ALİ FUAT BAŞGİL VE
DEMOKRASİ
Dr. FAHRİ SAKAL
Türk
tarihi devlet - vatandaş ilişkileri açısından değerlendirilmeye alınırsa
dünyada aşağı yukarı en sorunsuz ve tek düze ilişkiler ağını bulabileceğimiz
bir geçmişi anlatmaktadır. Bu bazılarımız için devletine ve kurumlarına saygılı
ve itaatkar bir halka sahip oluşumuzla açıklanır ve müspet değerlendirilirken
bazıları da kültürel yapımız ve tarihi geçmişimizin itaat felsefesi aşılayıp
halka kulluk öğrettiğini ve devletten veya devletlilerden gelen her musibeti
bile kader gibi gören ve her şeye rağmen “Allah devlete zeval vermesin” diyen
bir zihniyete sahip olduğunu, ancak devletlilerin ve rejimin halkın bu
itaatkarlığını yanlış yorumlayarak halka ve aydınlara adaletsiz, haksız ve
zorbaca tavırlar içine girdiklerini düşünmektedirler. Bu devlet anlayışı içinde
Türkiye’de gerçekten bütün acılı yıllara ve olaylara rağmen devlete veya kurulu
düzene karşı bir kalkışma olmamış, millet uslu uslu köşesinde oturmuştur.
Elbette hiçbir aydın veya yetkili vatandaş halkın düzene başkaldırmasını
istemez, biz de istemiyoruz; ama halk susuyor diye hakkını arayamaz kabul
etmek, haksızlıklar karşısında isyan etmiyor diye onu daha fazla ezmek de
herhalde yanlış olsa gerektir.
Türkler
büyük imparatorluklar geleneğine sahip, mazilerinde kölelik ve sınıf kavgası
bulunmayan, hatta İslam öncesinde kengeş ve İslami dönemde şura ve benzeri
uygulamalar bulunduğundan asillerle mücadele, ruhban sınıfı tasallutu, sınıf
mücadelesi, kurumsallaşmış kölelik ve benzeri olguları tanımadılar. Dolayısıyla
bu tarz içtimai ve iktisadi mücadele anlayışı batılılarınkine benzemez. Batıyı
tanıyan aydınlar o ülkelerin rejim anlayışını Türkiye’de değerlendirirken
özellikle bulundukları ülkeleri örnek göstererek fikirlerini o minval üzere
tekamül ettirmişler; dolayısıyla çoğu Fransız tarzını, bir kısmı Alman ve daha
az bir kısmı da İngiliz sistemini tavsiye etmiştir. Özellikle İngiliz
liberalizmi ile Fransızların hem devletçi hem de ılımlı liberal sistemleri
tartışma konusu olmuş, ancak Fransız İhtilali’nin ve ihtilalci jakobenlerin
etkisi Türkiye’de daha çok görülmüştür. Prens Sabahattin’den[1] Sami Selçuk’a[2] kadar
birçok aydın bu iki sistemin değerlendirmesini yaparken, hemen çoğunun
değerlendirmesine göre Fransız sisteminin daha devletçi ve toplumcu olmasına rağmen
İngilizlerin daha liberal ve ferde dayalı bir nizam geliştirmişlerdir. Aynı
minvalde değerlendirmeler Ağaoğlu Ahmet[3]
tarafından da yapılmıştır.
Demokrasi
veya rejim tarihi açısından fikir yürüterek Cumhuriyet Dönemi hakkında
değerlendirme yapan ve rejimin anti demokratik mahiyetini gözler önüne seren
aydınlardan bir diğeri de Ali Fuad Başgil olmuştur. Merhum Başgil rejimin
köklerini ve kendi çağındaki uygulamalarını yakından tanıyıp değerlendirme
yapacak kafa ve gönül hazırlığına sahipti. Fransa ve İsviçre’de geçen tahsil ve
çalışma yıllarında batı rejimlerini ve demokratik-antidemokratik uygulamaları
hem nazari hem de uygulamalı olarak tanımış; sonra Türkiye örneğini de hem bir
hukuk bilimci olarak araştırma yoluyla öğrenmiş hem de gerek parlamentoya
girmesi ve gerek cumhurbaşkanlığına adaylığı sırasındaki o malum ve meşum tavır[4]
sonunda emsalsiz bir tecrübeye sahip olmuştur.
Bu acı tecrübeden önce de
Başgil demokrasi kavgası veren bir kişi olduğundan çok da şaşırmamıştı. Daha
önceki mücadeleleri içinde en kayda değer olanı Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti
bünyesindeki çalışmalarıdır. Bu sırada ünlü gazeteci Ahmet Emin Yalman bir
İngiliz gazetesinde, dünyayı tehdit eden totaliter rejimlere karşı bir liberal
enternational kurulmasını teklif eden bir yazı yazmıştı. Benzer girişimler hem dünyada hem de Türkiye’de yaygınlaşmıştı
ki, Yalman, Başgil ve diğer bazı aydınlarla temasa geçerek 1947 yılında müştereken bu cemiyeti kurmuşlardı.[5] Bu
cemiyet her türlü totaliter hareket ve fikirlere karşı kamuoyu oluşturmaya
çalıştı ve Türkiye’nin çok partili düzene geçişinde önemli roller oynadı. Çıkardıkları
Hür Fikirler Dergisi ve Cemiyetlerinin yayınladığı
kitaplar Tek Parti karşısında farklı ve demokrat düşünceleri desteklemiş;
muhalif hareketleri güçlendirmiştir. Hür Fikirler 11 sayı çıkabilmiş,
maalesef erken kapanmıştır. Ülkenin gerçekten "hür" düşünceli insanlarını bir araya getiren "Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti" Ali Fuat BAŞGİL’i derneğin kurucusu olarak ilk genel başkanı ve Burhan Apaydın da genel sekreter seçildi. "Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti" ülkede demokratik bir tartışmanın kürsüsü ve öncüsü rolünü oynadı. 1946 seçimlerinin oy sayımlarındaki hilelerin ve baskıların yarattığı kargaşalara son verilmesi ve çözüm bulunması konusunu ele alan "Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti", 1948 yılında seçimlerin "Yargı Denetimi Altında Yapılması" düzenini ortaya koydu. Bu görüşler 1948 yılında Şemsettin GÜNALTAY''ın başbakan ve Prof. Nihat ERİM'' in başbakan yardımcısı olduğu hükümet tarafından benimsendi. Bu düzenlemeden sonra yapılan1950 genel seçimlerini kazanan Demokrat Parti olaysız iktidara geldi. Ancak 1951 de A. Emin Yalman ile Başgil arasında dini fikirler konusunda ayrılık çıkmış, Türkiye’nin önemli gazetecilerinden olan yarı liberal ve dönme kimliği bilinen Yalman Başgil’i ve dönemin DP iktidarını dincilikle suçlamaya başlamıştı. DP’nin ezan başta olmak üzere yaptığı düzenlemeleri Yalman ve arkadaşları “gericilik” olarak görmüş ve Başgil’in bilgisi dışında laiklik konulu bir toplantı düzenleyip DP’nin dini hürriyetler ve laiklik bağlamında attığı adımları eleştiren bir bildiri yayınlamıştı. Halbuki Cemiyet, o ana kadar diğer özgürlükler gibi dini özgürlükleri de desteklemişti. İki aydın arasına böylece anlaşmazlık girince Başgil gruptan ayrılmış, Yalman CHP’ye dönmüş ve dergi de yayınını artık sürdürememiştir. Ne yazık ki, Başgil ile Yalman arasındaki ihtilaf cemiyetin sonunu getirmiş ve demokrasinin çalkantılı ilk yıllarındaki tehlikeli kutuplaşma Cemiyet’teki liberallerin bazılarını devletçi ve müdahaleci fikirlere yönelmesine sebep olmuştur.
Başgil, bundan sonra gerek hoca olarak gerek yazar olarak demokrasi ve hürriyetler konusunda fikirlerini yaymayı sürdürmüştür. Onun özellikle demokrasi ve vazgeçilmezleri üzerine yazdıklarından burada kısaca alıntılar yaparak fikirlerini tanıtmak istiyoruz.
Demokrasi
terbiyesinin ahlaki formülü:
“İyiliği ve adaletli sevecek, kötülükten ve
zulümden nefret edeceksin. Yalnız nefret edip durmayacaksın, hem de onunla
mücadele edeceksin: Muktedir isen; elin, kolunla; değilsen sözlerin ve
yazılarınla; buna da muktedir değilsen kötülük ve zulüm yapanlardan yüz çevirip
onlara selam vermemek ve merhaba dememek suretiyle mücadele edeceksin.
Bahtiyar o memlekettir
ki, vatandaşları bu terbiye ile bezenmiştir.”
DİKTATÖRLÜKLER:
“Cüret
ve cesaretine güvenen ve ekseriya hiçliğinden kuvvet alan bir kahramanın, ya
halk kuvvetlerini ayaklandırarak mevcut hükümeti devirip yerine yerleşmesiyle
yahut da mevcut hükümetin kendi kuvvetlerini ayartıp bu kuvvetlerle kendisini
devirerek yerine geçmesiyle” diktatörlükler teessüs eder.[6]
Başgil’e göre hükümdarlıklar ananevi bir veraset hakkına dayandığı ve halk
tarafından bu hususiyetleriyle kabul gördükleri halde diktatörlükler millet hak
ve menfaatlerini korumak bahanesiyle yalan üzerine kurulu bir baskı rejimi
kurarlar. “Mutlak bir hükümdar, taç ve tahtının selametini maziden gelen ve
tarih faktörünün kuvvetine dayanan yerleşmiş nizamı muhafazada gördüğü halde,
diktatör, bilakis, aynı selameti mazi düşmanlığında ve bu nizamı alt üst
etmekte görür. Çünkü birinin menfaati mazinin devamında, diğerinin ise yeni bir
hayat ve devrin başlamasındadır. Bundan dolayıdır ki, statizm ve maziperestlik
hükümdarlıkların, dinamizm ve yenicilik de diktatörlüğün temelidir. Fakat
diktatör iktidar mevkiine iyice yerleşip vaziyetini tahkim ettikten sonra
mutlak hükümdar ile olan farklar yavaş yavaş silinir o da bir statizme saplanır
ve artık taçsız bir hükümdar kesilir.” Bundan sonra milletine yaptığı
hizmetleri abartarak propaganda ile ayakta durmaya çalışır. Ancak yine de
birçok diktatörün ömrü kısa olmuş ve çoğu rahat yatağında ölmeyi bile
görememiştir. Diğer bir yerde şu fikri kayda geçirmiştir:[7]
“Mutlak ve müstebit bir hükümdarla bir diktatör arasındaki fark; birinin maruf
bir hanedana mensup olması, diğerinin ise hiçliğine ve küstahlığına
güvenmesidir. Birinin kuvvetini ve nüfuzunu üniformadan ve etiketten alması,
diğerinin ise varlığının hikmetini zorbalığında bulmasıdır. Nihayet ikisinin
arasında şu fark da vardır ki, mutlak ve müstebit hükümdar, doğru veya yanlış,
bir veraset hakkına dayandığı halde, diktatör bir ihtilal ile ve büyük bir
kargaşalığın bastırıcısı sıfatı ile iş başına gelir. Fakat bu sayede bir defa
camianın minnetini kazandıktan sonra, diktatörlerin ekserisi koyunu kurttan
kurtaran kasap vaziyetine geçer ve kurtardığı koyunu kendisi boğazlar…. Tarihte
görülen bütün diktatörler daima bir asayiş müjdecisi ve bir kurtuluş kahramanı
olarak yükselmiş ve bu rol onlara hükümet mevkiine gelişlerinde bir meşruiyet
basamağı hizmeti görmüştür.” Her iki rejimin prensibi halkı uyutmak ve
korkutmaktır. Eski hükümdarlar bazı din ve kültür adamlarıyla, modern
diktatörler ise matbuat, binbir çeşit reklam, zayıf karakterli sözde
münevverler ve müziç bir radyo propagandası ile ayakta dururlar. Halk
kendilerine karşı birleşmesin diye muhtemel muhalefet hareketinin içine nifak
sokarak kendilerine karşı birleşmeleri engellerler. Bir taraftan da diktatörler yardakçılarınca
mabutlaştırırlar. Sahte bir karizma ile metafizik ve mitolojik bir kahraman
yaratarak her iyi fikir ve düşüncenin kaynağı, iyiliklerin tecessüm etmiş şekli
olarak sunulur. “Bir defa bu mertebeye yükselince, artık oligarşi şefinin her
sözü ve fikri, fikir ve sözlerin şahı ve ona uymayan her fikir ve söz de
hainlik ve casusluk olur.”[8]
Oligarşiler
özünü Eflatun’dan alan şu felsefeye dayandırırlar: “Hükümet ve idare, her
şeyden evvel bilgi, ehliyet ve ihtisas işidir. Halk ise bu ehliyet ve bilgiden
mahrum, bayağı ihtiraslarına düşkün, sefil bir kitledir ve idare edilmeğe
muhtaçtır. Binaenaleyh bir memlekette hükümet ve idare o memleket bilginlerinin
ve ehliyetlilerinin tabii bir hakkıdır. Memleket idaresinde halkın reyini
sormak, sefalet ve cehalette bir nur aramak ve sözü ayağa düşürmektir.
Seçkinler bir milletin önderleri ve meşalecileridir. Halka düşen, iktidar
sahibi seçkinlerin ardı sıra yürümek ve emirlerine baş eğmektir.”[9]
Başgil bu noktada yönetim işinin gerçekten eğitimli, seçkin ve ehil insanlar
tarafından yapılması gerektiğini kabul ediyor, ancak en ehillerin seçiminin
despotizmle değil demokrasi ile kabil olduğunu ekliyor.
Ona
göre halkın iyi gördüğü her uygulamanın sonu daima hayırlı olmuştur. Halkın
uygun görmediği ve zararlı gördüğü icraatlar sonunda gerçekten zararlı
olmuştur. Dolayısıyla Latinlerin şu ilkesini hatırlatmaktadır: “vox populi, vox
dei” yani halkın sesi hakkın sesidir. Peygamberimizin şu hadisini de Başgil
hatırlatmaktadır: “Ümmetimin iyi ve hayırlı gördüğü şey, muhakkak iyi ve
hayırlıdır.[10]
Demokrasilerde
hak kuvvete, totaliter rejimlerde ise kuvvet hakka galip gelir ve hakim olur.
Dolayısıyla hak, hakkaniyet, adalet, ilim ve fikir zorbalığa teslim olmuştur.
Bu tür rejimlerde azlık çokluğa tahakküm eder ve hiçbir ahlaki düstura riayet
edilmez; yalan, riya, müdahene ve tabasbus geçer akçe olur. Dolayısıyla bu tür
rejimlerde ahde vefa, sadakat, feragat ve fedakârlık gibi içtimai ahlakın ve
dolayısıyla milli emniyet ve sulhun izlerinden bile eser yoktur.[11]
HÜRRİYET
MÜSAVAT ADALET
Başgil Fransız
İhtilalı’nın “hürriyet, müsavat ve adalet” düsturunu demokrasinin temeli olarak
görür ve bunları uzunca açıklamaktadır. İnsanların yaradılıştan hür doğduğunu
ve kudret elinin kimseye doğuştan bir imtiyaz, üstünlük sıfatı veya unvan
vermediğini vurgulamaktadır. İnsanlar her nevi sıfat ve unvandan mücerret
olarak doğduğunu, farklılıkların ve üstünlüklerin ehliyet, hizmet ve liyakatle
kazanılmasının gerektiğini düşünmektedir. Müsavatın adalet için de temel
olduğunu vurgulayan Başgil, insanların hürriyetten önce müsavat için
savaştıklarını ifade etmiştir. Demokratik müsavatın ne riyazî, ne komünist ne
de oligarşik olmadığını da uzun örneklerle anlatmıştır.[12]
O
eski filozofların hürriyeti yeterince kavrayamadığını, hatta Aristo’nun
köleliği gerekli ve faydalı görmesini eleştirerek anlatmaktadır. Hürriyetin
insan şerefini tamamlayan bir değer olduğunu söyleyerek bedeni, fikri ve manevi
olmak üzere üçe ayrıldığını belirtir.
İnsan için en kıymetli hürriyet, fikir ve vicdan hürriyetidir. Çünkü
hayat ve medeniyet bu iki nurun ışığında gelişmiştir. İnsanlığın ilim, ahlak ve
medeniyet gibi büyük nimetlerini hep akla ve şuura borçlu değil miyiz? O halde
bu hürriyetlere kastetmek, akla ve şuura tahakküm etmek demektir: İdraki
kurutup insanı uyuşturmak ve hayvanlığa düşürmektir.”
“Fikir
ve vicdan hürriyetinin öteden beri yaman bir düşmanı vardır: Taassup. Taassubun
da gene öteden beri bu hürriyete karşı bir silahı vardır: Baskı ve tahakküm….
Fikre ve vicdana kasteden taassup hakikatte insanlığa kastetmektedir. Bunun
içindir ki baskı rejimlerinin serbest fikirlere ve hür vicdanlara karşı
gösterdikleri düşmanlık, ahlaka ve insanlığa karşı işledikleri cinayetlerin en
müthişidir…. (E)ski devirlerin din maskesi altındaki taassubu, modern
devirlerde ve bilhassa Birinci Dünya Harbinden sonra laik bir renge bürünmüş!
İnsan zekâsını ve vicdanını din namına cendereye sokan eski engizisyonların
yerini bu devirde millet ve vatan gibi mukaddesat namına kurulan daha feci
engizisyonlar almıştır.”
Hürriyetin
dünyayı arkasından sürükleyecek en büyük kuvvet olduğunu söyler ve iki dünya
harbinin insanlığa hürriyetin tadını tattırdığını ve bunu insanlığın en yüksek
ideali olarak ebedileştirdiğini söyler. Artık hürriyet fikrinin karşısında
hiçbir gücün duramayacağını belirtir.[13]
“Fikir
ve vicdan hürriyeti yahut düşünme ve inanma hakkı insan ferdi için tasavvur
olunabilecek hak ve hürriyetlerin en değerlisi ve en tabii olanıdır. İnsani
hayat ve kemalin başta gelen şartıdır. İnsan aklıyla ve hür vicdanıyla
insandır.
“Düşünme
aklın, inanma da vicdanın en yüksek birer fonksiyonudur. Hayvan sadece duyar ve
bir dereceye kadar insiyaki bir şekilde dilemeye benzer hareketler yapar Fakat
insan yalnız duyar ve diler değil, hem de düşünür ve inanır. Düşünüp inandığı
nispette de insanlığı kemal bulur. Hülasa düşünme ve inanma melekeleri sırf
insana mahsus ve insanlığın bir imtiyazıdır. Fikir ve vicdan hürriyeti ise, bu
melekelerin taassup ve tahakküm altında kalmayarak engelsizce işlemesi,
herkesin serbestçe düşünüp dilediği ve beğendiği bir kanaate sahip olması
demektir.
“Ferdin
bu hakkını inkâr edip baskıya vurmak, akla ve vicdana tahakküm ve tecavüz
etmektir; ferdi insanlığı en gelişmiş ve normal fonksiyonlarından mahrum
bırakmak ve onu hayvan derekesine düşürmek; binnetice, medeniyete ve insani
kemale suikast etmektir. Bunun içindir ki fikir ve vicdan hürriyetine hücum
eden istibdat, istibdatların en feci ve iğrencidir. Bununla beraber, eski ve
yeni şekliyle, bütün baskı ve tahakküm idareleri, her şeyden evvel, düşünen akla
ve hür vicdana hücum etmiş; serbest tefekkürden doğan, dini, felsefi ve siyasi
kanaatlere saldırmıştır. Bunu tabii görmelidir, zira her yerde ve her devirde
istibdat, tutunup yaşamasının imkânını, tefekkür nurunu söndürüp insanları
ifsad etmekte ve hayvanlaştırmakta bulmuştur.”[14]
“Modern
istibdat, evvela millet kesesinden bol bol ikram ettiği para ve mevki
sayesinde, etrafına bir takım çürük seciyeli, menfaat düşkünü mahlûklar ve
çeşit çeşit ücretli şakşakçılar toplamıştır. Bunların kimine âlim, kimine feylesof,
kimine tarihçi, dilci ve şair üniforması giydirerek uydurma bir ilim, felsefe,
tarih, dil ve edebiyat imal ettirmeye çalışmıştır. Bu kirli ve kiralık ellerin
tahrif edip gülünç bir hale koyduğu hakikatleri de “tek devlet kitabı” diye
icat ettiği en zalim bir inhisar usulüyle memleketlerin masum çocuklarına
pervasızca okutturmuştur. Saniyen, modern istibdat, menfaatlerine destek olarak
kullanamadığı dinlere ve din adamlarına, kendi taassup politikasına alet
edemediği ilmî, felsefî ve siyasî kanaat sahibi mert insanlara karşı canavarca
bir mücadeleye girişmiş ve harp açmıştır.”[15]
“İstibdat,
kanlı elleriyle şehid ettiği hürriyet masumlarından çok, yaratıp etrafına
topladığı dalkavuk, yalancı meddah ve müraî gibi bir sürü ahlak düşkünleriyle
memlekete, medeniyet ve insaniyete ihanet eder. Bu rejimin en büyük fenalığı da
burada, yani riya ve yalana bürünmüş bir muhit yaratmasında herkesi samimiyetle
düşünüp kani olduğundan başka türlü konuşmaya ve hareket etmeye mecbur
etmesindedir. Fikre, kanaate sadakat, hürriyet rejiminin; ihanet de istibdadın
temelidir. Hür düşünen, düşünce ve kanaatlerine sadakat cesareti gösteren mert
insanlardan istibdat yılar ve nurdan kaçan gece kuşu gibi, burnunu sokacak riya
ve yalan kovukları arar.”[16]
OTOKRASİ
VE DEMOKRASİ FARKI
Başgil’e
göre insanlık tarihi boyunca rejimlerde iki hususiyet göze çarpmıştır: Hak ve
kuvvet. Hakkın dayandığı usuller tenvir, irşat ve iknadır. Diğeri ise cebir ve
şiddete bağlıdır. Hak demokrasiye, cebir, tehdit, tenkil ve şiddet ise
otokrasiye götürür. Diğer bir ifade ile otokrasinin felsefesinde hak kuvvettir
ve kuvvetlinindir. “İnsanlar ancak cebir ve şiddet önünde eğilir ve tapmak için
üstün bir otorite özler. Binaenaleyh bir memlekette sevk ve idareyi ellerinde
tutanlar insan tabiatının bu temayül ve insiyakına cevap vermek üzere, çelikten
örülmüş bir disiplin kurmaya mecburdur.
“(…)modern
otokrasiler, bilhassa ilim ve kültür ocaklarına el atmış,… bütün tahsil ve
terbiye yuvalarını idareleri, hocaları ve talebesiyle birlikte, derece derece
otokrasi merkezinin cebri, tehdidi ve tazyiki altına sokmuştur. Bunlar,
mektepten sağlam bir kültür, şahsiyet terbiyesi yerine, merkezin emirlerine
itaat ve otokrasi şeflerine sadakat istemiş ve bu yolda dalkavukluğa ve
pespayeliğe prim kazandırmıştır. Gayet tabiî, otokrasiler başı dik ve alnı açık
vatandaş tipinden hoşlanmaz. Onlara daha mektep sıralarından itibaren bel büküp
baş eğmeye alışmış insan sürüleri lazımdır. Bu rejimler, ısmarlanıp otokrasinin
menfaatleri uyarınca yazdırılan ve objektif manasıyla, ilme ve rasyonel kültüre
yabancı kalan kitaplarla hocalarda meslek aşkını ve bilgide ilerleme zevkini
körletmiş; mektepte, yalnız talebeyi değil, hocaları da otomatikleşmeye
zorlamıştır. En küçük tahlil ve tenkide bile tahammülü olamayan bu idareler,
muasır mektebi ortazamanlar skolastisizminin karanlık manastırlarına
benzetmiştir. Daha işlk mektep sıralarından itibaren memleket çocuklarının
masum kafaları, otokrasi şeflerinin harikuladeleştirilen menkıbe ve
methiyeleriyle doldurulmuş; genç vatandaşlar mektepte, vatandaşlık terbiyesi
namına, şeflerin, kanun kisvesine bürünen emir ve iradelerince körü körüne
itaate cebrolunmuştur. Otokrasilerin mektebinde çocuklara laiklik namına din
düşmanlığı ve hakikat severlik namına laubalilik ve libertinaj telkin olunmuş;
karakter namına da, saltanat süren kuvvete karşı güçsüzlük mükâfat
almıştır…(B)u rejimlerin mabudu kuvvet ve menfaat, ibadeti de cebir ve
şiddettir.”[17]
“Demokrasi
nazarında insan, akıl ve irade melekeleri ile bezenmiş moral bir mahlûktur.
Yani iyiyi ve kötüyü ayırt edebilecek ve kötülükten kaçınıp iyiliği ve
güzelliği sevebilecek deruni bir kudret ve kabiliyete maliktir.
“Kuvvet
ve bunun içtimai şekli olan cebir ve şiddet vahşet devrinin ve hayvanlar
âleminin kanunu olabilir. Fakat medeni insanlığın en yüksek kanunu, vazife ve
mesuliyet duygusunun kaynağı olan hak şuurudur. Kuvvet ancak hakkın emrinde ve
hizmetinde kalmak şartıyla ve kaldıkça bir kıymet ve meşruiyet kazanır. Hakka
arka vermeyen bir kuvvet, içtimai nizam prensibi değil, sadece bir zulüm ve istibdat
vasıtasıdır. Böyle bir kuvvete boyun eğmek, şeref duygusundan mahrum korkaklar
ve ten severler için belki bir ihtiyatlılıktır; fakat asla bir vazife değildir.
Vazife olan, bilakis haksız kuvvete karşı isyandır.
“Hülasa
demokrasi felsefesinde ideal olan, ferdi tehdit ve tenkil kuvveti karşısında
eğilmiş görmek değildir. Bilakis, onu irade ve karakter terbiyesiyle techiz
ederek insanlık şerefine eriştirmek ve içtimai münasebetler sahnesinde, kendini
kendi aydın aklı ve izanı ile bizzat sevk ve idare eder bir hale koymaktır.
“İşte
demokrasinin, hükümet ve idaresi gibi, maarifi ve mektebi de bu idealden
hareket etmekte, genç vatandaşın, masum vicdanında esasen saklı bulunan
hakkaniyet şuurunu ve hürriyet duygusunu rasyonel bir terbiye ve kültür ile
işleyip inkişaf ettirmeyi hedef almaktadır. Çünkü, demokrasi mantığında gaye
olan, ferdin cebbar bir otoriteye baş eğmesi değil; bilgi ve kültür ile
bezenmiş bir akıl ve izana sahip olması ve bu sayede hayat ve münasebetler
labirenti içinde kendi yolunu bizzat tayin edip bulmasıdır.”[18]
Başgil
bu hakimane düşüncelerden sonra Türkiye’deki sistemin demokratik mi, yoksa
otokratik mi olduğuna geliyor: “(Y)irmi küsur seneden beri bizde maarif ve
mektep siyaseti tamamıyla otokratik esaslar üzerinden yürütülmüştür. Merkezleşen
ve hareket noktasını iktidar şeflerinin indî görüşlerinde bulan ve böyle olduğu
için, durmadan tezada düşen oynak ve kaypak bir mektep siyaseti demokrasinin
insan ve vatandaş terbiyesine daima aykırı gitmiştir. Merkezden ekseriya
tezatlı ve mantıksız, fakat o nispette de lüzumsuz bir şiddet ve dehşet saçan
emirlerle idare edilen mekteplerimiz kalite randımanından mahrum, zararına
işleyen birer hükümet fabrikası haline konulmuştur.
“Demokrasi
ister ki vatandaş başından yular takılıp sürüklenen hayvan makulesinden bir
mahlûk olarak yetişmesin, sağlam bir irade ve şahsiyet terbiyesinin yardımı ile
aklını ve izanını kullansın, hayat ve münasebetler sahnesinde kendini bizzat
idareye iktidar elde etsin.”[19]
Ortaçağları imrendirecek bir
skolastisizmin mekteplere hâkim olduğunu, yaratıcı zekâyı körleten, garp
taklitçisi ve ruhi bir konformizmin tercih edildiğini düşünen Başgil mektebin
dersleri arasında irade ve karakter terbiyesine en çok yarayan, insan ve
vatandaş formasyonuna doğrudan doğruya hizmet eden dil, tarih, felsefe ve
içtimaiyat gibi kültür dersleri bizde, maalesef rejim adamlarımızın
laubaliliklerinin kurbanı olmuştur. Klasik ve objektif hakikatler üzerinden
yapılması lazım gelen bu dersler, mahirane bir surette rejim politikasına ve
propagandasına alet edilmiştir. Otoriter bir idarenin indi ve zümreci görüşleri
dairesinde ısmarlanıp yazdırılmış resmi kitaplardan okutulan bu derslerin
gençlik maneviyatı üzerinde bıraktığı iz, iki kelime ile inançsızlık ve
güvensizliktir.”[20]
TEK
DEVLET KİTABI
Kaynağı
Moskova-Mussolini yoluyla Türkiye’ye gelme olan Tek Kitap sistemi hem öğrencide
kitap okuma duygusunu öldürmüş hem de öğretim üyelerini mesleki olarak
kısırlaştırmıştır. Böylece 20. asır Türk Eğitim sisteminin Osmanlı mahalle
mekteplerine döndürdüğünü söylemiştir. Dilde yanlış politika kültürsüzlüğü
geliştirmiş, ayrıca ancak Moskova’da görülen bir maneviyat düşkünlüğü ve
ahlaksızlık gençliği kuşatmıştır. Bu laiklik değil amoral bir materyalizmdir.
Mekteplerde din, milli mefahir ve mazi düşmanlığı devlet eliyle yapılmakta,
milli tarih ve kurumlara saldırılırken uzak ve belirsiz hayali tarihi olaylar
ilim dışı tahminlerle gerçeklermiş gibi sunulmaktadır. Ismarlama tek devlet
kitabı ile eğitim siyasilerin keyfine göre ilmi hakikatleri çarpıtmıştır.[21]
TOTALİTER
DEVLETTE İKTİDAR
Totaliter
devlette bütün bütün kuvvet ve otorite hükümetin elindedir. Bu kuvvet
karşısında şeref ve haysiyetine sahip vatandaş yoktur. İnsanlar ilan edilmemiş
bir kölelik düzeninde gibidir. Devletlilerin dileği hak ve hakikat sayılır.
“Bunlar kendilerinde vatandaşlarca en mukaddes tanınan fikir, kanaat ve
müesseselere saldırıp milli hayatın temellerini bile baltalama hakkını
görürler. İnsan hayatı, şeref ve haysiyeti gibi, vatandaşın dini, milli, tarihi
ve bütün mukaddesatı hükmeden otoritenin elinde birer menfaat ve taassup
oyuncağı haline gelir. Bu otorite silahlı bir tehdit ve tenkil kuvvetine
dayanarak vatandaş hayat ve faaliyeti üzerinde dilediği gibi tasarruflarda
bulunur, emirler verip yasaklar koyar. Bu keyfi tasarruflara kanunilik süsü
vermeyi de ihmal etmez. Bunun için totaliter rejimlerde kanun ve nizamların
sayısı binleri aşar. Kıyafetlerden tutunuz da fikir ve kanaat gibi en deruni
hayata kadar bütün insan fiil ve eserleri birer kanun cenderesine sokulmak
istenir. … Ellerindeki kuvvet ve otoritenin en küçük bir parçası üzerine
dahi, acıkmış bir yırtıcı hayvan
hırsıyla, titrerler. Bunun zerresini olsun elden çıkarmak için, insanların en
hususi ve mahrem hayatını bile göz hapsine alırlar. Ferdin yalnız şahsına,
ailesine, işine ve gücüne değil; dinine, diline, sanat ve musiki zevkine, dünya
ve hayat felsefesine kadar her varlığına ve faaliyetine tahakküm ederler.
Hulasa totaliter devlette sanki vatan geniş bir temerküz kampı, hükümet de onun
gardiyanıdır.”[22]
LİBERAL DEVLETTE
İKTİDAR
Liberal
devlette ise vatandaş devlet ilişkileri bir hakim- mahkum ilişkileri değil bir
gaye – vasıta münasebetidir. Liberal devlette vatandaş gayedir. Hükümet ve
temsil ettiği otorite ise sırf bir vasıtadan ibarettir. Bilindiği üzere
vasıtalar, bizzat değil, gayelerine tabi bir kıymet alırlar ve gayeye
yaradıkları müddetçe meşru olurlar. Gayelerine aykırı durum alan vasıtaların
asla bir kıymet ve meşruiyeti yoktur. Binaenaleyh sade bir vasıtadan ibaret olan hükümetlerin
kıymet ve meşruiyetleri vatandaşlar camiasına hizmet ifa etmek ve yararlılık
göstermekle meşrut ve mukayyettir…. Liberal rejimlerde hükümetin faaliyet ve
salahiyet sahasıyla ferdin hayat sahası ideal bir sınırla birbirinden ayrılır.
Hükümet huzur ve emniyet müstahsili kalır. Vatandaş ise servet ve refah,
terakki, ilim ve medeniyet müstahsili rolü alır.”[23]
DEMOKRASİLER
VE ÇİFT MECLİS
Demokrasilerde
bazen çoğunluk tahakkümü de kurulabilir ki, bu azınlık tahakkümünden
farksızdır. Tahakkümün kemiyet ve keyfiyet farkına göre iyisi ve kötüsü olmaz.
Tahakküm azlık tarafından da yapılsa fena bir durumdur; çokluk tarafından da
yapılsa yine fena bir rejimdir. O halde ekseriyet veya ekalliyet istibdatları
ile aynı derecede mücadele etmeli ve demokrasinin böyle bir istibdada götürecek
yollarını önceden kapamalıdır. Bunun en kestirme yollarından bir demokrasilerde
çift meclis uygulamasıdır. Zira tek meclis hükümet adamlarının kontrolünde
olabilir, halbuki iki meclisli sistemde daha ağır ve ciddi adamların
oluşturduğu ikinci meclis hem birinciye hem de başbakana ve devlet reisine
gerektiğinde fren muamelesi yapmakta ve devlette ahenge yapıcı rol
oynamaktadır.[24]
[1] Bak. Nezahat Nureddin Ege,
Prens Sabahattin Hayatı ve İlmi
Görüşleri, İst., 1977.
[2] Sami Selçuk, Demokrasiye Doğru, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara 1999, s. 13-70.
[3] Ağaoğlu, Serbest İnsanlar Ülkesinde, İst., 1930,
s.93-9, Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey,
Ankara 1999, s.111-113, 121 vd.
[4] Bilindiği üzere Başgil o
zaman AP’nin cumhurbaşkanı adayıdır ve parlamentodaki diğer küçük partiler de
kendisini desteklemektedir. Bu durumda seçilmesi garanti gibi görülmekteyken
askeri darbe döneminin zinde güçleri bir demokrat hukukçu aydının
cumhurbaşkanlığı makamına gelmesini istemezler. Bunu sağda solda söylerler,
ancak Başgil gürültüye pabuç bırakmayacağını söyleyince bir gün odasına gelen
bir subay belindeki tabancayı çıkararak Başgil’in masasının üzerine bırakır,
adaylarının Cemal Gürsel olduğunu söyler ve Başgil hem adaylıktan hem de
senatörlükten istifasını verir ve Türkiye’yi terk ederek İsviçre’ye yerleşir,
orada üniversitede ders vermeye başlar.
[5] Başgil, 27 Mayıs İhtilali
ve Sebepleri, İst, 2006, s.67-68.
[6] Ali F. Başgil, Demokrasi
Yolunda, İst., 2006, s.16-17.
[7] A.g.e. 28.
[8] A.g.e, 29.
[9] A.g.e. 31.
[10] A.g.e. 42.
[11] A.g.e. 46.
[12] A.g.e. 54-60.
[13] A.g.e. 70-74
[14] A.g.e.75-76.
[15] A.g.e. 76.
[16] A.g.e. 78.
[17] A.g.e. 98-99.
[18] A.g.e. 100-101.
[19] A.g.e. 103.
[20] A.g.e. 104.
[21] A.g.e. 105-109.
[22] A.g.e. 121.
[23] A.g.e. 122.
[24] A.g.e. 145-152.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder