz - Alaçam şosesinin kuzeyindeki köylerde Afyon ekimi için Bakanlar kurulunun karar verdiği yazılmakta ise de bu uygulama gerçekleştirilememiştir.[25] İlçede Pamuk ekimi için de girişimlerin olduğunu biliyoruz. Pamuk fiyatlarının aşırı artması üzerine Bafra’da da pamuk ekilmesi düşünülmüş ve 30 kuruştan köylüye pamuk tohumu dağıtılacağı haberleri yayılmıştır.[26] Bu iş için Eskişehir pamuk üretme çiftliğinden ve Malatya’dan getirtilen tohumlar ekmeleri için üreticiler İsmail İşman ve Ahmet Çağatay’a verilmiştir. Ayrıca Aydın Söke’den susam tohumu da getirilmiş ve 100 dönüm susam ekilmesi için çalışmalar yapılmıştır.[27]
Yukarıda bir buçuk milyon dönüm ekilebilir araziden bahsedilmişti. Ancak bu genişlikteki arazinin senede yüz - yüz elli bin dönüm kadarı ekilmekte, dolayısıyla çok bitek ve verimli bir ovası olduğu halde yetersiz ekimden ve ekilenlerin de ilkel tarım yöntemleriyle yetiştirildiğinden ilçe kendi kendini besleyememekte ve senede 350- 400 bin kilo kadar un ithal olunmaktadır. Kızılırmak’ın kenarında sulanamayan ve kuraklıktan zarar gören köylerle ilgili haberler yaz aylarında sıkça görülmektedir. 1950 Temmuzunda Ağlan, Elalan, Gökalan, Bengü, İğdir, Yiğitalan, Köleyurdu, Kanlıgüney, Çulhakoca, Paşaşeyh ve Kuşkayası köylerinde kuraklıktan dolayı kıtlık oluşmuş ve bu köylere tohum yardım yapılacağı belirtilmiştir. Bir başka tarımsal sorun da çekirge istilası olarak kayıtlara geçmiştir. Aydın ilinden bir uzman getirilerek çekirge ile mücadele konusunda halkı eğitmiş ve başarılı sonuçlar alınmıştır.[28]  
İlçede tütün ziraatı buğday ve diğer gıdalar aleyhine yayıldığından yılda iki buçuk milyon kilo tütün de ihraç edilmektedir.[29] Şu görüşümüz araştırmacılar ve yetkililer tarafından özellikle dikkatle değerlendirilmelidir:  Tütünün yaygınlaşmasının diğer tarım ürünlerini, özellikle gıdaların ekimini azalttığından yörenin gıda ithalatçısı durumuna düşmüş olduğunu, hatta tütünden başka iş tutamayan halkın köyünde kaldığını, başka alanlarda iş tutup meslek edinemediklerini en başta belirtmiştik.[30] Celal Bayar’ın 6 Aralık 1951 de Bafra’yı ziyaretinde ilçe ileri gelenlerinin Cumhurbaşkanı olarak Bayar’dan taleplerinde şu ifadeler dikkati çekmektedir: “Tütünden başka mahsul yetiştirmeyen ve yiyecek zahiresini bile bazen pazardan alan köylümüzün mali durumunun düzelmesi ve istihsal kabiliyetini iktisap etmesi bu yıl elinde bulunan tütün mahsulünün tatminkar bir fiyatla tamamen satışının teminine vabeste bulunmaktadır…. Bu sene Bafra’da görülmemiş bir rekolte olmuş, 77 köyde 12 235 ekici 7.5 milyonluk tütün istihsal etmiştir. Ancak geçen yıllarda fiyat düşüklüğü yüzünden ekiciler ağır borçlar altına girmişlerdir. Bugün muhtelif kredi müesseselerine olan borç yekûnu 14 milyon liradır.[31]
Bafra, nehri ve ovasıyla bir ekonomik cazibe merkezi olmaya müsait özelliğine rağmen tekel tesisleri dışında iktisadi yatırımları celb edememiştir. Bir “hızar fabrikası” ve dört adet tütün şirketinin şubeleri mevcuttur.[32] Basit yatırımların ötesinde bir iktisadi adım söz konusu olamamıştır. Erken Cumhuriyet Döneminde Bafra’da Molla kâşif’in Un Fabrikası ile Kefelizade Halid Bey’in Un ve Hızar Fabrikaları bulunmaktaydı.[33] Gazetelerde ilçeye şeker fabrikası yapılmasına yönelik çalışmalar yapıldığı ve mühendislerin ilçede şeker pancarı ekimine ilişkin rapor verdiği haberleri çıkmış olmasına rağmen bu fikirler uygulama alanına çıkamamıştır.[34]
Bunların içinde en ciddi yatırım sayılabilecek olanı, Nemlizade ailesinin Samsun’u doğuda Çarşamba ve Terme’ye, batıda Bafra ve Alaçam’a bağlayacak olan dekovil hattının yapılması projesidir.[35] Şirket 75 cm eni ve 150 km uzunluğu olan bir dekovil(dar hatlı demiryolu) için başbakanlığa başvurmuştur. Canik Mebusu Hacı İbrahimzade Şükrü bey’in istidası üzerine hükümet ile görüşmeler başlamış ve 2 Kanun-ı evvel 1339 (1923) tarihinde  inşaata karar verilmişti. Proje için Türkiye Milli Bankası’nın 3000 lira kefalet akçası garantisi verdiği de bilinmektedir.
Bu demiryolunun temel atma töreni 21 Eylül 1924 tarihinde yapılmış ve Çarşamba tarafı Yeşilırmak’a kadar ulaşmasına rağmen Bafra tarafı şirketin iflası üzerine başlamadan bitmiştir.[36] Samsun Hatıraları adıyla bu il hakkında görüşlerini yazan Maanoğlu Mahmud Nedim Bey, Samsun Sahil Demiryolu’nun masraflarının karşılanabilmesi için yetersiz devlet katkısının üzerine bir de vatandaş katkısının gerekli olduğunu ve bu iş için çıkacak tahvillerin vatandaşa satılması yoluyla finansman probleminin ortadan kalkacağını ileri sürmüştür. Yazara göre ilave 2,5 milyon liraya ihtiyaç vardır ve bu miktarı karşılamak için beher adedi 10 lira olan senetlerden 50 adet alan -ki cem’an 500 liralık hisse almış olacaktır- bunlar idare heyetine girme hakkına sahip olacaklardır. Buradan anladığımıza göre mali bir engel vardı ve bunun aşılması için bir şeylerin yapılması gerekiyordu ve yapılmadı.[37] Aslında bu hattın yapılacağına başka yazarlar da çok inanmış ve güvenmiş olmalılar ki, Samsun ile ilgili bir kitap yazan Fransa’nın bir zamanlar Samsun konsolosu olan diplomat R. Vadala eserine koyduğu haritada demiryolunu “yapılmakta olan” kategorisinde göstermiştir.[38]
Bafra dekovili yapılamayınca ulaşım bu istikamette karayolu ağırlıklı gelişmiştir. O yıllarda Samsun - Bafra yolu asfalt olmadığından ovanın alüvyon toprağının özellikle kışları gevşek çamurlu olması karayolu ulaşımını neredeyse tamamen imkânsız hale getiriyordu. Bafra ovasında yağmurlu günlerde bir köyden diğerine gitmenin çok zor olduğunu ifade etmeliyiz. 1950 yazında Samsun - Bafra şosesinin genişletilme çalışması olduğunu gazetelerden okuyoruz.[39] Ancak vatandaşlar genişletmeyi yetersiz bulmakta, yolun asfaltlanmasını da istemektedir. M. Kadıoğlu yazdığı bir yazıda şu şikâyetleri belirtmiştir: “Samsun Bafra yolu neden asfalt olmasın? Tütünüyle büyük gelir kaynağı olan Bafra asfalt istiyor. Matosyon’da 6 dakikada bir araba geçiyor! Bu yol neden asfaltlanmıyor? Bu kadar işlek yol asfalt olmalı. Cumhuriyet hükümetleri bir ortaokuldan başka yatırım yapmadı. Çetinkaya Köprüsü demeyin O Alaçam’ın işine yarıyor.”[40]
Sık sık vuku bulan sellerde ahşap köprülerin yıkılması, yolların bataklığa dönüşmesi yöre insanının ulaşımını nerdeyse imkânsız hale getiriyordu.[41] Sellerin Bafra-Sinop ve Bafra-Samsun hattında menfez ve köprülere verdiği zararlardan dolayı il özel idaresi gereken tamirat ve yapımlar için hükümete birçok defa yazmak zorunda kalmıştır. "Hariçten demir malzeme mübayası" için Ankara'ya yazılmış, uzun yazışmalardan sonra kabine üyeleri, Başvekil İsmet İnönü ve Reisicumhur Gazi M. Kemal imzasıyla 1.2.1931 tarihli kararname ile "bedeli idarei hususiye bütçesinden tesviye olunmak üzere 2000 lira mukabilinde hariçten mubayaasına izin" verilmiştir.[42]
Burada anormal bir devletçilik anlayış ve uygulaması ile karşılaştığımızı görmekteyiz: Bu kadar küçük bir yatırım ve onarım işi, üstelik masrafı özel idarece karşılanacak, neden bunun için kabinenin ve cumhurbaşkanının imzası gerekmektedir? Mahalli birimler bu kadar basit işler için neden inisiyatif kullanamazlar? Neden onlara yetki verilmez? Aynı şekilde, Bafra’da istihlak kooperatifi kuruluyor, Ankara’nın onayı gerekiyor. Reisicumhur İsmet İnönü ve kabine üyelerinin imzasıyla[43] bir şirkete meccanen 6.30 hektarlık bir arazi verilecek, o işlem de Gazi Mustafa Kemal imzasıyla kesinleşiyor.[44] Bafra Balık İstihsal ve satış Kooperatifinin kurulmasına izin verilmesi için bile Cumhurbaşkanı Celal Bayar imzalı kararnameye gerek duyulmuştur.[45] Merkez böyle her şeye karar verme hakkını kendinde bulur, çevre her şeyi merkezin kararına istinaden yaparsa, merkezdekiler daha ciddi ve büyük işlerin yapımına ne zaman, ne de imkân bulabilirler.
Samsun İli 1939 Temmuz ortalarında çok büyük bir sel felaketi yaşamış, Mert ve Kürtün ırmakları üzerlerindeki ahşap köprüler yıkıldığı gibi, ırmakların ve derelerin taşması üzerine ovayı sel suları işgal etmiş ve birçok insan, hayvan ve ürün zayiatı olmuştur. Bu olay üzerine tutulan hasar tespit raporunda C bendi Bafra'ya dair zararların dökümünü vermektedir.[46] "Bafra'da Kızılırmak'ın üç metre yükselmesi sonucu eşya ve hayvanları suların götürdüğü, Tos köyünde yedi evi su bastığı ve kısmen tahrip ettiği, tütün salaşlarıyla samanlıkların harap olduğu, civardaki ekin yığınlarının yüzde sekseninin sular tarafından götürüldüğü, bazı hayvanların telef olduğu, bir çocuğun sele kapıldığı, zarar ve ziyanın şimdilik tespit edilemediği ve icap eden her türlü tedbirin alınarak felaketzedelerin yardımına koşulduğu" yazılmıştır.
Bu konuda partiden de ilgili kurumlara başvurular yapılmıştır.[47] Parti il teşkilatlarının Genel merkeze yazdığı yazıda Vilayet sahilinin en işlek ve bilhassa Bafra kazası gibi ehemmiyetli derecedeki münakalatı yalnız bir şoseye inhisar eden kısmında görülen hasarın bir an önce tespiti lazım olup, bu köprülerin beton olarak inşası, şoselerin yeniden yaptırılması(... )için vilayet bütçesinin yetmeyeceği ve ilgili bakanlıkların bu işi üstlenmesi istenmiştir.
Bafra'da Kızılırmak üzerinde bulunan ahşap köprü sık sık yıkıldığı ve bazen can ve mal kaybına yol açtığı için, buraya sağlam bir betonarme köprü yapılması için halkın ısrarlı talepleri üzerine 4 Kasım 1937 tarihinde hizmete açılan Çetinkaya Köprüsü'nün yapılış hikâyesi de kayda değerlidir. Bafra'ya bağlı köylerden bu köprünün bitirilmesi için tütün tongası[48] başına para toplanmış ve bu paralarla köprü yapılmıştır.[49]
Bafra için bir ulaşım aracı da İlçe'de bulunan Kereste Fabrikası'nı Akliman'a bağlamak için yapılan bir dekovil hattıdır. Bunun için 18 km uzunluğu ve 3,5 m eninde devlete ait bir arazi Cumhuriyet İnşaat Türk A.Ş.ne verilmiştir.[50]
İlçenin eğitim alanındaki gelişmeleri de yine oldukça yavaş seyretmiş sayılmalıdır. Kuşkayası, Kaygusuz, Tekke, Sarmaşık ve İkiztepe’ye 1950 de okul yapılma haberleri basında bir müjde olarak çıkmıştır.[51]
İlçenin dış yolları gibi merkezdeki cadde ve sokakların da son derece tozlu, toprak ve çamurlu olduğu bilinmektedir. Bafra gazetelerinde bu konuda halkın şikâyetleri sıkça dile getirilmiş, asfaltlamaya oldukça geç tarihlerde geçilmiştir. Ancak Bafra asfalt açısından Türkiye’nin en talihsiz ilçelerinden biridir. Zira zeminin yumuşak ve alüvyon mahiyetli olması, ağır vasıta araçların tonajı karşısında çökmelere maruz kalmakta, dolayısıyla dökülen asfalta sıkça yamalar gerekmektedir. Diğer bir dezavantaj bir ovaya alabildiğine yayılmış merkez kasabada asfaltlanacak alan metre kare olarak aynı büyüklükte ilçelerden daha fazladır. Bu da asfaltlama maliyetinin fazla olması demektir. O halde böyle yumuşak zemin üzerine asfalt dökmeden önce, ya çok iyi çakıllanmalı ve preslenmeli veya demirle sağlamlaştırılmış beton dökülerek onun üzerine asfaltlanmalıdır.[52] Herhalde böyle alüvyon ovalarda kurulan yerleşim yerlerinin asfaltlanması için ciddi ve ilmi mühendislik hesaplarına istinad eden farklı yöntemler geliştirilmiştir. O bilgi ve tecrübeler takip edilmelidir.
Bafra gazeteleri şehrin su problemi ile ilgili şikâyetlerle doludur ki hala kaliteli suya hasret olan ilçenin bu açıdan da talihsiz olduğunu biliyoruz. Şehre bağlanan suyun kalitesi hala içilemez derecededir. Samsun ve Bafra’nın dağlık kesimlerinde kaynak suyu azlığı söz konusudur. Ova kısım ise alüvyon topraklardan kaynaklanan tatsız ve pis kokulu bir suya sahiptir. İlçe merkezinde suya ek olarak elektrik temini de cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilememişti. 1940’lı yıllarda akşamları 4 veya 5 saat elektrik verilir ve sıkça kesinti olurdu. Üstelik herkese değil bazı elit ailelere ve kurumlara verilirdi. Bol elektrik 10 Mayıs 1952 de sabah 7 gece 4 arasında 21 saat olmak üzere verilmeye başlandı.[53]
Sağlık ve Sosyal Meseleler
Bafra’da ova ve yukarı kesimdeki köyler olmak üzere iki farklı coğrafi yapı olduğu bilinmektedir. Bunlardan ovanın ve dağlık kesimin farklı problemleri vardır. Ova ve yakın bölgelerde 1950’lere kadar sıtma çok büyük bir problemdir ve bazı sulak alanlara mücavir yerlerde bu hastalığa yakalananların oranı yüzde altmışlara kadar çıkmaktadır. Bafra gazetelerinden okuduklarımıza ve sözlü tarih çalışmalarımızda halktan öğrendiklerimize göre kinin iğne ve hapları olmadan halkın yaşaması mümkün değildi.[54] Bafra’nın ovasından kaynaklanan bu derdi Çarşamba için daha da ciddi olarak biliniyordu. CHP milletvekilleri ve parti müfettişlerinin teftiş raporlarında bu konuda hazırlanan bir raporun ilgili kısımları şunları tespit ve teklif etmiştir:[55]
Samsun Vilayetinde iki büyük ırmağın meydana getirdiği Çarşamba ve Bafra Deltalarını büyük ve önemli bir memleket meselesi olarak ele almak mecburiyetindeyiz.
Bir buçuk milyon dönüm kadar olan bu iki delta memleket için büyük bir servet ve sadet kaynağı olmak kabiliyetinde iken asırlardan beri Terme, Çarşamba ve Bafra kazalarını kemirmekte her sene binlerce yurddaşın erimesine ve ölmesine sebep olmaktadır. Birkaç seneden beri Sıhhiye Vekaleti sıtma mücadele teşkilatı ile ve halkın yardımı ile ufak kanallar açarak malaryayı tahdit etmeğe çalışmış ise de böyle feri teşebbüsler kati neticeler vermekten çok uzaktır. Üç sene evvel büyük şefimiz Samsun’a geldikleri vakit kendilerine bu vaziyet arz edildi. Derhal işin ehemmiyetini takdir buyurdular ve müteakip senelere sari olmak üzere 300 000 lira tahsisini vaat buyurdular.
Büyük Şefin bu iradeleri sayesinde Çarşamba Deltası’nda bu sene esaslı başlangıca şahit olduk. Nafia Vekâleti’nin ekskavatörleriyle bu sene açtırdığı altışar kilometroluk iki büyük kanal derhal binlerce hektar bataklık kuruttu. Bu büyük işin ancak böyle devam edecek makine faaliyetiyle başarılacağına kaniiz. Halkın kazmasıyla faaliyete devam edilmesi faydalı olmakla beraber bu yolda yapılacak işler ancak büyük gayenin teferruatıdır.
Asıl deltaların tamamen kurutulması, feyizli bir hale gelmesi ve yurddaşların korkunç hastalıklardan kurtulması, muntazam bir plan dahilinde muayyen bir müddet içinde tatbik olunacak programla mümkün olacaktır. Fikrimizce iki deltada istihdaf edilecek gaye: deltalar kurudukça kazanılacak bir buçuk milyon dönüm feyizli topraktan bütün memleketi alakalandıracak büyük menfaatler bekleyebiliriz. Göçmen yerleştirmek ve birkaç vilayetimizin mahsulâtına muadil hububat ve sair mahsulât almak gibi düşünceler ilk akla gelen şeylerdir. Fakat bizim fikrimizce memleketin en büyük ihtiyacını karşılayacak ve memleket müdafaasını kolaylaştıracak daha önemli bir iş var. Asırlardan beri bu deltalarda bazı müteşebbisler ufak parçaları fraktı denen parmaklıklarla çevirerek salma şeklinde hayvan yetiştirmektedir. Burada bilhassa at ve kısrak ile diğer büyük hayvanlar kendi kendilerine üremekte ve bedava yetişmektedir. Çünkü mebzul ot, ağaç ve su buralarda mahşeri bir manzara arz etmektedir. İşte deltaların hususiyetinden ve müsait ikliminden ilham alarak ordumuzun her nevi topçeker ve top taşır hayvanlarıyla memlekete çok lazım olan çift sürür atlarını ve ağır süvari ve nakliye hayvanlarını kâfi miktarda burada pek ucuz ve pek kolay yetiştirebiliriz. Bunun için Ziraat Vekâletiyle Nafia Vekâleti el ele vererek mühim tahsisatla yukarıda arz ettiğimiz gibi planlı ve muayyen müddetli programı yapmalı ve tatbik etmelidir. Aynı zamanda Ziraat Vekâleti şimdiden hususi eşhasa ait bataklıkları ve araziyi ucuz fiyatlarla istimlâk etmeli ve deltalar kurumadan evvel bunları devletleştirmelidir. Eğer istimlâk işini tehir edersek deltalar kuruduktan sonra binlerce muğlâk mülkiyet iddiaları ile karşılaşacağız.
Tabii Ziraat Vekaleti deltalarda yapacağı fenni fennî taksimat ve mükemmel temizlikle bu gün hayvanları kıran kurtları ve bütün mezruatı kemiren domuzları yok edecek ve asri şekilde çalıştıracağı on binlerce yurddaşı memleketin en mühim sanatlarından biri olan hayvan yetiştiriciliğine alıştıracaktır.
Sağlık ve sosyal konuların en başında gelenlerin biri, belki birincisinin su olduğunu yukarıda anlatmıştık. İlçe ve köyleri tarih boyunca temizlik için yeterli suya sahip olamamışlardır. Başka yerlerden, mesela Doğu Karadeniz’den gelen bir kişi Bafra ve hatta ovaya yakın köyler de dâhil hiçbir yerin suyunu içememektedir. Bafra suları aşırı kokan ve aşırı kireçli alüvyon ova sularıdır. Bu zengin ve kalkınma potansiyeli muhteşem ilçede yaşayan insanların daha kaliteli suya kavuşmaları temel haklarıdır. Bu sorunun halledilmesi tek başına bile Bafra’nın göç almasını ve sermaye cezp etmesini sağlayabilir.
Sonuç olarak çok şey yazmayacağız.
Bafra, dağı ve ovasıyla gölü ve ırmağı ile yerlisi ve muhaciri-mübadili ile birçok ilin üzerinde iktisadi potansiyeli olan bir ilçedir. Ancak bizim kanaatimiz tütün ve sigara fabrikası sayesinde -vaktiyle kısmen para kazanmış görünse bile- evet tütün sayesinde aslında geri kalmış, muazzam coğrafi ve demografik kapasitesini tütüne bağladığı ve ona güvendiği için girişimcilik kabiliyeti kazanamamış ve kendi içinden yeterli işadamları çıkaramamış, zenginleşememiş, hep zengin adayı bir yöre olarak kalmıştır. Samsun ve Bafra yöresinin mevcut işadamlarının çoğunun başka illerden gelmiş olması da bunu göstermektedir. Bu yöre girişim kültürünü geliştirecek faaliyetler yapmalı, arayışlar içine girmelidir. Mesela bu alanda Ticaret ve Sanayi Odası kurslar düzenlemelidir.
Bibliyografya:
1-      Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) Bakanlar Kurulu Kararnameleri Katalogu (BKK K). 30.18.01.02/
2-      Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), CHP Katalogu, CHP K 490,01/
3-      Bafra Gazetesi
4-      Cumhuriyet Gazetesi
5-      Son Posta
6-      Devlet Salnamesi 1925-1926, Matbaa-i Amire, İstanbul 1926, s. 569-570.
7-      Devlet Salnamesi 1927-1928, Matbaa-i Amire, İstanbul 1929, s. 795
8-      Vadala, R.,Samsoun Passé-Presént-Avenir, Paris 1934
9-      Temizgüney, Firdes, Erzurum’a Demiryolunun Gelişi, Yük. Lis. Tezi, Erzurum 2008.
10-  Mahmud Ma’an, Samsun Hatıraları, Şems Matbaası 1927 Samsun.




· Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. Fahris56@hotmail.com
[1] Kurupelit, Aksu ve Oyumca köylerinde yaptığımız sözlü tarih çalışmaları esnasında vatandaşlardan Hüseyin Çakır ve Hacı Aslan tütünün yöre ekonomisine yarardan çok zarar getirdiğini şöyle anlatmışlardır: “Tütün kırma ve dizme zamanında buğdayların biçilmesi ve hayvanların güdülmesi gerekiyordu. Çobanı bile Kavaktan getirirdik. Buğdayımızı Kavaklı orakçılar biçiyordu… Eskiden tütün yüzünden başka iş yapamazdık. Mıh çakmaya usta yoktu. Tütünün yasaklanması iyi oldu. Şimdi herkes ustalığı öğrendi. Tütün yasağından sonra köyümüzde iki müteahhit yetişti. Çocuklarımızı Of’lu hocalar okutuyordu, evlerimizi Rize’li ustalar yapıyordu, Çünkü biz hep tütünün başında beklemek ve ona hizmet etmek mecburiyetinde idik. Dolayısıyla böyle ustalıklar edinemedik” demişlerdi. Biz bu ifadeleri çok manidar bulduk.
[2] R. Vadala, Samsoun Passé-Presént-Avenir, Paris 1934, s. 83.
[3] Devlet Salnamesi 1925-1926, Matbaa-i Amire, İstanbul 1926, s. 569-570.
[4] Devlet Salnamesi 1927-1928, Matbaa-i Amire, İstanbul 1929, s. 795.
[5] Aynı salname, s. 796-797.
[6] Ancak adı geçen yörenin hayvan varlığı günümüzde oldukça azalmış durumdadır. Sempozyum bildirileri içinde bu konuya temas edenler olacaktır.
[7] Aynı salname s. 796-797.
[8] Bafra Gazetesi, 22 Temmuz 1950. Bu yıllarda DP’nin başlattığı yatırım hamlesine türlü bahanelerle karşı çıkanlar oluyordu. Mesela Seyhan Barajı’na “bu kadar elektriği toprağa mı vereceksiniz?” diye muhalefet ediliyordu. Karaköy Hara’ya karşı çıkış da böyle bir hareket midir? Yoksa öncelik sulamaya mı verilmelidir? İktisat politikası ve verimlilik açısından tartışılmalıdır.
[9] Aynı Salname, s. 800.
[10] Önceleri gelen mübadil ve muhacirlerin Bursa, Adapazarı ve İstanbul cihetlerine göçü başlamış, sonra Bafra’nın yerlileri de bu göç kervanına katılarak son 30 yılda Bafra göç veren bir yöre olmuştur.
[11] Devlet Salnamesi 1925-1926, 570
[12] Bafra Gazetesi, 9 Kasım 1950
[13] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), CHP Katalogu (CHP K) 490.01/615.1. Parti Müfettişi Hikmet Işık’ın 9.7.942 tarihli raporundan.
[14] Aslında Tek Parti Dönemi’nde partililerin birden fazla görevi üstlenmeleri parti tüzüğünün 162. maddesine göre yasaktır. Ancak Tek Parti Dönemi’nin klasik uygulamalarından ve hastalıklarından biri burada tekrar karşımıza çıkıyor. O yıllarda hem muhalefetin bulunmayışı, hem de okuryazarlığın düşük oluşu sonucu, özellikle Anadolu il ve ilçelerinde küçük bir partili elit zümre Parti, Halkevi, il idaresi, belediye idaresi(umumi meclisler), Kızılay, THK, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Yardımseverler Cemiyeti gibi yerleri dolduruyorlardı. Parti teftişleri esnasında bu kurumların partililerce doldurulması isteniyor, ama bir kişinin iki veya daha çok makamı işgaline izin verilmiyordu. Burada görüldüğü gibi zaman zaman bu 162. Madde ihlali oluyor, bazı müfettişler buna müdahale ediyorlardı. Bazen de “bu işi yapacak uygun vasıflı başka adam yok” gibi bahanelerle kendilerini savunuyorlar, bu durumda iki veya daha çok makam bir kişinin uhdesinde bulunabiliyordu. Parti teftiş raporlarında bunun örnekleri sıkça görülmektedir.
[15] BCA CHP K. Aynı rapor.
[16] Müfettiş Raporları kendi partililerinin  “halk nazarında sevilen ve sayılan” kişiler olup olmadıklarına da yer verirdi. Partinin Teftiş Talimatnamesi bu konunun da sorgulanmasını istiyordu. Ancak parti müfettişi partililerin durumunu ne kadar objektif olarak değerlendirir? Tartışılmalıdır.
[17] Aynı rapor.
[18]  Aynı rapor.
[19] Devlet Salnamesi 1925-1926, s. 569-570.
[20] Aynı rapor.
[21] Aynı rapor.
[22] Aynı rapor.
[23] BCA Bakanlar Kurulu Kararnameleri Katalogu( BKK K) 030. 01.18.01. 02/47.54.018
[24] Bafra Gazetesi, 16 ve 23 Ekim 1952.
[25] Aynı gazete, 2 Ağustos 1951
[26] Aynı gazete, 22 Mart 1951
[27] Aynı gazete, 19 Nisan 1951
[28] Aynı gazete, 15 Temmuz 1950
[29] Devlet Salnamesi 1925-1926, s. 569.
[30] 1 No’lu dipnota ve onun metnine bkz.
[31] Bafra, 13 Aralık 1951
[32] Aynı Salname, s. 569.
[33] Devlet Salnamesi 1927-1928, s. 800.
[34] Bafra gazetesi, 22 Kasım 1951.
[35] BCA BKK K 030.0.18.01.01/7.31.2
[36] Firdes Temizgüney, Erzurum’a Demiryolunun Gelişi, Yük. Lis. Tezi, Erzurum 2008.
[37] Mahmud Ma’an, Samsun Hatıraları, Şems Matbaası 1927 Samsun, s.33-40
[38] R. Vadala, Samsoun Passé- Présent- Avenir, Paris 1934, s. VI, Ayrıca bkz. Ek:1
[39] Bafra Gazetesi, 15 Temmuz 1950
[40] M. Kadıoğlu, “Bafra- Samsun Yolu Neden Asfalt olmasın” Bafra Gazetesi 21 Aralık 1950. Yazarın bahsettiği Çetinkaya Köprüsü de hükümetlerin Bafra’ya yatırımı sayılmamalıdır. Köprünün parası köylüden tütün satışında kesilen salma paralarla yapılmıştır. Aşağıda bilgi var.
[41] Tek Parti devrinde özel araçlarla deniz nakliyat ve ulaşımı Kabotaj kanunu hükümlerine(!?) göre yasaktı. Devlet de bir ulaşım projesi geliştiremiyordu. Dolayısıyla denizin kullanılmadığı, karayolunun yetersiz ve asfaltsız olduğu ve dekovil veya tam bir demiryolunun bulunmadığı bir Bafra’dan bahsediyoruz.
[42] BCA BKK K, 030.18.0102/17.7.6
[43] BCA BKK K 030. 18.01.02/98.47.10.
[44] BCA BKK K 030.18.01.02/29.46..18.
[45] BCA BKK K 030.18.01.02/139.43.5
[46] BCA BKK K 030.10.0.02/118.827.23
[47] BCA CHP K. 490.01/485.1964.157
[48] Yörede tütün balyalarına bu ad verilmektedir.
[49] Son Posta ve Cumhuriyet, 5 Kasım 1937
[50] BCA BKK K. 30.18.01.02/29.46.18
[51] Bafra Gazetesi, 15 Temmuz 1950
[52] Bilindiği gibi Bafra merkezde caddeler hala toz-toprak, kasisli ve kötü yamalı asfaltla kaplıdır.
[53] Bafra Gazetesi, 15 Mayıs 1952.
[54] Kumcağız, Yörükler, Ballıca ve Koşuköy’de halkla yaptığımız mülakatlarda hemen hemen halkın tek fikir olduğu mesele bu sıtma ve ona karşı halka dağıtılan kinin ilaçlarıdır ki aynı kanaati Büyük Oyumca, Kurupelit ve Aksu gibi Samsun köyleri halkı da bize ifade etmişlerdir.
[55] BCA CHP K 490.01/700,383,1.