TARİH VE AHLAK
Tarih
ve ahlak birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen, aynı zamanda birbirinin
sebep ve sonuçları durumunda olan ve çok ciddi illiyet bağları oluşturan
kavramlardır. Diğer bir ifade ile ahlak yaşanan tarihi süreç içinde toplumu
etkileyen olay ve olgular tarafından yüzyıllar içinde yavaş yavaş oluşturulduğu
gibi, kendisi de zaman içinde liderleri, normal kişileri, toplumları ve
kurumları etkilemiş ve olayları-olguları yönlendirerek tarih yapıcı bir faktör
olarak tebarüz etmiştir. Tarihi çağların ve tarihi yaşanmışlığın ahlakı
etkilemesi ve tersine ahlaktan etkilenmesi ile ilgili insanlık tarihinde
yapılacak bir gezinti bu iki kavramın birbiriyle nasıl illî bağlar
oluşturduğunu gösterecektir.
Toplumların
tarihi, ortak geçmişleri olarak onların gelişmesinde ve ortak özellik ve
kabiliyetlerinin oluşmasında coğrafya ve
dinleri
ile birlikte en baskın faktörlerdendir. Bu üçü toplumları oluşturan,
biçimlendiren ve kimlikleri belirleyen en esaslı amillerdir. Tarih bir ortak
geçmiş olarak toplumları inşa ederken onların her türlü değerlerine de etki
yapmaktadır. Bunlardan biri de ahlaktır.
Ahlakın
faklı anlamlarını burada tartışacak değiliz. Ancak meramımızı anlatabilmemiz
için şu kadarını aktarmalıyız. Ahlak, huy ve yaratılış anlamlarındaki Arapça
‘hulk’ un çoğul şeklidir. Huylar, tabiatlar( ki bunda da yaratılış anlamı
saklıdır.), insanın yaratılıştan getirdiği veya sonradan cemiyet ve çevresinden
edindiği değerlerin toplamıdır. Tarih boyunca ahlak-ı hasene (güzel ahlak) ve
ahlak-ı zemime (kötü ahlak) gibi iyi ve kötü ahlak terkipleri yapılmıştır. Batı
dillerinde de benzer anlamları vardır: İngilizcede aralarında anlam farkı pek
az olan "Ethics", "morality" ve "morals"
kelimeleri varken Fransızcası "moralité" olarak bilinmektedir. En
fazla ve farklı anlamlar ise Almancadadır. "Ehre", "ethos",
"gesittung", "moral", "moralitaet", "sitte"
ve "sucht" gibi kavramlar şeref, namus, haysiyet, itibar, töre,
terbiye, uygarlık, adet, disiplin ilh… Çok geniş bir anlam yelpazesine
sahiptir.
Ahlak
bu farklı manalarıyla bireysel ve toplumsal pozitif değerler yekûnu olarak
tarihten süzülüp günümüze gelmiş, tarihî ve günümüz nesillerini yönlendirmiş
bir olgudur. Bir bakıma sosyal bünyenin zaman (tarih) içinde tecrübeleri sonucu
oluşmuş değerler manzumesi olduğu gibi, sosyal bünyenin yine zaman içinde
oluşmasını, biçimlenmesini, başka toplumlarla farklılaşmasını, bazı kültür,
sanat ve medeniyet dallarında ilerlemeyi-gerilemeyi veya farklılıklara yol
açmayı, diğer bir ifade ile toplumun kendine mahsus değerler üretmesini
sağlayan, tetikleyen ve etkileyen bir toplumsal değerdir. Toplumun tamamını
yönlendirmesi ve o topluma mahsus değerleri oluşturmasıyla toplumsal ve milli
kimlik oluşturan en belirgin unsurlardan biridir. Bütün milletler yaşadıkları
ortak geçmiş(tarih)lerinin etkisiyle ahlakî düsturlar oluşturmuşlardır.
Bunlarda hiç şüphesiz başka etkenler de söz konusu olmuştur. Özellikle din bu
alanda çok yönlendirici olmuştur. Mesela dinlerin gösterdiği istikamette
gelişmiş olan toplumların evlilik anlayışları, nikâh usulleri, ahlak ve hukuk
sistemleri, tek eşlilik ve çok eşlilik gibi farklı aile yapıları toplumların
bugünkü aşk ve evlilik ahlaklarını, hatta namus telakkisini etkilemiştir. Bu
konuda çok örnek verilebilir; biz burada “Katolik nikâhı” üzerinden batılı
toplumların aile, ahlak ve namus anlayışları üzerinde bir deneme yapmak
istiyoruz: Katolik Hıristiyanlığın evlilikte boşanmaya engel hükümleri dinler
tarihinin toplumlara etkisi bağlamında mukayeseli olarak değerlendirilirse bazı
ahlakı zafiyetlerin kaynağı olduğunu görürüz. Bir kere nikâhta evet dediği
eşine ölüme kadar bütün geçimsizlik, hastalık, cinsel uyumsuzluk ve hatta
ilişkisizlik hallerine rağmen sabredecek; karşılıklı nefrete yol açacak
anlaşmazlıklara rağmen eşler birbirine katlanacaktır. Mükemmel bir sadakat ve fedakârlık
örneği gibi görülse bile aslında bir sadakatsizlik amili olan bu durum, eşlerin
ayrılamaması hallerinde evlilik dışı ilişkileri teşvik etmektedir. Ayrıca nasıl
bir kişiyle evleneceği, onun cinsel hususiyetleri-boşanmak mümkün olamayacağı
için- önceden test edilmesi ihtiyacı doğduğundan, evlilik öncesi cinsi
münasebetler yaygınlaşıp meşrulaştırılıyordu. Zaten evli eşler -evlilik dışı-
ilişkilere girerken bekârlar neden yapmasındı? Böylece zaman içinde bu
istikamette bir ahlaki yapısökümü ve yeni bir ahlakî yapılanma meydana
gelmiştir. İşte bu hal batılı evli kadınların iffet anlayışlarını ciddi olarak
erozyona uğratmıştır dersek yanılmış mı oluruz?
Aynı
şekilde toplumsal dokunun tarih boyunca yol açtığı değişik olaylar halk
hafızasında iz bırakırken, tarihi süreçte yaşanan olaylar ve denenen kurumlar
da aynı şekilde muhayyilede yer etmekte ve ahlakı etkilemektedirler. Tarihinde
sınıf kavgası olan toplumların zengin fakir ilişkileri ve yardımlaşma ahlakının
zayıf olmasına mukabil; sınıf kavgası yaşamayan cemiyetlerde bu ilişkilerin
daha güçlü olduğunu biliyoruz. Avrupa’da vakıfların ve vakıf medeniyetinin
İslam Dünyasına göre daha zayıf olmasının sebebini burada aramak gerek.
Vakıflar ve yardımlaşma kültürü tarihi yaşanmışlıkların bir sonucu olarak
milletlerin bu sahadaki zihniyet ve ahlakına etkide bulunmuşlardır. Tabii
İslam’daki sadaka-i cariye anlayışı ve yardımlaşmayı teşvik eden diğer hükümler
de İslam ahlakına bu minval üzere etki etmişlerdir.
Çin
ahlakı da tarihleri boyunca orada yaşanan feodal yapının ve Konfüçyüs başta
olmak üzere bazı düşünürlerin ahlaki öğretilerinin bir yansımasıdır.
Halkın
yaşadığı coğrafya da tarih boyu bütün toplumlarda kültürü ve ahlakı
etkilemiştir. Ormanlık bir coğrafyada milli kimliği oluşup gelişen Ruslarla
çöllerde yaşayan Arap ve Berberilerin veya bozkırın fatih unsurları olan
Türklerin ve Moğolların ahlak anlayışlarının aynı olması beklenemez. Mesela
Türk ahlak ve kültür anlayışı neden eve geleni “Tanrı misafiri” saymıştır?
Misafir sefere, yani yola çıkandır. Göçebe kültürlerde her ferd ömrünün büyük
bir kısmını yolda/seferde geçirmektedir. Yol çilesini bilen, seyahat kültürüne
sahip bir toplumun bireyleri bir gün, hatta sık sık kendileri de birilerinin
kapısına misafir düşeceklerini unutmazlar ve gelene hoş bakarlar. Türk toplumu
bugün hâlâ “misafir bereketi ile gelir” inancını beslemektedir. Bu anlayış
gerek Türkistan’daki gerek Türkiye’deki göçebeliğin ruhlarda bıraktığı seyahati
kutsayan izleridir. Onlar bilirler ki ömürlerinde birkaç defa, belki de devamlı
olarak kendileri de yola revan olacak, birilerine “tanrı misafiri” olarak
muhtaç kalacaklardır. Bu duygulara aşina bir insanın eve veya kapıya geleni
başka türlü karşılaması beklenebilir mi? Bu yaklaşım ve anlayış tarih boyunca
bir kültüre ve ahlakî norma dönüşmüş; felsefi, edebi, tasavvufi ve ahlaki
eserlerde, hatta halk türkülerinde işlenmiştir. “Kayudan kelir men kayuya yolum?” diyen
Yusuf Has Hacip hayatın bir yolculuk olduğuna vurgu yapmıştır. Bu kadar tabii,
bu kadar ilahi sayılan seferleri ve misafirliği bu millet kutsamış ve insan
hayatını “iki kapılı bir handa” gece
gündüz bir yürüyüşe benzetmiştir. Bu açıdan edebiyata yaklaşınca Faruk Nafiz
Çamlıbel’in “Han Duvarları”nın önemini daha iyi anlarız. Tarihten beri yerleşik
yaşayan bir toplumda emin olunuz böyle bir şiir yazılamazdı. Adeta Türk
toplumunun ve ahlakının sosyoekonomik bir çözümü ve Türk Tarih Felsefesinin bir
yorumu bu şiirde yapılmaktadır. Tabii bütün bunlar bu bakış açısı ile üzerinde
durulup düşünülünce görülecektir. Göçebe kültürü ve onun doğurduğu ahlak hem
tarihî, hem ekonomik ve hem de kültürel olgulardan beslenir. Aynı zamanda aynı
unsurları da tekrar besler. Daha açık ifade ile hem sebeptir hem de sonuç.
Bu
kültür ve ahlaki normlar halkın sözlü edebi ve kültürel ürünlerinde de yer
almıştır. Halk felsefesini ve dünya görüşünü en iyi onlardan takip edebiliriz. Atasözlerimiz
Türk ahlakının ve tarihteki tecrübe ve yaşanmışlıkların izlerini bize
göstermektedir.
Aslında
biliyoruz ki toplumların ahlaki normları temel konularda benzerlik
göstermektedir. Hırsızlık, yalancılık, zina, iftira ikiyüzlülük, vs her
toplumda gayri ahlaki fiil ve hallerdir. Ancak ayrıntıya bakınca toplumdan
topluma ve kültürden kültüre farklı ahlaki düsturlar görülebilmektedir. Bu
farklı norm ve düsturlar toplumların tarihleri boyunca yaşadıklarının günümüze
kadar gelmiş izleridir. Bazıları salt ahlak, bazıları ise kültürel, dini,
mezhebi, sosyal ve bölgesel mahiyette geleneklerdir.
Ahlaki
normların toplumların geçmişinde yaşananların etkisiyle oluştuğunu Polinezya
veya Afrika yerlileri üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir. Sosyolog,
antropolog, tarihçi ve kültür adamlarının bulgu ve tespitleri cemiyetlerin
binlerce yıldan beri bazı olayları tecrübe ede ede ahlaki normlara
dönüştürdüğünü göstermektedir. Avrupa kadınının iffet anlayışı, Türk
misafirperverliği ve yardımseverliği konularına ilave olarak diğer toplumlardan
da ahlaki örnekler verebiliriz: Hind Kültüründeki et yememe ve ineklerin
kutsallığı dini bir motif sanılır. Evet onların dini metinlerinde bu tür
hükümler bulunmaktadır. Halbuki sıcak ve nemli bir iklime sahip olan o coğrafya
kalorisi yüksek et ve benzeri gıdaları her halde tarih öncesinde ve ilk tarih
çağlarında denemişler ve vücutta oluşan yüksek harareti tanrının cezası diye
yorumlamış, yani öyle sanmışlardı. El Birunî'nin bir avuç pirinç lapasıyla bir
gün idare eden Hindu'ya karşı bir oturuşta bir koyun budunu bitiren Türk
karşılaştırması manidardır. Türkistan'ın karasal ikliminde kışların aşırı soğuk
geçmesi karşısında vücuda enerji ve ısı verecek yüksek kalorili et bazlı
gıdalara ihtiyaç bugünkü tıbbın kolayca açıklayacağı bir gerçektir.
Hindistan'da ise pirinç ve benzeri düşük kalorili gıdalar sıcak ve nemli muson
ikliminde en uygun beslenme yöntemiydi.
İslam'ın
mekruh saymasına rağmen Türkistanlı Müslüman Türklerin at eti ve kımız
kullanmaktan çekinmemesi, aksine severek tüketmeleri de bozkırın iklimine ve
hayvan beslemeye uygun coğrafyasına bağlanmaktadır. Ortaasyalı at ve koyun
etini severek tüketir, çünkü bu hayvanlar göçebe hayatın temelidir ve yüksek
enerjiye ve kaloriye ihtiyacı vardır ki bunları en kolay beslediği koyun ve
atın etinden alabilmektedir. Türklerde at ve koyunla ilgili inançlar, değer
yargıları ve ahlaki düsturlar yaşanmış bir tarihin günümüze ve geleceğe
bıraktığı değerlerdir.
Toplumların tarih boyunca şahit oldukları uygulamalar ve
denedikleri kurumlar onların günümüz ahlakını, kültürünü, hatta din ve mezhep
anlayışını belirlemektedir. Birkaç büyük İslam ülkesinde dinin farklı
yorumlarla uygulanması bu gerçeğe dayanmaktadır. Bu üç ülkenin pagan dönemdeki
inanç ve kültür yapılanması ve İslami dönemdeki tarihi olgular, geçirdikleri
istihaleler bunların günümüzdeki din, mezhep, kültür ve ahlak düzenlerini
etkilemiştir.
Türkiye'deki İslam anlayışı Alevi ve Sünnî
versiyonlarıyla Türk tarihinin bir yansımasıdır. İslam öncesi pagan dinler,
özellikle Kamlık hem Alevî hem de Sünnî itikatları etkilemiştir. Aynı durum
Türk ahlakının gelişiminde de geçerlidir. Kamların rollerini Hz. Ali'de gören Türklerin
Aleviliği ile "bir Tengri" anlayışını İmam Maturidî yorumuyla
benimseyen Sünnilik bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aynı etkinin ahlakî
alanda da gerçekleştiğini tekrar hatırlatmayı gerekli görüyoruz.
İran İslamlığında görülen farklılık da bu ülkenin pagan
döneminin etkisine bağlanmaktadır. Özellikle İslam Dünyası'nda en belirgin
sınıf farklarının İran'da görüldüğü unutulmamalıdır. Dihkanların fakir köylü
üzerindeki tahakkümü ve diğer pagan kurumlar İran'ın ahlakî anlayışını
etkilemiştir. On iki imam ve Ayetullahlık kurumunun ruhbanlığa benzemesi de
tesadüfi değildir: Avrupalılarla tarih öncesi çağlardan gelen akrabalık, yani
Arien/ Ârî kavimlerin ortak dini kültürleridir.
Eski İran dinleri, özellikle Mazdeizm'in etkisi gözden uzak tutulmamalıdır.
Hatta İran'da geçerli Mut'a nikahı uygulamasını da biz Mazdekçi etkilerin İslam
içindeki etkisine bağlamayı -ihtiyatla olsa bile- düşünüyoruz. Ayrıca Kadisiye
ve Nihavend muharebeleriyle yerle bir edilen eski ve ortaçağların mağrur İranı,
o zamana kadar hiçbir imparatorluk kuramamış Hicaz yöresinin tüccar ve bedevîleri
karşısında yenilgiyi bir türlü kabul edememiş, fetihten sonra İslamlaşmasına
rağmen, İslam hilafetine ve devletine muhalif olan her unsurun içine sızarak
Arap-İslam Hilafet devletini yıpratacak her heretik hareketi desteklemiş, Şia
İran'da böyle vücut bulmuştur.
Tabii ki Kerbela faciasının yöre Müslümanları üzerindeki etkisi de ayrıca
gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak bunun bir siyasi İslam/mezhep haline gelmesi
mağrur İrancı düşüncenin Arap hakimiyetine direnci ile açıklanması bizce makul
bir fikirdir.
Şah İsmail'in kurduğu Safavi Devleti de İstanbul'un
fethinden sonra Papalığın Osmanlıyı arkadan kuşatması politikasının bir
tezahürüdür. Papalık İslam dünyasını çökertmek için sadece Haçlı Seferlerini
başlatmamıştır. Önceleri Moğollarla işbirliği yaptıkları biliniyor. Moğollar
doğudan Papalık ve Haçlılar batıdan İslam Alemi'ni istila edip tahrip ve yok
etmeyi planlamışlardı. Bu politika çerçevesinde Mısır'a papalık tarafından
iktisadi-ticari abluka ve ambargo politikası da uygulanmış; bunu gerçekleştirmek
için İtalyan tüccar devletlerine Mısır üzerinden ticaret yasağı getirmiş,
yasağa uymayan gemilerin papalık donanmasınca batırılacağı ilan edilmişti.
Çünkü hem Moğollara, hem de Haçlılara en ciddi direnişi yapan yönetimler
güçlerini büyük ölçüde Mısır'dan alıyorlardı. Baybars'ın Moğollara ve Selahaddin
Eyyubi'nin Haçlılara karşı kazandıkları zaferler hatırlanmalıdır. Bunun için
iki istilacı güç Mısır'ı iktisaden çökertmeyi düşünmüşlerdi.
İşte bu papalık siyasetinin Fatih Sultan Mehmed'e karşı
tekrar yürürlüğe konduğunu düşünüyoruz. İmam Cafer (Ebu Hanife'nin hocalarından
biridir), Erdebilli Şeyh Safiyüddin ve Şeyh Cüneyd gibi kurucuların farklı
mezhep yorumları hiç bir zaman İslamı siyasi olarak bölecek mahiyet arz
etmemişti. Ayrılığın kemikleşip siyasal mahiyet alması Safavi iktidarı ile
olmuştur ki temelleri Fatih devrinde gizlice atılmış ve Sultan ölünce papalık
şükür ayinleri yapmış, bilindiği gibi iki oğul birbirine düşünce Cem'e
Hıristiyan olması karşılığında hem Avrupa'nın hem de Osmanlının liderliği vaat
edilmişti. İşte bu yıllarda Şah İsmail isimli bir Türkmen lider ortaya çıkıyor,
Osmanlının kozmopolit ve devşirme, mühtedi ve dönmeleri içinde kaybolmuş
Türkmenlerine hoş görünecek şekilde nefis Türkçe şiirler yazıyor; daî isimli
müritler bu şiirleri Anadolu Türkmenleri arasında dilden dile elden ele
yayıyorlardı. Bu şiirlerin ve propagandanın etkisiyle Anadolu'dan İran'a doğru
gerisingeri bir göç başlıyor, Anadolu'nun insan kaynakları boşalma tehlikesiyle
karşı karşıya kalıyordu. Avrupa ile mücadelesinde tımar sistemi (ki hem tarım
ekonomisinin hem de askerliğin temelidir) ciddi zarar görecek ve devletin
yıkılmasına yol açacaktı. Sadece İran'a yakın topraklar değil, mesela Antalya
civarındaki Teke Türkmenleri bile İran'a doğru göçe kalkmıştı. "Şaha doğru
giden kervan" sayısı yıldan yıla artıyor, Anadolu boşalıyordu. Herhalde
Papalığın ve Haçlıların istediği de bu idi. Bu ayrılık davasını "Ali
aşkına" yaptığını sanan Anadolu ve İran Türkmenleri veya diğer etnik
kökenlere mensup Müslümanlar oynanan bu Haçlı oyununu göremezlerdi. Hala da
aydınlar bunu görebilmiş değildir. İşte
Yavuz Sultan Selim'in sert tedbirleri Anadolu'nun böylece boşaltılmasına karşı
alınmıştı. Yoksa Kerbela' dan beri mevcut olan bu akıma ne Selçuklu, ne de
Osmanlı herhangi bir sert tavır içine girmemiştir.
Anadolu Türkmenleri böyle bir politika ile "Şaha
doğru" gidişlerini sürdürselerdi, Şah ve İran güçlenecek, ama Sultan ve
Osmanlı zayıflayacaktı. Bu da Avrupa istikametinde ilâ-yı kelimetullah kavgası
veren İslam'ın aleyhine ve Haçlıların ve papalığın lehine olacaktı.
Üçüncü ülke olarak Arabistan'ı ele almak istiyoruz. Bir
kısmı Karmati Şiilerinin elinde ve zaptı
oldukça zor bir bölge olan Güney doğu Arabistan biraz bizim Türkmenler gibi
yerleşik hayata geçmeyen, devlete bağlanmak, vergi ve asker vermek istemeyen,
özetle başına buyruk yaşayan bir halktı. Yemen kendi ücra köşesinde kendi
haline yaşarken, Hicaz hem hacılar, hem de ticaret sayesinde para kazanan
gururlu Araplarla meskûndu. Araştırmacılar Arap tarihî sosyolojisinin bu
özellikleriyle Vahhabîliği doğurduğunu düşünmektedirler.
Ülkelerin dinini bu kadar bariz şekilde belirleyen tarihî
şartlar, aynı şekilde ahlakî yapıyı da etkilemez miydi? Zaten ahlak büyük
ölçüde tarihi yaşanmışlıklarla beraber dini hüküm ve anlayışların günlük
hayattaki uzantısı olduğundan, coğrafya, din, ahlak ve tarihi yaşanmışlıklar
aynı kategoride bir dizi etkiler ve etkenler silsilesi oluşturmaktadırlar.
Başta bahsedilmiş olan illiyet bağı bu hususta değerlendirilmelidir.
Türkiye'nin yakın tarihi de ahlakî normları etkileyen
olguları bize göstermektedir. "Softa" kelimesinin günümüz Türkçesinde
olumsuzluklar çağrıştıran anlamı herkesçe bilinmektedir. Hâlbuki bu kelime
aslında medrese talebesi demek olan suhte'den başka bir şey değildir. Halkımız
medrese talebelerini de medreseyi de sevdiği halde "softa"yı neden
sevmemiştir? Cevap Celalî isyanları esnasında işlenen medreseli suçlarından
çıkarılacaktır. Suhtelerin hataları kendilerinin asırlar sonrasında bile
"ahlaksızlık amili" görülmelerine neden olmuştur.
Diğer bir örnek İstanbul ahlakı üzerine olacaktır.
Osmanlı İstanbul'u bir efendilik, çelebilik, beylik, beyefendilik, hanımlık,
hanımefendilik, saraylılık ve "saraylı hanım"lık merkezi idi.
Selamlaşmalar, yardımlaşmalar, haddini bilmeler, nezaketin ve asaletin binbir
güzel numunesi orada yaşanır ve yaşatılırdı. O
şehir Yahya Kemallerin, Tanpınarların, Ekrem Hakkı ve Samiha Ayverdi'lerin ilh
daha nice Osmanlıyı tanıyan cumhuriyet aydınlarının öve öve bitiremediği bir
güzel ahlaklı insanlar şehri ve Osmanlı tarihinin bir armağanı idi. O ahlak da
o tarihin bir eseri ve bizlere bir yadigârı idi. Maalesef tarihi dokusunu da
ahlaki ruhunu da koruyamadık. Korumak ne kelime, ona ve değerlerine düşmanlığı,
ahlakını zemmetmeyi çağdaşlık, hatta cumhuriyetçilik sananlarımız oldu. Bir
taraftan modernlik denen çağdaş zevksizliğe, diğer taraftan, gecekonducu
ilkelliğine teslim ettik.
O şehirle beraber o çelebi insanlar da sanki beyaz atlara
binip gittiler...
Tarih ahlak ilişkisinde ikinci bahis, ahlakın tarih
yapıcı ve yönlendirici özelliğidir. Bu anlamdaki ahlakı biraz da anlayış,
kültür ve telakki babında değerlendiriyoruz. Toplumların tarihleri boyunca
yaşadıklarından ve yarattıklarından süzülüp gelen, sonraki nesillere bırakılan
değerler yekunu olan ahlak ve muhtelif telakkiler aynı zamanda tarih yapıcı
özellikleriyle de bilinmektedirler. Tekraren belirtmeli ki, bu değerler ister
ahlak adıyla anılsın ister başka adla, din ve coğrafi yapının din ve coğrafi
yapının büyük ölçüde izlerini taşırlar. Dolayısıyla İslam Ahlakı, Hıristiyan
Ahlakı, Protestan ahlakı, Musevi Ahlakı, Budist Ahlakı... gibi adlarla
anılırlar. Coğrafi veya sosyolojik olarak da kaydedebileceğimiz ahlak türleri
vardır: Dağlı ahlakı, şehirli ahlakı, esnaf ahlakı, işadamı veya burjuva
ahlakı, köylü ahlakı, göçebe ahlakı, memur ahlakı veya zihniyetleri bu minval
üzere değerlendirilebilirler. Aynı konuda kişilerin adıyla anılan ahlaki veya
ideolojik sistemler ve telakkilerden de bahsedilebilir: Konfüçyus'un ahlak ve
telakkilerinin Çin ahlak ve dünya görüşünün oluşmasındaki etkileri herkesçe
bilinmektedir. Kişiler aynı zamanda bir din, ideoloji veya benzer bir sistem
kurdukları için salt ahlakçı olarak anılmayabilirler, ama ahlaki öğretilerin
büyük bir kısmı bu şekilde tarihi kişilerce ortaya atılmıştır.
Burada söz konusu olan ahlak genel anlamıyla kabul edilen
ahlaktan ziyade, çalışma anlayışı, meslek adabı iş anlayışı anlamında, yani
telakki ve zihniyet demektir. Bu anlamdaki ahlak ve zihniyet anlayışlarının
tarihe etkisini en bariz şekilde bilim dünyasına sunan Alman bilim adamı Max
Weber olmuştur. Onun Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu
adıyla bilinen çalışmasında vardığı sonuçlar kendisine karşı çıkanlar için bile
ufuk açıcı olmuştur. Weber'e göre Protestan ahlakı insanları bu dünyadan
uzaklaştırıp uyuşturan Katolik ahlakına karşı geliştirilmiş ve çalışmayı, para
kazanmayı, iktisadi verimliliği ve yatırımları teşvik eden bir anlayışı hakim
kılmıştır. Gerçekten Avrupa'da uyanışı ve gelişmeyi büyük ölçüde Katoliklikten
Protestanlığa geçen ülkelerin yapmış olması bu tezi kuvvetlendirmektedir. Gerçi
bu gelişmeyi liberal düşünürler burjuvazinin doğuşunun eseri görmüş, yani sebep
ile sonuç onların tezinde yer değiştirmiştir. Onların tezleri de yine çalışma
ahlakı anlamında bizim konumuza başka bir örnek zenginliği kazandırmıştır. Weber'in
Protestanlığın gelişmesiyle çalışmanın bir ibadet gibi kutsandığı ve bu
mezhebin yayıldığı bölgelerde iktisadi hamlelerin ve kalkınmanın hızlandığı
tezine karşı, piyasa ekonomisini savunan liberaller, Weberyen tezde sebeplerle
sonuçların yer değiştirdiğini ileri sürdüler. Onlara göre söz konusu ülkelerde
önce girişimci sınıflar (burjuva) doğmuş, asillere ve kiliseye karşı mücadele
ederek yeni bir çalışma anlayışı oluşturmuş, yeni bir iş ve meslek telakkisi geliştirerek,
işi, kazanmayı, üretimi ve tasarrufu kutsayan bir iş ahlakı doğurmuştur. Bu
zihniyet Hıristiyanlığı da kendine göre yorumlamış ve bir işadamları mezhebi
gibi telakki edilen Protestanlık bu ortamda doğmuştur.Adeta tırnağı ile kuyu
kazarcasına servet biriktirerek yatırım yapan bu insanlar elbette çalışmayı
kutsayacaktı. Papalık gibi "tanrı tüccarı sevmez" diye
düşünmeyeceklerdi. Diğer bir ifade ile burjuva Katolik Hıristiyanlığı gerici
bulmuş, çalışmayı ve servet biriktirmeyi teşvik eden, faizi meşru gören bir iş
adamları mezhebi, bir girişimciler dini oluşmuştur. Weber ile liberallerin
bakış açılarını şu şekilde formüle edebiliriz:
Weberyen görüş:
Protestanlığın
doğuşu+Protestan çalışma ahlakı ile girişimciliğin teşviki+ girişimci bir
sınıf(burjuva)ın doğuşu=ekonomik gelişme.
Liberal görüş
Burjuvanın doğuşu+burjuvanın
Hıristiyanlığı işadamı mantığı ile yorumlayacak ortamı oluşturarak
Protestanlığı doğurması+Protestan iş ahlakı=Ekonomik gelişmenin başlaması.
Her iki halde de
Avrupa'da gelişmeyi sağlayan faktör çalışma ahlakının, meslek adabının ve iş
adamı zihniyetinin değişmesi ile olmuştur diyebiliriz. O halde iş ahlakını
değiştiren faktör ister burjuva olsun ister Protestanlık, bizi burada
ilgilendiren onu neyin değiştirdiği değil; iş ahlakının Avrupa'daki iktisadi,
kapitalist, emperyalist vs. gelişmeleri tetiklediğidir.
Weber'in anlayışını Türkiye'de temsi eden ve onun
yöntemiyle Türk iktisat tarihini yorumlayan çalışmaları yapan Prof. Dr. Sabri
F. Ülgener de iş ve meslek ahlakının gelişmeleri tetiklediğini savunmuştur.
Ülgener'e göre ilk İslam çalışmayı, iktisadi ticari faaliyetleri ve kazanmayı
teşvik etmiştir. İslam peygamberi gençliğinde ticaret yapmış ve Kur'an
çalışmayı teşvik etmiştir. Bu ilerici tavrın etkisiyle ilk yıllarda İslam
Dünyası ilerlemiş, medeniyetin her alanında başarılı işler yapılmıştır. Haçlı
Seferleri ve Moğol İstilaları hiç şüphesiz İslam Dünyasına olumsuz etkileri
olan iki meşum hadise olmuştur. Haçlılar bu seferler ve Ortadoğu'daki
hakimiyetleri esnasında birçok medeniyet ürününü görüp Müslümanlardan
faydalanarak Avrupa'ya götürmüşler ve Rönesans'ın başlamasına böylece zemin
hazırlanmıştır. Moğollar ise yakıp yıktıkları İslam Aleminde "kıyamete
kadar yeni mamureler inşa edilse ve nesiller çoğalsa eski medeniyetimiz bir
daha geri gelemez" diyecek bir karamsarlığa yol açmışlar ve bu karamsar
havada Müslümanlar hedef küçültmüş, çalışma anlayış ve ahlakı gerilemeye ve bu
alemi geriletmeye başlamıştır. Bu atmosferde insanlar "eskiyi artık inşa
edemeyiz, dünyamızın mamuriyetini ebediyen yitirdik, bari öbür dünyamızı
kurtaralım" mantığı ile içine kapalı, iktisat ve dünya dışı bir anlayış ve
çalışma ahlakı hakim olmuştur. Bu dönemde tasavvuf ta yayılmış, zamanla
"masivayı terk etmek" adı altında bir ideal, bazılarında hiç
çalışmamak ve bu dünyayı hakir görmek, hatta bazılarınca dilenerek geçinmek
gibi gerçekten iktisat ötesi bir ahlak ve anlayış ruhlara hakim olmuştur.
Ülgener bu dönemde Osmanlı esnaf ahlakının gitgide Ortaçağlaştığını
düşünmektedir. Kitabının ilk baskıdaki adı bu konuyu daha manidar bir şekilde
ortaya koymuştu.
İnhitat, yani çözülüş ve gerileme tarihinin en temel meselesi olarak ahlak ve
zihniyetin alınması bizce de doğru bir tercih ve tespittir. Kitapta ahlak ve
zihniyetteki değişimi gösteren şiirler ve atasözleri de değerlendirilmiştir.
Biz burada ikisini örnek olarak sunmayı yeterli buluyoruz. Osmanlı esnaf
teşkilatı içinde "hirfet ehli"nin ve "harif"lerin çok
önemli bir yeri olduğu malumdur. Bir bakıma dönemin sanayicileri sayılan bu
sınıf, zamanla iktisadi ortaçağlaşma ve gerilemeye paralel olarak çalışmayı ve
üretmeyi hafife alan, hatta yer yer negatif bir kimlik unsuru sayan anlayışın
etkisiyle "harif"in anlamı ve ona paralel olarak söylenişi de
değişmiş ve harif herifleşmiştir. Artık her evde bir herif vardır, ama cebi boş
ve mesleksiz adamlardır. İtibarları sadece "bizim herif" diye
kendilerinden bahseden karıları indinde geçerlidir.
Diğer örneğimiz işyeri anlamındaki "kârhane"nin
anlamındaki trajik değişimle ilgilidir. 'Kâr' ın zamanla esnaf ahlak ve
anlayışında gayrimeşrulaşması ile birlikte bu kavram meşru yolları ve meşru
kazançları çağrıştırmaktan uzaklaşarak yüz kızartıcı yollarla edinilen mesleği
ve o yollardan elde edilen kazancı anlatmak için kullanılır olmuş ve kerhaneye
dönüşmüştür. Esnaflaşma ve esnaf ahlakındaki bu negatife doğru dönüşüm zamanla
iktisadi işleri toplumun en aşağı unsurlarına bıraktırmış ve "bey"lik,
"paşa"lık, "efendi"lik Müslüman unsurlara, "ticaret ve
zanaat gibi ef'âl-i deniye" gayrimüslimlere ve sözde aşağı sınıf ve
zümrelere bırakılmıştır. İmparatorlukta gayrimüslimlerin kuyumculuk, mimari,
esnaflık ve işadamlığı gibi alanlarda son yıllarda yükselmesinin ardındaki
temel faktörlerden birisinin bu çalışmayı hor gören "beylik"
düşüncesi olduğu fikri bundan sonra daha farklı açılardan da
değerlendirilmelidir. Çünkü Ülgener'in açıklamasına göre, esnaflaşma ve esnaf
ahlakı işadamı anlayışı ve burjuva çalışma ahlakından daha geri batı ortaçağına
ait bir değerlendirmedir. Özetle esnaflık servet kazanmayı değil, ailesinin
akşamki maişetini çıkarmayı ve ondan sonra şükretmeyi gerektirir. Günü düşünür,
"yarına Allah kerim" der. Halbuki işadamı anlayışlarına göre, müspet
ve meşru yollardan, düzenli çalışma ve iktisat ilminin verilerine göre
sermayesini artırıp yeni yatırımlar yapma, şirketleşme, kar ve zarar hesapları,
verimlilik ve yapılabilirlik hesaplamalarıyla servetini güvence altında tutma
hatta geliştirme, işsizlere iş verme, üretim ile toplumun ihtiyaçlarını
karşılama, yatırımlarıyla ülkeyi imar etme... gibi pozitif hedefleri
içermektedir. Esnaf rekabet etmeyip "ben siftahımı yaptım, koşuma
git"(!) diye gelen müşterisini dükkânından kovarken(!) işadamı
ekonominin temel kurallarından birinin rekabet olduğunu bilir ve biz de
rekabetin piyasada tüketici lehine bir ortam oluşturduğunu biliyoruz.
Ahlak ister bir dinden kaynaklansın, ister bir meslek
veya sınıfa ait değer olsun, toplumların çalışma, üretme, tüketme, çatışma,
uyumluluk, toplumsal düzen ve estetik anlayışlarına kadar birçok alanda
etkilidir. Toplumsal değerler, uyumlar ve çatışmalar büyük ölçüde ahlakî norm
ve kabullerden veya bunların ihlallerinden kaynaklanır. Bu değerler genellikle
iki türlü etkiye sahiptir. Birincisi yönlendirici, düzenleyici, uyum sağlayıcı;
ikicisi frenleyici, engelleyici ayakbağı etkileridir. Yönlendirici etkiler
toplumdaki dayanışmayı, yardımlaşmayı ve ahengi sağlarlar, ki bunlar ne kadar
etkiliyse o toplum o kadar huzurludur. Polisiye tedbirler o nispette azdır, suç
az işlenir, gardiyanlık anlayışına ve mahallenin namusunu kurtarma efeliklerine
gerek kalmaz. Böyle toplumların güvenlik masrafları bile diğerlerine oranla
daha azdır. Güvenlik masrafları ve cezaevi giderleri gibi... Birkaç yıl önce
bir İskandinav ülkesinde bir kasabadaki cezaevinden son mahkum tahliye edilmiş
ve yeni mahkum gelmediği için cezaevi kültür ve sanat evine dönüştürülmüştü.
Bir de ahlaki uyumdan mahrum, çevresine kin ve nefretle bakan, kırıp döken
fertlerden oluşan bir toplumu düşünürsek aradaki farkı tahayyül edebiliriz.
Frenleyici etkiye gelince, bunlar tarihin belli-belirsiz
çağlarında oluşmuş, belki o yıllarda bir ihtiyaca binaen toplumsal değere
dönüşmüş, ancak zaman ve şartlar değiştikçe fonksiyonlarını kaybetmiş
değerlerdir. Bunlar yılların alışkanlığı ile toplumsal muhafazakarlık
araçlarına dönüşmüşlerdir. Bazen gelişmeleri engelleyen ayakbağı olan, hatta
dorudan zarar veren anlayışları beslerler. Adet, anane ve folklor unsurları ile
karışık olarak yaşarlar. Türkiye'deki başlık parası, leviratüs uygulamaları,
pederşahi ahlak düsturları bu minvalde örneklerdir. Bazen yıkıcı uygulamalara
da zemin hazırlayabilmektedirler. Bazı bölgelerimizdeki namus cinayetlerinin
nasıl toplumsal travmalara yol açtığını biliyoruz.
Ahlak üzerine çalışanlar farklı alanlardan örnekler
verirler. Aile ahlakı, aşk ve evlilik ahlakı, çalışma ahlakı, komşuluk ve
yardımlaşma ahlakı, iş ahlakı, memuriyet ahlakı, esnaf ahlakı, işadamı ahlakı
vs. Buradaki ahlak yerine rahatlıkla ilişki ve yöntem kavramları da
kullanılabilir. Bu durumda ahlak kavramının bireyleri, toplumları ve kurumları
yöneten, yönlendiren, aktif veya pasif olmalarını sağlayan, değerlerini
oluşturan, değerlere değer katan bir temel faktör olduğunu görürüz. Aynen bir
bilgisayarın işletim sistemi gibi. Nasıl ki onsuz bir bilgisayar bir kablo,
plastik ve metal yığınıdır, ahlaksız bir toplum da et, kemik ve kan gibi
muhtelif dokulardan ibaret fertler yığınıdır. Bireyi ve toplumu oluşturan,
insan toplumlarını hayvanlar aleminden ayıran bir temel değer olarak ahlak
sosyolojinin, iktisadın, siyasetin, dinin ve folklorun ilh oluşmasında ve
bunlar vasıtasıyla toplumu etkilemesinde önemli bir sosyal olgudur. O halde bu
mantıkla ahlakın tarih yapıcı bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Hem yaşanan
tarih tarafından etkilenmiş, hem de onları yapan toplumu etkileyerek tarihin
muharrik ve müşevvik amili olagelmiştir. Bireyleri, kurumları ve toplumları
etkilediği için bunların kimliklerini de belirlemektedir. Mesela bir milletin
milli kimliğinin ahlak sistemiyle ilgisi çok güçlüdür. Aynı örnekleri bölgeler
için de verebiliriz. Karadenizlinin ahlak anlayışı ile bozkırlıların ahlakları
arasındaki fark gibi. Köylü ile şehirli, memurla serbest çalışan ve işverenle
işçinin ahlak ve çalışma anlayışları farklıdır.
Sonuç olarak tarih ve ahlak birbirlerini hem etkiler hem
etkilenirler. Birbirlerinin hem sebebi hem de sonucudurlar. Farklı anlamlardaki
ahlakî olguların hepsinin de bu açıdan toplumlar üzerinde etkisi vardır. Toplumu
da tarih gibi hem etkilerler, hem de toplumlardan ve kişilerden etkilenirler.
Coğrafyanın toplum ve medeniyet
üzerindeki etkisi ile ilgili çok yaygın bir kitabiyat oluşmuştur. Bunlardan
birkaçı: Kamil Günel,. Coğrafyanın Siyasal Gücü, Çantay
Kitabevi,İst. 2008.; Fernand Braudel, Akdeniz
ve Akdeniz Dünyası c.I-II, Çev. M. Ali Kılıçbay, Eren yay. İst. 1989.
Eserin özellikle birinci cildi coğrafyanın önemini anlatmaktadır. A. Toynbee, A Study of History, Oxford University
Press, Eser Türkçeye çevrilmemiştir. Ancak iki ciltlik bir özet çevirisi
vardır: Tarih Bilinci, Bateş
yayınları İstanbul 1978; René Grousset, Bozkır
İmparatorluğu, Ötüken Neşriyat İst. 1980, giriş bölümüne bakılmalı.