14 Şubat 2014 Cuma

BİR GÜRCÜ’NÜN TÜRK KİMLİĞİ BEYANINDADIR
                                                                                                                Doç.Dr. Fahri Sakal

Yargıtay Başsavcısı Sayın Yalcınkaya’nın AKP’yi kapatma iddianamesinde bir madde dikkatimi çekti. Kapatma davasını açmayı gerektirdiğini düşündükleri maddelerden birinde Sayın Başbakan’ın bir sözü delil olarak alınmış. Osmanlıların Balkan ve Kafkas ülkelerini terk edip Anadolu’ya çekildikleri dönemde Osmanlı ordularının peşi sıra Türkiye’ye gelen Abaza, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, v.s. etnik kimlikli vatandaşlarımızın ortak paydalarının İslam olduğunu söylemesi iddianameye kapatmayı mucip bir delil diye girivermiş.
Ben, olaya sadece bir vatandaş olarak tarafım, doğrudan taraf olmaklığım söz konusu olamaz. Ancak hukukçu değilim… Dolayısıyla yargılama sürecinde yüce mahkemeyi yanlış yolda etkileyecek bir tasarrufa girmem söz konusu değildir. Ancak ben bir tarihçiyim ve özellikle “Devlet-i Aliye” nin o toprakları terk ettiği o meşum yıllarda, Osmanlı ordularının peşine düşüp “Osmanlı mülküne doğru” gelen bir ailenin ferdi olarak, bahsedilen olayları Türkiye’de iyi bilenlerdenim. O halde bu konunun kamuoyunda iyi bilinmesi faydalı olacaktır. Belki de yüce mahkemenin, hatta Sayın Başsavcının bu olayı bir uzmanın görüşlerinden faydalanarak bilimin yol göstericiliğinde karar vermeleri yanlış yapmalarına engel olacak, en mütevazı ifade ile adaletin doğru tecellisine katkı sağlayacaktır.
O halde göç olaylarının sosyal psikolojisini biraz hatırlamakta fayda vardır. Bu insanlar Osmanlıların ülkelerini fethinden sonraki dönemde, bir İslamlaştırma politikası gütmediği halde Müslüman olmuş, Balkanların ve Kafkasların kaybedildiği çöküş yıllarında, köy ve kasabalarında binlerce yıllık topraklarını, gayrimenkullerini, az ötede duran büyüklerinin mezarlarını ve sair terk edilmesi çok zor olan hatıralarını bırakarak Anadolu’ya doğru akın akın gelmişlerdir. Meselenin en can alıcı noktasına gelmiş bulunuyoruz: Bu insanların hiç birisi Anadili olarak da Türkçe bilmiyordu, ancak Osmanlı bürokrasisinde görev alanlar veya okullarda az da olsa Türkçe öğrenenler vardır. Türkçe bilmedikleri halde Osmanlılar onların atayurtlarından çekilirken bayram etmediler. O yıllarda “ulus devlet” kavramı da yoktu. “Müslüman” oldukları için “asakir-i İslam” (İslam orduları, Osmanlı orduları) ile beraber bu tarafı tercih ettiler. Mesela Kafkaslarda Ruslar, girdikleri şehir ve köylerde Çerkez ve Gürcülerin Türkiye’ye göçünü istememiş; onlara harp yıllarında verdikleri zayiata mukabil vergi indirimi bile vaat etmişlerdir. Buna rağmen o insanlar gayrimenkullerini ve binlerce yıllık yurtlarını, hatıralarını bırakıp etnik bir ayırım yapmayan “Osmanlı”yı tercih etmişlerdir. Arnavut ve Boşnaklar için de aynı süreç yaşanmış, “mübadele dışı” oldukları halde, her şeylerini bırakıp bu ülkeye doğru akıp gelmişlerdir.
Sadece gelmekle kalmadılar. Balkan, I. Dünya ve İstiklal Harplerimizde savaştılar, şehit oldular, gazi oldular ve madalyalar kazandılar. Geçen hafta sonu Bulancak’ta Çanakkale Muharebeleri konulu bir konferans verdim. Konferansı bir dernek organize etmişti ve derneğin yöneticileri bir Gürcü köyündendi. İnsanın kanını donduran bir gerçeği onlardan öğrendim. Köyleri Çanakkale’de 51 şehit vermiş. (herhalde bütün I. Dünya Harbi’nin cephelerini kastediyorlardır) Çok mu diyeceksiniz. Bir köy için çok. Köyden seferberlikte 55 kişi askere çağrılmış, 4 kişi geri dönmüş. O 4 kişiden biri de o konferansı tertip eden derneğin yöneticisinin babası idi. Bana aynen şöyle söyledi: “Babam Çanakkale’den şehit olmadan geldi, ama gazi idi ve şakağına saplanmış bir şarapnelle ömür boyu yaşadı.”  Bunu söylerken gayet mütevazı, ama bir taraftan da gayet mağrur ve mütebessimdi. O zaman etnik kökeni farklı insanların nasıl milletleştiğini ve Çanakkale gibi, Sarıkamış ve Yemen gibi yerlerin başlattığı ve Sakarya ile diğer cidallerin bu “milletleşme”ye nasıl katkı sağladığını daha iyi anladım. Bu insanlar artık Kafkasya’da bir dağın yamacındaki köylerinde bıraktıkları uzak atalarının mezarını değil, Çanakkale ve Sakarya gibi yerlerde şehit verdikleri veya oradan gazi olarak dönen, şimdi köy mezarlığında yatan büyüklerinin mezarlarını bekliyor, o yöreyi “toprağımız” diye Kafkasya’dan daha çok seviyor.
Okullarda veya bürokraside Türkçe öğrenen çok küçük bir kısmının dışında hiç biri Türkçe bilmedikleri halde onları buraya çeken şey acaba neydi? Elbette İslam ve Osmanlı kimliği idi. O yıllarda Avrupa’da ve Balkanlarda Müslüman olana “Türk oldu” denmesi de çok manidardır. Yani bu insanlar için Türklük, İslam sayesinde ortaya çıkan, onun sonucu olan bir kimlik ve aidiyet vakıasıdır. Bu durumda kendisi de “Türkiye’yi tercih eden” bu göçmenlerden biri olarak Sayın Başbakan’ın mezkûr sözleri tarihi bir gerçeğin tekrarıdır ki, herkesin bildiği basit bir gerçektir. O kadar basit bir gerçektir ki, bunun için bir tarihçinin makale yazması bile gereksizdir. Ama ne yapalım, Türkiye’de biz buna da mecbur kalıyoruz.  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder