12 Şubat 2014 Çarşamba

Ali Fuat Başgil ve Demokrasi

ALİ FUAT BAŞGİL VE DEMOKRASİ
Dr. FAHRİ SAKAL

            Türk tarihi devlet - vatandaş ilişkileri açısından değerlendirilmeye alınırsa dünyada aşağı yukarı en sorunsuz ve tek düze ilişkiler ağını bulabileceğimiz bir geçmişi anlatmaktadır. Bu bazılarımız için devletine ve kurumlarına saygılı ve itaatkar bir halka sahip oluşumuzla açıklanır ve müspet değerlendirilirken bazıları da kültürel yapımız ve tarihi geçmişimizin itaat felsefesi aşılayıp halka kulluk öğrettiğini ve devletten veya devletlilerden gelen her musibeti bile kader gibi gören ve her şeye rağmen “Allah devlete zeval vermesin” diyen bir zihniyete sahip olduğunu, ancak devletlilerin ve rejimin halkın bu itaatkarlığını yanlış yorumlayarak halka ve aydınlara adaletsiz, haksız ve zorbaca tavırlar içine girdiklerini düşünmektedirler. Bu devlet anlayışı içinde Türkiye’de gerçekten bütün acılı yıllara ve olaylara rağmen devlete veya kurulu düzene karşı bir kalkışma olmamış, millet uslu uslu köşesinde oturmuştur. Elbette hiçbir aydın veya yetkili vatandaş halkın düzene başkaldırmasını istemez, biz de istemiyoruz; ama halk susuyor diye hakkını arayamaz kabul etmek, haksızlıklar karşısında isyan etmiyor diye onu daha fazla ezmek de herhalde yanlış olsa gerektir.
            Türkler büyük imparatorluklar geleneğine sahip, mazilerinde kölelik ve sınıf kavgası bulunmayan, hatta İslam öncesinde kengeş ve İslami dönemde şura ve benzeri uygulamalar bulunduğundan asillerle mücadele, ruhban sınıfı tasallutu, sınıf mücadelesi, kurumsallaşmış kölelik ve benzeri olguları tanımadılar. Dolayısıyla bu tarz içtimai ve iktisadi mücadele anlayışı batılılarınkine benzemez. Batıyı tanıyan aydınlar o ülkelerin rejim anlayışını Türkiye’de değerlendirirken özellikle bulundukları ülkeleri örnek göstererek fikirlerini o minval üzere tekamül ettirmişler; dolayısıyla çoğu Fransız tarzını, bir kısmı Alman ve daha az bir kısmı da İngiliz sistemini tavsiye etmiştir. Özellikle İngiliz liberalizmi ile Fransızların hem devletçi hem de ılımlı liberal sistemleri tartışma konusu olmuş, ancak Fransız İhtilali’nin ve ihtilalci jakobenlerin etkisi Türkiye’de daha çok görülmüştür. Prens Sabahattin’den[1]  Sami Selçuk’a[2] kadar birçok aydın bu iki sistemin değerlendirmesini yaparken, hemen çoğunun değerlendirmesine göre Fransız sisteminin daha devletçi ve toplumcu olmasına rağmen İngilizlerin daha liberal ve ferde dayalı bir nizam geliştirmişlerdir. Aynı minvalde değerlendirmeler Ağaoğlu Ahmet[3] tarafından da yapılmıştır.
            Demokrasi veya rejim tarihi açısından fikir yürüterek Cumhuriyet Dönemi hakkında değerlendirme yapan ve rejimin anti demokratik mahiyetini gözler önüne seren aydınlardan bir diğeri de Ali Fuad Başgil olmuştur. Merhum Başgil rejimin köklerini ve kendi çağındaki uygulamalarını yakından tanıyıp değerlendirme yapacak kafa ve gönül hazırlığına sahipti. Fransa ve İsviçre’de geçen tahsil ve çalışma yıllarında batı rejimlerini ve demokratik-antidemokratik uygulamaları hem nazari hem de uygulamalı olarak tanımış; sonra Türkiye örneğini de hem bir hukuk bilimci olarak araştırma yoluyla öğrenmiş hem de gerek parlamentoya girmesi ve gerek cumhurbaşkanlığına adaylığı sırasındaki o malum ve meşum tavır[4] sonunda emsalsiz bir tecrübeye sahip olmuştur.
            Bu acı tecrübeden önce de Başgil demokrasi kavgası veren bir kişi olduğundan çok da şaşırmamıştı. Daha önceki mücadeleleri içinde en kayda değer olanı Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti bünyesindeki çalışmalarıdır. Bu sırada ünlü gazeteci Ahmet Emin Yalman bir İngiliz gazetesinde, dünyayı tehdit eden totaliter rejimlere karşı bir liberal enternational kurulmasını teklif eden bir yazı yazmıştı. Benzer girişimler  hem dünyada hem de Türkiye’de yaygınlaşmıştı ki, Yalman, Başgil ve diğer bazı aydınlarla temasa geçerek 1947 yılında  müştereken bu cemiyeti kurmuşlardı.[5] Bu cemiyet her türlü totaliter hareket ve fikirlere karşı kamuoyu oluşturmaya çalıştı ve Türkiye’nin çok partili düzene geçişinde önemli roller oynadı. Çıkardıkları Hür Fikirler  Dergisi ve Cemiyetlerinin yayınladığı kitaplar Tek Parti karşısında farklı ve demokrat düşünceleri desteklemiş; muhalif  hareketleri güçlendirmiştir. Hür Fikirler 11 sayı çıkabilmiş, maalesef erken kapanmıştır.
Ülkenin gerçekten "hür" düşünceli insanlarını bir araya getiren "Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti" Ali Fuat BAŞGİL’i derneğin kurucusu olarak ilk genel başkanı ve Burhan Apaydın da genel sekreter seçildi. "Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti" ülkede demokratik bir tartışmanın kürsüsü ve öncüsü rolünü oynadı. 1946 seçimlerinin oy sayımlarındaki hilelerin ve baskıların ya­rattığı kargaşalara son verilmesi ve çözüm bulunması ko­nusunu ele alan "Hür Fikirleri Yayma Cemiyeti", 1948 yı­lında seçimlerin "Yargı Denetimi Altında Yapılması" dü­zenini ortaya koydu. Bu görüşler 1948 yılında Şemsettin GÜNALTAY''ın başbakan ve Prof. Nihat ERİM'' in başba­kan yardımcısı olduğu hükümet tarafından benimsendi. Bu düzenlemeden sonra yapılan1950 genel seçimlerini  kazanan Demokrat Parti olaysız iktidara geldi. Ancak 1951 de A. Emin Yalman ile Başgil arasında dini fikirler konusunda ayrılık çıkmış, Türkiye’nin önemli gazetecilerinden olan yarı liberal ve dönme kimliği bilinen Yalman Başgil’i ve dönemin DP iktidarını dincilikle suçlamaya başlamıştı. DP’nin ezan başta olmak üzere yaptığı düzenlemeleri Yalman ve arkadaşları “gericilik” olarak görmüş ve Başgil’in bilgisi dışında  laiklik konulu bir toplantı düzenleyip DP’nin dini hürriyetler ve laiklik bağlamında attığı adımları eleştiren bir bildiri yayınlamıştı. Halbuki Cemiyet, o ana kadar diğer özgürlükler gibi dini özgürlükleri de desteklemişti. İki aydın arasına böylece anlaşmazlık girince Başgil gruptan ayrılmış, Yalman CHP’ye dönmüş ve dergi de yayınını artık sürdürememiştir.  Ne yazık ki, Başgil ile Yalman arasındaki ihtilaf cemiyetin sonunu getirmiş ve demokrasinin çalkantılı ilk yıllarındaki tehlikeli kutuplaşma Cemiyet’teki liberallerin bazılarını devletçi ve müdahaleci fikirlere yönelmesine sebep olmuştur.
            Başgil, bundan sonra gerek hoca olarak gerek yazar olarak demokrasi ve hürriyetler konusunda fikirlerini yaymayı sürdürmüştür. Onun özellikle demokrasi ve vazgeçilmezleri üzerine yazdıklarından burada kısaca alıntılar yaparak fikirlerini tanıtmak istiyoruz.
Demokrasi terbiyesinin ahlaki formülü:
“İyiliği ve adaletli sevecek, kötülükten ve zulümden nefret edeceksin. Yalnız nefret edip durmayacaksın, hem de onunla mücadele edeceksin: Muktedir isen; elin, kolunla; değilsen sözlerin ve yazılarınla; buna da muktedir değilsen kötülük ve zulüm yapanlardan yüz çevirip onlara selam vermemek ve merhaba dememek suretiyle mücadele edeceksin.
            Bahtiyar o memlekettir ki, vatandaşları bu terbiye ile bezenmiştir.”
           
           
            DİKTATÖRLÜKLER:
            “Cüret ve cesaretine güvenen ve ekseriya hiçliğinden kuvvet alan bir kahramanın, ya halk kuvvetlerini ayaklandırarak mevcut hükümeti devirip yerine yerleşmesiyle yahut da mevcut hükümetin kendi kuvvetlerini ayartıp bu kuvvetlerle kendisini devirerek yerine geçmesiyle” diktatörlükler teessüs eder.[6] Başgil’e göre hükümdarlıklar ananevi bir veraset hakkına dayandığı ve halk tarafından bu hususiyetleriyle kabul gördükleri halde diktatörlükler millet hak ve menfaatlerini korumak bahanesiyle yalan üzerine kurulu bir baskı rejimi kurarlar. “Mutlak bir hükümdar, taç ve tahtının selametini maziden gelen ve tarih faktörünün kuvvetine dayanan yerleşmiş nizamı muhafazada gördüğü halde, diktatör, bilakis, aynı selameti mazi düşmanlığında ve bu nizamı alt üst etmekte görür. Çünkü birinin menfaati mazinin devamında, diğerinin ise yeni bir hayat ve devrin başlamasındadır. Bundan dolayıdır ki, statizm ve maziperestlik hükümdarlıkların, dinamizm ve yenicilik de diktatörlüğün temelidir. Fakat diktatör iktidar mevkiine iyice yerleşip vaziyetini tahkim ettikten sonra mutlak hükümdar ile olan farklar yavaş yavaş silinir o da bir statizme saplanır ve artık taçsız bir hükümdar kesilir.” Bundan sonra milletine yaptığı hizmetleri abartarak propaganda ile ayakta durmaya çalışır. Ancak yine de birçok diktatörün ömrü kısa olmuş ve çoğu rahat yatağında ölmeyi bile görememiştir. Diğer bir yerde şu fikri kayda geçirmiştir:[7] “Mutlak ve müstebit bir hükümdarla bir diktatör arasındaki fark; birinin maruf bir hanedana mensup olması, diğerinin ise hiçliğine ve küstahlığına güvenmesidir. Birinin kuvvetini ve nüfuzunu üniformadan ve etiketten alması, diğerinin ise varlığının hikmetini zorbalığında bulmasıdır. Nihayet ikisinin arasında şu fark da vardır ki, mutlak ve müstebit hükümdar, doğru veya yanlış, bir veraset hakkına dayandığı halde, diktatör bir ihtilal ile ve büyük bir kargaşalığın bastırıcısı sıfatı ile iş başına gelir. Fakat bu sayede bir defa camianın minnetini kazandıktan sonra, diktatörlerin ekserisi koyunu kurttan kurtaran kasap vaziyetine geçer ve kurtardığı koyunu kendisi boğazlar…. Tarihte görülen bütün diktatörler daima bir asayiş müjdecisi ve bir kurtuluş kahramanı olarak yükselmiş ve bu rol onlara hükümet mevkiine gelişlerinde bir meşruiyet basamağı hizmeti görmüştür.” Her iki rejimin prensibi halkı uyutmak ve korkutmaktır. Eski hükümdarlar bazı din ve kültür adamlarıyla, modern diktatörler ise matbuat, binbir çeşit reklam, zayıf karakterli sözde münevverler ve müziç bir radyo propagandası ile ayakta dururlar. Halk kendilerine karşı birleşmesin diye muhtemel muhalefet hareketinin içine nifak sokarak kendilerine karşı birleşmeleri engellerler.  Bir taraftan da diktatörler yardakçılarınca mabutlaştırırlar. Sahte bir karizma ile metafizik ve mitolojik bir kahraman yaratarak her iyi fikir ve düşüncenin kaynağı, iyiliklerin tecessüm etmiş şekli olarak sunulur. “Bir defa bu mertebeye yükselince, artık oligarşi şefinin her sözü ve fikri, fikir ve sözlerin şahı ve ona uymayan her fikir ve söz de hainlik ve casusluk olur.”[8]
            Oligarşiler özünü Eflatun’dan alan şu felsefeye dayandırırlar: “Hükümet ve idare, her şeyden evvel bilgi, ehliyet ve ihtisas işidir. Halk ise bu ehliyet ve bilgiden mahrum, bayağı ihtiraslarına düşkün, sefil bir kitledir ve idare edilmeğe muhtaçtır. Binaenaleyh bir memlekette hükümet ve idare o memleket bilginlerinin ve ehliyetlilerinin tabii bir hakkıdır. Memleket idaresinde halkın reyini sormak, sefalet ve cehalette bir nur aramak ve sözü ayağa düşürmektir. Seçkinler bir milletin önderleri ve meşalecileridir. Halka düşen, iktidar sahibi seçkinlerin ardı sıra yürümek ve emirlerine baş eğmektir.”[9] Başgil bu noktada yönetim işinin gerçekten eğitimli, seçkin ve ehil insanlar tarafından yapılması gerektiğini kabul ediyor, ancak en ehillerin seçiminin despotizmle değil demokrasi ile kabil olduğunu ekliyor.
            Ona göre halkın iyi gördüğü her uygulamanın sonu daima hayırlı olmuştur. Halkın uygun görmediği ve zararlı gördüğü icraatlar sonunda gerçekten zararlı olmuştur. Dolayısıyla Latinlerin şu ilkesini hatırlatmaktadır: “vox populi, vox dei” yani halkın sesi hakkın sesidir. Peygamberimizin şu hadisini de Başgil hatırlatmaktadır: “Ümmetimin iyi ve hayırlı gördüğü şey, muhakkak iyi ve hayırlıdır.[10]
            Demokrasilerde hak kuvvete, totaliter rejimlerde ise kuvvet hakka galip gelir ve hakim olur. Dolayısıyla hak, hakkaniyet, adalet, ilim ve fikir zorbalığa teslim olmuştur. Bu tür rejimlerde azlık çokluğa tahakküm eder ve hiçbir ahlaki düstura riayet edilmez; yalan, riya, müdahene ve tabasbus geçer akçe olur. Dolayısıyla bu tür rejimlerde ahde vefa, sadakat, feragat ve fedakârlık gibi içtimai ahlakın ve dolayısıyla milli emniyet ve sulhun izlerinden bile eser yoktur.[11]
HÜRRİYET MÜSAVAT ADALET
Başgil Fransız İhtilalı’nın “hürriyet, müsavat ve adalet” düsturunu demokrasinin temeli olarak görür ve bunları uzunca açıklamaktadır. İnsanların yaradılıştan hür doğduğunu ve kudret elinin kimseye doğuştan bir imtiyaz, üstünlük sıfatı veya unvan vermediğini vurgulamaktadır. İnsanlar her nevi sıfat ve unvandan mücerret olarak doğduğunu, farklılıkların ve üstünlüklerin ehliyet, hizmet ve liyakatle kazanılmasının gerektiğini düşünmektedir. Müsavatın adalet için de temel olduğunu vurgulayan Başgil, insanların hürriyetten önce müsavat için savaştıklarını ifade etmiştir. Demokratik müsavatın ne riyazî, ne komünist ne de oligarşik olmadığını da uzun örneklerle anlatmıştır.[12]
            O eski filozofların hürriyeti yeterince kavrayamadığını, hatta Aristo’nun köleliği gerekli ve faydalı görmesini eleştirerek anlatmaktadır. Hürriyetin insan şerefini tamamlayan bir değer olduğunu söyleyerek bedeni, fikri ve manevi olmak üzere üçe ayrıldığını belirtir.  İnsan için en kıymetli hürriyet, fikir ve vicdan hürriyetidir. Çünkü hayat ve medeniyet bu iki nurun ışığında gelişmiştir. İnsanlığın ilim, ahlak ve medeniyet gibi büyük nimetlerini hep akla ve şuura borçlu değil miyiz? O halde bu hürriyetlere kastetmek, akla ve şuura tahakküm etmek demektir: İdraki kurutup insanı uyuşturmak ve hayvanlığa düşürmektir.”
            “Fikir ve vicdan hürriyetinin öteden beri yaman bir düşmanı vardır: Taassup. Taassubun da gene öteden beri bu hürriyete karşı bir silahı vardır: Baskı ve tahakküm…. Fikre ve vicdana kasteden taassup hakikatte insanlığa kastetmektedir. Bunun içindir ki baskı rejimlerinin serbest fikirlere ve hür vicdanlara karşı gösterdikleri düşmanlık, ahlaka ve insanlığa karşı işledikleri cinayetlerin en müthişidir…. (E)ski devirlerin din maskesi altındaki taassubu, modern devirlerde ve bilhassa Birinci Dünya Harbinden sonra laik bir renge bürünmüş! İnsan zekâsını ve vicdanını din namına cendereye sokan eski engizisyonların yerini bu devirde millet ve vatan gibi mukaddesat namına kurulan daha feci engizisyonlar almıştır.”
            Hürriyetin dünyayı arkasından sürükleyecek en büyük kuvvet olduğunu söyler ve iki dünya harbinin insanlığa hürriyetin tadını tattırdığını ve bunu insanlığın en yüksek ideali olarak ebedileştirdiğini söyler. Artık hürriyet fikrinin karşısında hiçbir gücün duramayacağını belirtir.[13]
            “Fikir ve vicdan hürriyeti yahut düşünme ve inanma hakkı insan ferdi için tasavvur olunabilecek hak ve hürriyetlerin en değerlisi ve en tabii olanıdır. İnsani hayat ve kemalin başta gelen şartıdır. İnsan aklıyla ve hür vicdanıyla insandır.
            “Düşünme aklın, inanma da vicdanın en yüksek birer fonksiyonudur. Hayvan sadece duyar ve bir dereceye kadar insiyaki bir şekilde dilemeye benzer hareketler yapar Fakat insan yalnız duyar ve diler değil, hem de düşünür ve inanır. Düşünüp inandığı nispette de insanlığı kemal bulur. Hülasa düşünme ve inanma melekeleri sırf insana mahsus ve insanlığın bir imtiyazıdır. Fikir ve vicdan hürriyeti ise, bu melekelerin taassup ve tahakküm altında kalmayarak engelsizce işlemesi, herkesin serbestçe düşünüp dilediği ve beğendiği bir kanaate sahip olması demektir.
            “Ferdin bu hakkını inkâr edip baskıya vurmak, akla ve vicdana tahakküm ve tecavüz etmektir; ferdi insanlığı en gelişmiş ve normal fonksiyonlarından mahrum bırakmak ve onu hayvan derekesine düşürmek; binnetice, medeniyete ve insani kemale suikast etmektir. Bunun içindir ki fikir ve vicdan hürriyetine hücum eden istibdat, istibdatların en feci ve iğrencidir. Bununla beraber, eski ve yeni şekliyle, bütün baskı ve tahakküm idareleri, her şeyden evvel, düşünen akla ve hür vicdana hücum etmiş; serbest tefekkürden doğan, dini, felsefi ve siyasi kanaatlere saldırmıştır. Bunu tabii görmelidir, zira her yerde ve her devirde istibdat, tutunup yaşamasının imkânını, tefekkür nurunu söndürüp insanları ifsad etmekte ve hayvanlaştırmakta bulmuştur.”[14]
            “Modern istibdat, evvela millet kesesinden bol bol ikram ettiği para ve mevki sayesinde, etrafına bir takım çürük seciyeli, menfaat düşkünü mahlûklar ve çeşit çeşit ücretli şakşakçılar toplamıştır. Bunların kimine âlim, kimine feylesof, kimine tarihçi, dilci ve şair üniforması giydirerek uydurma bir ilim, felsefe, tarih, dil ve edebiyat imal ettirmeye çalışmıştır. Bu kirli ve kiralık ellerin tahrif edip gülünç bir hale koyduğu hakikatleri de “tek devlet kitabı” diye icat ettiği en zalim bir inhisar usulüyle memleketlerin masum çocuklarına pervasızca okutturmuştur. Saniyen, modern istibdat, menfaatlerine destek olarak kullanamadığı dinlere ve din adamlarına, kendi taassup politikasına alet edemediği ilmî, felsefî ve siyasî kanaat sahibi mert insanlara karşı canavarca bir mücadeleye girişmiş ve harp açmıştır.”[15]
            “İstibdat, kanlı elleriyle şehid ettiği hürriyet masumlarından çok, yaratıp etrafına topladığı dalkavuk, yalancı meddah ve müraî gibi bir sürü ahlak düşkünleriyle memlekete, medeniyet ve insaniyete ihanet eder. Bu rejimin en büyük fenalığı da burada, yani riya ve yalana bürünmüş bir muhit yaratmasında herkesi samimiyetle düşünüp kani olduğundan başka türlü konuşmaya ve hareket etmeye mecbur etmesindedir. Fikre, kanaate sadakat, hürriyet rejiminin; ihanet de istibdadın temelidir. Hür düşünen, düşünce ve kanaatlerine sadakat cesareti gösteren mert insanlardan istibdat yılar ve nurdan kaçan gece kuşu gibi, burnunu sokacak riya ve yalan kovukları arar.”[16]
            OTOKRASİ VE DEMOKRASİ FARKI
            Başgil’e göre insanlık tarihi boyunca rejimlerde iki hususiyet göze çarpmıştır: Hak ve kuvvet. Hakkın dayandığı usuller tenvir, irşat ve iknadır. Diğeri ise cebir ve şiddete bağlıdır. Hak demokrasiye, cebir, tehdit, tenkil ve şiddet ise otokrasiye götürür. Diğer bir ifade ile otokrasinin felsefesinde hak kuvvettir ve kuvvetlinindir. “İnsanlar ancak cebir ve şiddet önünde eğilir ve tapmak için üstün bir otorite özler. Binaenaleyh bir memlekette sevk ve idareyi ellerinde tutanlar insan tabiatının bu temayül ve insiyakına cevap vermek üzere, çelikten örülmüş bir disiplin kurmaya mecburdur.
            “(…)modern otokrasiler, bilhassa ilim ve kültür ocaklarına el atmış,… bütün tahsil ve terbiye yuvalarını idareleri, hocaları ve talebesiyle birlikte, derece derece otokrasi merkezinin cebri, tehdidi ve tazyiki altına sokmuştur. Bunlar, mektepten sağlam bir kültür, şahsiyet terbiyesi yerine, merkezin emirlerine itaat ve otokrasi şeflerine sadakat istemiş ve bu yolda dalkavukluğa ve pespayeliğe prim kazandırmıştır. Gayet tabiî, otokrasiler başı dik ve alnı açık vatandaş tipinden hoşlanmaz. Onlara daha mektep sıralarından itibaren bel büküp baş eğmeye alışmış insan sürüleri lazımdır. Bu rejimler, ısmarlanıp otokrasinin menfaatleri uyarınca yazdırılan ve objektif manasıyla, ilme ve rasyonel kültüre yabancı kalan kitaplarla hocalarda meslek aşkını ve bilgide ilerleme zevkini körletmiş; mektepte, yalnız talebeyi değil, hocaları da otomatikleşmeye zorlamıştır. En küçük tahlil ve tenkide bile tahammülü olamayan bu idareler, muasır mektebi ortazamanlar skolastisizminin karanlık manastırlarına benzetmiştir. Daha işlk mektep sıralarından itibaren memleket çocuklarının masum kafaları, otokrasi şeflerinin harikuladeleştirilen menkıbe ve methiyeleriyle doldurulmuş; genç vatandaşlar mektepte, vatandaşlık terbiyesi namına, şeflerin, kanun kisvesine bürünen emir ve iradelerince körü körüne itaate cebrolunmuştur. Otokrasilerin mektebinde çocuklara laiklik namına din düşmanlığı ve hakikat severlik namına laubalilik ve libertinaj telkin olunmuş; karakter namına da, saltanat süren kuvvete karşı güçsüzlük mükâfat almıştır…(B)u rejimlerin mabudu kuvvet ve menfaat, ibadeti de cebir ve şiddettir.”[17]
            “Demokrasi nazarında insan, akıl ve irade melekeleri ile bezenmiş moral bir mahlûktur. Yani iyiyi ve kötüyü ayırt edebilecek ve kötülükten kaçınıp iyiliği ve güzelliği sevebilecek deruni bir kudret ve kabiliyete maliktir.
            “Kuvvet ve bunun içtimai şekli olan cebir ve şiddet vahşet devrinin ve hayvanlar âleminin kanunu olabilir. Fakat medeni insanlığın en yüksek kanunu, vazife ve mesuliyet duygusunun kaynağı olan hak şuurudur. Kuvvet ancak hakkın emrinde ve hizmetinde kalmak şartıyla ve kaldıkça bir kıymet ve meşruiyet kazanır. Hakka arka vermeyen bir kuvvet, içtimai nizam prensibi değil, sadece bir zulüm ve istibdat vasıtasıdır. Böyle bir kuvvete boyun eğmek, şeref duygusundan mahrum korkaklar ve ten severler için belki bir ihtiyatlılıktır; fakat asla bir vazife değildir. Vazife olan, bilakis haksız kuvvete karşı isyandır.
            “Hülasa demokrasi felsefesinde ideal olan, ferdi tehdit ve tenkil kuvveti karşısında eğilmiş görmek değildir. Bilakis, onu irade ve karakter terbiyesiyle techiz ederek insanlık şerefine eriştirmek ve içtimai münasebetler sahnesinde, kendini kendi aydın aklı ve izanı ile bizzat sevk ve idare eder bir hale koymaktır.
            “İşte demokrasinin, hükümet ve idaresi gibi, maarifi ve mektebi de bu idealden hareket etmekte, genç vatandaşın, masum vicdanında esasen saklı bulunan hakkaniyet şuurunu ve hürriyet duygusunu rasyonel bir terbiye ve kültür ile işleyip inkişaf ettirmeyi hedef almaktadır. Çünkü, demokrasi mantığında gaye olan, ferdin cebbar bir otoriteye baş eğmesi değil; bilgi ve kültür ile bezenmiş bir akıl ve izana sahip olması ve bu sayede hayat ve münasebetler labirenti içinde kendi yolunu bizzat tayin edip bulmasıdır.”[18]
            Başgil bu hakimane düşüncelerden sonra Türkiye’deki sistemin demokratik mi, yoksa otokratik mi olduğuna geliyor: “(Y)irmi küsur seneden beri bizde maarif ve mektep siyaseti tamamıyla otokratik esaslar üzerinden yürütülmüştür. Merkezleşen ve hareket noktasını iktidar şeflerinin indî görüşlerinde bulan ve böyle olduğu için, durmadan tezada düşen oynak ve kaypak bir mektep siyaseti demokrasinin insan ve vatandaş terbiyesine daima aykırı gitmiştir. Merkezden ekseriya tezatlı ve mantıksız, fakat o nispette de lüzumsuz bir şiddet ve dehşet saçan emirlerle idare edilen mekteplerimiz kalite randımanından mahrum, zararına işleyen birer hükümet fabrikası haline konulmuştur.
            “Demokrasi ister ki vatandaş başından yular takılıp sürüklenen hayvan makulesinden bir mahlûk olarak yetişmesin, sağlam bir irade ve şahsiyet terbiyesinin yardımı ile aklını ve izanını kullansın, hayat ve münasebetler sahnesinde kendini bizzat idareye iktidar elde etsin.”[19]
Ortaçağları imrendirecek bir skolastisizmin mekteplere hâkim olduğunu, yaratıcı zekâyı körleten, garp taklitçisi ve ruhi bir konformizmin tercih edildiğini düşünen Başgil mektebin dersleri arasında irade ve karakter terbiyesine en çok yarayan, insan ve vatandaş formasyonuna doğrudan doğruya hizmet eden dil, tarih, felsefe ve içtimaiyat gibi kültür dersleri bizde, maalesef rejim adamlarımızın laubaliliklerinin kurbanı olmuştur. Klasik ve objektif hakikatler üzerinden yapılması lazım gelen bu dersler, mahirane bir surette rejim politikasına ve propagandasına alet edilmiştir. Otoriter bir idarenin indi ve zümreci görüşleri dairesinde ısmarlanıp yazdırılmış resmi kitaplardan okutulan bu derslerin gençlik maneviyatı üzerinde bıraktığı iz, iki kelime ile inançsızlık ve güvensizliktir.”[20]

            TEK DEVLET KİTABI

            Kaynağı Moskova-Mussolini yoluyla Türkiye’ye gelme olan Tek Kitap sistemi hem öğrencide kitap okuma duygusunu öldürmüş hem de öğretim üyelerini mesleki olarak kısırlaştırmıştır. Böylece 20. asır Türk Eğitim sisteminin Osmanlı mahalle mekteplerine döndürdüğünü söylemiştir. Dilde yanlış politika kültürsüzlüğü geliştirmiş, ayrıca ancak Moskova’da görülen bir maneviyat düşkünlüğü ve ahlaksızlık gençliği kuşatmıştır. Bu laiklik değil amoral bir materyalizmdir. Mekteplerde din, milli mefahir ve mazi düşmanlığı devlet eliyle yapılmakta, milli tarih ve kurumlara saldırılırken uzak ve belirsiz hayali tarihi olaylar ilim dışı tahminlerle gerçeklermiş gibi sunulmaktadır. Ismarlama tek devlet kitabı ile eğitim siyasilerin keyfine göre ilmi hakikatleri çarpıtmıştır.[21]

TOTALİTER DEVLETTE İKTİDAR

Totaliter devlette bütün bütün kuvvet ve otorite hükümetin elindedir. Bu kuvvet karşısında şeref ve haysiyetine sahip vatandaş yoktur. İnsanlar ilan edilmemiş bir kölelik düzeninde gibidir. Devletlilerin dileği hak ve hakikat sayılır. “Bunlar kendilerinde vatandaşlarca en mukaddes tanınan fikir, kanaat ve müesseselere saldırıp milli hayatın temellerini bile baltalama hakkını görürler. İnsan hayatı, şeref ve haysiyeti gibi, vatandaşın dini, milli, tarihi ve bütün mukaddesatı hükmeden otoritenin elinde birer menfaat ve taassup oyuncağı haline gelir. Bu otorite silahlı bir tehdit ve tenkil kuvvetine dayanarak vatandaş hayat ve faaliyeti üzerinde dilediği gibi tasarruflarda bulunur, emirler verip yasaklar koyar. Bu keyfi tasarruflara kanunilik süsü vermeyi de ihmal etmez. Bunun için totaliter rejimlerde kanun ve nizamların sayısı binleri aşar. Kıyafetlerden tutunuz da fikir ve kanaat gibi en deruni hayata kadar bütün insan fiil ve eserleri birer kanun cenderesine sokulmak istenir. … Ellerindeki kuvvet ve otoritenin en küçük bir parçası üzerine dahi,  acıkmış bir yırtıcı hayvan hırsıyla, titrerler. Bunun zerresini olsun elden çıkarmak için, insanların en hususi ve mahrem hayatını bile göz hapsine alırlar. Ferdin yalnız şahsına, ailesine, işine ve gücüne değil; dinine, diline, sanat ve musiki zevkine, dünya ve hayat felsefesine kadar her varlığına ve faaliyetine tahakküm ederler. Hulasa totaliter devlette sanki vatan geniş bir temerküz kampı, hükümet de onun gardiyanıdır.”[22]



LİBERAL DEVLETTE İKTİDAR
Liberal devlette ise vatandaş devlet ilişkileri bir hakim- mahkum ilişkileri değil bir gaye – vasıta münasebetidir. Liberal devlette vatandaş gayedir. Hükümet ve temsil ettiği otorite ise sırf bir vasıtadan ibarettir. Bilindiği üzere vasıtalar, bizzat değil, gayelerine tabi bir kıymet alırlar ve gayeye yaradıkları müddetçe meşru olurlar. Gayelerine aykırı durum alan vasıtaların asla bir kıymet ve meşruiyeti yoktur. Binaenaleyh  sade bir vasıtadan ibaret olan hükümetlerin kıymet ve meşruiyetleri vatandaşlar camiasına hizmet ifa etmek ve yararlılık göstermekle meşrut ve mukayyettir…. Liberal rejimlerde hükümetin faaliyet ve salahiyet sahasıyla ferdin hayat sahası ideal bir sınırla birbirinden ayrılır. Hükümet huzur ve emniyet müstahsili kalır. Vatandaş ise servet ve refah, terakki, ilim ve medeniyet müstahsili rolü alır.”[23]

DEMOKRASİLER VE ÇİFT MECLİS
Demokrasilerde bazen çoğunluk tahakkümü de kurulabilir ki, bu azınlık tahakkümünden farksızdır. Tahakkümün kemiyet ve keyfiyet farkına göre iyisi ve kötüsü olmaz. Tahakküm azlık tarafından da yapılsa fena bir durumdur; çokluk tarafından da yapılsa yine fena bir rejimdir. O halde ekseriyet veya ekalliyet istibdatları ile aynı derecede mücadele etmeli ve demokrasinin böyle bir istibdada götürecek yollarını önceden kapamalıdır. Bunun en kestirme yollarından bir demokrasilerde çift meclis uygulamasıdır. Zira tek meclis hükümet adamlarının kontrolünde olabilir, halbuki iki meclisli sistemde daha ağır ve ciddi adamların oluşturduğu ikinci meclis hem birinciye hem de başbakana ve devlet reisine gerektiğinde fren muamelesi yapmakta ve devlette ahenge yapıcı rol oynamaktadır.[24]



[1] Bak. Nezahat Nureddin Ege, Prens Sabahattin Hayatı ve İlmi Görüşleri, İst., 1977.
[2] Sami Selçuk, Demokrasiye Doğru, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 13-70.
[3] Ağaoğlu, Serbest İnsanlar Ülkesinde, İst., 1930, s.93-9, Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, Ankara 1999, s.111-113, 121 vd.
[4] Bilindiği üzere Başgil o zaman AP’nin cumhurbaşkanı adayıdır ve parlamentodaki diğer küçük partiler de kendisini desteklemektedir. Bu durumda seçilmesi garanti gibi görülmekteyken askeri darbe döneminin zinde güçleri bir demokrat hukukçu aydının cumhurbaşkanlığı makamına gelmesini istemezler. Bunu sağda solda söylerler, ancak Başgil gürültüye pabuç bırakmayacağını söyleyince bir gün odasına gelen bir subay belindeki tabancayı çıkararak Başgil’in masasının üzerine bırakır, adaylarının Cemal Gürsel olduğunu söyler ve Başgil hem adaylıktan hem de senatörlükten istifasını verir ve Türkiye’yi terk ederek İsviçre’ye yerleşir, orada üniversitede ders vermeye başlar.
[5] Başgil, 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri, İst, 2006, s.67-68.
[6] Ali F. Başgil, Demokrasi Yolunda, İst., 2006, s.16-17.
[7] A.g.e. 28.
[8] A.g.e, 29.
[9] A.g.e. 31.
[10] A.g.e. 42.
[11] A.g.e. 46.
[12] A.g.e. 54-60.
[13] A.g.e. 70-74
[14] A.g.e.75-76.
[15] A.g.e. 76.
[16] A.g.e. 78.
[17] A.g.e. 98-99.
[18] A.g.e. 100-101.
[19] A.g.e. 103.
[20] A.g.e. 104.
[21] A.g.e. 105-109.
[22] A.g.e. 121.
[23] A.g.e. 122.
[24] A.g.e. 145-152.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder