FOLKLOR ÜRÜNLERİNİN TARİH
ARAŞTIRMALARINDA KAYNAK OLARAK
KULLANILMASI
Doç. Dr. Fahri Sakal
ÖZET
Folklor
ürünleri bir halkın geçmişinin günümüzdeki izlerini içinde saklarlar. Menkıbe,
destan, tarihi fıkralar, atasözleri ve deyimler tarihte yaşanmış olayların
ipuçlarını verirler. Halk müziği ve isimler bile araştırıcılara yardımcı
olabilirler; tabii kişi görmesini ve değerlendirmesini bilirse. Devletler ve
iktidarlar bazı nahoş gerçekleri arşive koymayı istemeyecekleri ve hep
kendilerini haklı çıkarmayı amaçlayacakları için bu durumda halkın dilindeki
olaylar ve zihniyetler, inkâr edilmek istenen gerçeklerin su yüzüne
çıkarılmasında alternatif kaynak olarak önem kazanırlar.
Anahtar
kelimeler: Folklor, Tarih, Tarih metodolojisi, etnografya, atasözü, destan,
menkıbe, halk müziği, türküler…
ABSTRACT
The Value of Folklore as Source of Historical Research
The folkloric materials are signs of
history of a socity at present. The epics, historical anekdots and proverbs
give clues of historical events. Even folk musics and names can help a
researcher if the research has ability to evaluate them. As known, some times the
statemen evade some documents, which may contain unpleasent information, to be
put on the shelves of archieves. In this case, the folkloric material can be
very vital source of documents for a researcher to find out a historical event.
Key Words: Folklore, history, methodology
of history, etnography, proverbs, epic, saga, folk music and folk song...
Tarihçilik, birçoklarınca basit kabul edilen[1],
ancak aslında çok ciddi olarak çalışılıp titizce üzerinde durulması gereken bir
sahadır. Bilhassa gelişmemiş ve demokrasi geleneği tam yerleşememiş ülkelerde
tarihçilik hem geri kalmıştır, hem de ideolojik mülâhazalarla istismara açık
bir saha haline gelmiş/getirilmiştir.
Tarihi bu "basit" kabul edilme durumundan ve
"istismara açık" olmaktan kurtarmak için tarihçilerin yapması gereken
bazı şeyler elbette vardır. Bunlardan biri, tarih araştırmalarında kaynaklara
sadakat fikrini daha da güçlendirmek ve kaynakları çok yönlü olarak
değerlendirerek, insan ve cemiyet hayatının bütün giriftliklerini tamamen gün
ışığına çıkarmaktır.
Bilindiği üzere tarih kaynakları arasında sözlü kaynak
olarak adlandırılanlar da vardır(Togan, 1981,36–75; Kütükoğlu, 1991, 19–20).
İnsanlığın binlerce yıldan beri süzülüp gelen tecrübe ve hatıraları usta
tarihçiler ve sosyal bilimcilerce doğru değerlendirilir ve yorumlanırsa, farklı
görüşler daha iyi değerlendirilir, hatta belki de bazı karanlık noktalar
aydınlatabilir. Taş devirlerinden günümüz medeniyetine ulaşana kadar insanlığın
şahidi olduğu ve yaşadığı nice olgu ve olaylar vardır ki, hafızalarda iz
bırakmış, fikirlere ve zihniyetlere tesir etmiş, yeni gelişmelerin sebebi
olmuşlardır; bunların neticesi olarak da atasözü, deyim, terim, mani, ninni,
destan menkıbe v.s. adlar altında anılan sözlü eserler ortaya çıkmıştır. Bunlar
tarihte insanlığın yaşadığı ve unutamadığı bazı vaka ve hadiselerin günümüze
kadar yaşamış hatıraları olarak dilimizde ve hafızamızda korunmaktadır. Zamanla
halk muhayyilesi tarafından süslenerek geliştirilmiş ve içine gerçek dışı
bilgiler de katılmıştır. Bu sebepten dolayı bunları bazı tarihçiler kullanmamak
eğilimindedirler. Bu konuda Abdulkadir
İnan’ın gayet güzel bir tespitini hatırlatmak istiyoruz: “Yazılı vesikalarla
halledilmesi güç olan bazı meseleler, etnografya ve folklor bakımından tetkik
edildiği zaman aydınlatılabilir.” (İnan, 1987:194) Araştırmacı burada “darısı başınıza” deyiminin eski
Türklerdeki Şamanizm panteonundaki tanrılara yapılan saçı merasimiyle ilgili
olduğunu da kaydediyor. M. Fuat Köprülü ve Osman Turan’dan günümüz
tarihçilerine kadar birçok kişi bunların gayet dikkatle kullanılması halinde
olay veya olgunun cereyan ettiği tarihteki halkın anlayış ve hissiyatlarını
ortaya koymadaki öneminde hemfikirdirler(Artun 2002, 34–38). Erman Artun,
Carter V. Findley’den yaptığı bir alıntıda şunları ifade etmiştir: “Tarihçi
yazılan bir dönemin sentezini yapabilmek için o dönemin insanının düşüncelerini
bilmek zorundadır. Destanlar halkın duygu, düşünce, umut ve isteklerini
yansıtması yönüyle sosyal tarihe kaynaklık ederler.”(Artun 2002, 37)[2].
Kaynak değeri açısından önemli olan diğer folklorik ürünlerin bir örneğini de
bize Bahaeddin Yediyıldız göstermektedir. Ordu ilindeki birçok yer adı ve
mahalli inanışların arşiv belgeleriyle karşılaştırılması halinde, yörenin 600 küsur
yıl önceki fatihlerinin ve kolonizatör dervişlerin hatıralarının hala halkın
içinde yaşadığı anlaşılmıştır. “Halk rivayetlerinin şaşılacak derecede tarihi
realitelerle bağdaştığını” ve bu sebeple bunlara “inanmak zorunda” olduğumuzu
belirten Yediyıldız, “Halk inanç ve rivayetleri hiç asla olmayan uydurma
inançlar değildir. Bunlar belli ölçüde tarihi realiteleri aksettirmektedirler.
Toplum incelemelerinde, bu malzemenin sadece folklor araştırıcıları tarafından
değil, sosyolog, tarihçi vb bütün sosyal bilimciler tarafından nazarı dikkate
alınması mecburiyeti vardır” görüşünü pek haklı olarak ifade etmiştir
(Yediyıldız 1987,439–446; Yediyıldız 1992, X-XII). Bahaeddin Yediyıldız’ın ve
diğerlerinin bu görüşlerine karşılık, Lord Raglan halk içinde anlatılan
olayların kaynaktan uzaklaştıkça güvenilmezliğinin arttığını, mesela dördüncü
el tanıklıkların gerçekliğine, eğer başka kaynakla desteklenmiyorsa kimsenin
inanmayacağını belirtmiştir. “Halk hafızası” denen şeyin en fazla yüz elli yıl
olabileceğine inanan araştırmacı, bunu aile geçmişindeki bilgilerin hatırlanma
oranlarıyla test ederek ileri sürmüştür. Ona göre, “tarihsel gerçekler öyle
hızlı unutulmaktadır ki, gelenek biçiminde hatırlananların tarih sayılmasının
anlamsız olduğunu görüyoruz.”(Raglan 2004, 41–44).
Biz diğerlerinin görüşlerine olduğu kadar Raglan’a da
katılma eğilimindeyiz. Diğer bir ifade ile tarihi bilgi veren kültür ve folklor
ürünlerine hem güvenmeli, hem de güvenmemeliyiz. Bu noktada okuyucu bir folklor
kahramanı olan Nasreddin Hoca’nın bir fıkrasını hatırlayacaktır: “Hoca bu nasıl
oluyor? Herkese “haklısın” diyorsun, diye çıkışan hanıma Hoca “Sen de haklısın
hanım” demiştir. Kişilerin ve ailelerin anıları, bunları anlatan dedeyi
dinleyen toruna oldukça sağlıklı olarak ulaşmaktadır.[3] Ama o
torun da öldükten sonra onun yaşayan evlatları dedelerinin dedeleri olan
kişinin anılarını oldukça karışık olarak hatırlayacaklardır. Onlar da ölünce
bağ bir tarihçinin faydalanamayacağı kadar zayıflamış demektir. Folklorik
ürünleri kullanma yanlılarının haklılıklarına gelince, bizce de şahısların ve
ailelerin hususi anıları Raglan’ın iddia ettiği gibi dördüncü nesilden sonra
unutuluyor. Topluma mal olan gelişmeler ise halk hafıza ve muhayyilesinde
zamanla değişse ve biraz destanlaşma sürecine girse bile kalıcı oluyor. Bazı
tarihi şahsiyetler ölümlerinden sonra halk tarafından menkıbevi olaylarla örülü
bir inanç halesi ile kuşatılıyorlar. Âşık Paşa (Kaymaz, 2002, 111–118), Köroğlu
ve Kiziroğlu örnekleri hatırlanabilir. Özellikle Köroğlu örneği epeyce öğretici
sonuçlara ve metodolojik çıkarımlara ulaşmamızı sağlamaktadır. Köroğlu Ruşen
Ali aslında Osmanlı yazılı kaynaklarına göre bir Celalî eşkıyasıdır. Halkı
soyar ve zulmeder. Bu devri “zelemenin
zulmünden terk-i diyar” edilen “büyük
kaçgunluk” dönemi olarak biliyoruz (Akdağ, 1975, 265, 288–299 ve 317–421). Hâlbuki
destan kahramanı olan Köroğlu, Osmanlı’nın resmî yazılı kaynakların tam
tersine, halkı Bolu Beyi’nin zulmünden kurtaran bir halk kahramanıdır. Bu birbirinden
farklı gibi görülen bilgiler, aslında birer gerçeği ifade etmektedirler.
Kaynaklar haklıdır: Köroğlu bir celâlidir ve halkı soymaktadır. Destan da
haklıdır: Çünkü “tekâlif-i şakka”
denen aşırıya kaçmış avarız ve diğer vergiler ve taşradaki bazı Osmanlı
“bey”leri halkı o kadar muzdarip etmiştir ki, insanlar sonunda vergileri
ödeyemez olunca “selameti firarda
bulmuşlardır”[4]. Bazı kişiler bu
firarileri çevrelerine toplayarak güç oluşturmaya çalışmış ve mahallî idareci
ile nüfuz yarışına girmiştir. Köroğlu ve Kiziroğlu bu konuda tam bir numune-i
imtisal teşkil etmektedirler. İyi bir tarihçi bunları ihmal etmemelidir.
Özetle mahallinden bakanlar Köroğlu gibileri haklı
bulmuş ve kendi açılarından onun ve kendilerinin yaşadığı olayları
destanlaştırarak nesilden nesle aktarmışlar, diğer bir ifadeyle onu
aklamışlardır. İstanbul’dan bakanlar ise bu insanları celâli olarak
değerlendirmek zorunda idiler. İşte bunun gibi veya başka türlü sebeplerle bilgiler
çarpıtılmış, hatta gerçekleri yansıtmayan vesikalar arşivlere yerleştirilmiş
olabilir. Tarihçi alternatif görüşleri her zaman aramalı ve dikkate almalıdır. Sonuç
olarak Osmanlı resmî kaynakları hep Köroğlu Ruşen’i, Kiziroğlu Mustafa Bey’i ve
Tuzcuoğlu Memiş Ağa’yı suçlamaktadır. Hâlbuki bu kişiler hakkında halk arasında
çok makul değerlendirmeler vardır. Üstelik son araştırmalar halkın pek de
haksız olmadığını ortaya koymaktadır (Ülgener 1981, 191–192). Açıkçası halkın
zamanla bazı olayları unuttuğu, bazılarının ayrıntısına hiç vakıf olamadığı,
bazılarına ise tarafgir bir anlayışla yaklaştığını kabul etmenin yanı sıra,
devletlerin resmi yazılı belgelerinde de benzer zaafların var olabileceğini
kabul etmek gerekmektedir. Özellikle demokrasi problemi bulunan ülkelerde, hâkim
güçler, kendilerinin aleyhinde olan gelişmeleri anlatan bilgi ve belgeleri
değiştirme eğilimine ve iktidarına sahiptirler. Daha da ileri gidersek; zaman
zaman arşivlerde tarama yapılarak belgeler ayıklanmış, hâkim güçlerin
"kirli çamaşırları" ortadan kaldırılmış olabilir. Halka
"sürü" muamelesi yapan iktidar sahipleri "ak" olanı
"kara" ve "faydalıyı" "zararlı" göstermeye
kalkabilirler. Bu durumda geniş halk kitlelerinin dilinde ve vicdanında iyi
diye kabul görmüş değerler, arşiv vesikalarında ve kitaplarda kötü olarak yer
almış olabilirler.
Gerçekten bazı dönemler veya olaylar için elimizde
yeterli yazılı belgenin bulunmaması veya türlü sebeplerden dolayı belirli güç
odaklarının yazılı belgeleri yönlendirmeleri mümkündür. Hâlbuki tarih sadece
muktedirlerin, mümtazların ve devletli takımının hikâyesi değildir. Her sosyal
zümre yaşanan olaylara kendi penceresinden bakar. Birilerinin çok lehine olan
gelişmeler bazen diğerlerinin mahvına sebep olabilmektedir. Hâkim güçlerin
resmi arşivleri yönlendirme iktidarı karşısında halk sadece yaşadığı acıları türlü
manzum veya mensur sözlü ürünler halinde yaşatma eğilimindedir. Söz konusu
olaylar yakın dönemi ilgilendiriyorsa bu takdirde sözlü tarih çalışması ile
mağdurların sesleri tarihin ilgi alanı içine alınabilir. Uzak dönemlerin
olayları ise halkın hafızasında nesilden nesile aktarılarak zaman içinde
destan, mani, ağıt, atasözü vs. folklor ürününe dönüşür(Ersoy, 2004,103). Böyle
hallerde sözlü tarih veya folklorik ürünler imdadımıza yetişir. Eski Türklerin
tabiriyle “karabudun”(avam) arşiv tutmaz, yığınlar bilgilerini hafızalarında
saklar. Şahıs veya aile anıları üçüncü veya dördüncü nesle doğru unutulmaya
başlasa bile, umuma mal olan bilgilerin bazıları folklor ve halk edebiyatı
ürünlerinde izlerini bırakırlar.
İşte tarihçiler bu sebep ve keyfiyetlerden dolayı
tarihe yardımcı bilimleri(Togan 19–23; Kütükoğlu, 9-15) iyi bilmeli ve
özellikle halk edebiyatı ve folklor eserlerini bütün ayrıntılarıyla titizce
inceleyerek buldukları örnekleri ciddi bir şekilde tahlile tabi tutmalıdır. Biz
bu konuda Türkiye'de bir ihmal ve metot yetersizliği görüyoruz. Gerçi burada
asıl sebep, arşiv vesikalarının henüz incelenmemiş olmasıdır. Arşivinde
milyonlarca vesika bekleyen ve o vesikalarda çok yoğun bilgilerin bulunduğu bir
ülkede tarihçi sanki bazı sözlerle veya ninni-mani gibi örneklerle
ilgilenmemeliymiş gibi bir genel kabul hissedilmektedir. Hâlbuki bunlarla
ilgilenmek, arşiv çalışmalarını ihmal etmeyi gerektirmeyeceği gibi,
vesikalardaki bazı zoraki veya gönüllü saptırmalar karşısında doğruyu
kestirebilmek için alternatif yorumlar yapabilme imkânı da verebilir. Meselâ,
her gelen yeninin eskiyi kötülemesi gereğinden hareket eden inkılâpçı Türkiye
tarihçiliği "Osmanlı"yı hanedanı ile eğitim, kültür ve ahlâk sistemi
ile karalamaya bütün gücü ile gayret etmiştir. Ancak buna rağmen, halk
"Osmanlı"yı ve "Osmanlılığı" bir ahlâk ve terbiye, bir
vakar ve ciddiyet, bir namus ve fazilet abidesi olarak görmüştür. Kızına
terbiyeli ve namuslu olmasını ihtar etmek için birçok annenin "Osmanlı ol" diye çıkıştığını; ağır
başlı, asil ve vakur kadınların "Osmanlı
kadın" kabul edildiğini ve halk türkümüzün "kız nişanlın geliyor, Osmanlıca yürü" ikazını veya “Annesi Osmanlı duymadan sezer”
ifadesinin anlamını tarihçi çok iyi değerlendirmelidir.
Tabii, bu örneklerin övdüğü Osmanlı gerçeğinin burada
anlatıldığı şekline metotlu tarihçilik açısından gelecek itirazlara da saygı
duyuyoruz. Tam aksi görüşlere de yer verilebilir: Osmanlı resmi ideolojisi,
kendisini “cahil” halka (Sakal, 732–738)[5] bütün
yönleriyle müspet olarak tanıtıp kabullendirmiş olabilir. Bütün bunlara rağmen
bazı yörelerimizde Osmanlı’nın aleyhinde söz ve inançların varlığını da
biliyoruz. Tarafsızlık anlayışı gereği bir araştırıcı bu iki görüşü birden
akılda tutmalı ve her iki cihetten bilgi ve belgeleri değerlendirmelidir.
Gerçekten Osmanlı’nın “şalvarı şaltak”
olduğunu da anlatan fikirler de vardır ki bunları aşağıda dikkate alacağız.
Folklor ve halk edebiyatı eserlerinin kaynak olarak
kullanılmasına dair diğer misalleri şöyle sıralayabiliriz:
Karadeniz Bölgesi'nin birçok kesiminde[6] halk
arasında, çok eski çağların "cinibiz
zamanı" çok zeki ve kurnaz kişilerin de "cinibiz akıllı" olduğu kabul edilir. Biz buradaki
"cinibiz "in Ceneviz’den bozulma bir ifade olduğunu düşünüyoruz.
Karadeniz'in kuzey ve güney kıyılarında Türklerden önce muhtelif yerlerde
Ceneviz kolonilerinin bulunduğu malumdur. “Cinibiz
zamanından kalma” ifadesi Ceneviz koloniciği döneminden kalma anlamında
kullanılıyor olmalı. "Cinibiz akıllı" deyimi ise, o insanların ticarî
zekâ ve hilelerinin halk arasında bize kadar gelmiş izleri sayılsa gerektir.
Türk halkı kendisinin şarklı kültür içinde ticarete
çok yatkın olmadığını, özellikle bir kapitalistler zümresinin oluşmama
sebeplerini iktisat tarihçilerinden daha iyi anlatmıştır. Batılının
iktisadî-ticarî anlayışını "mal bulmuş
Mağribî gibi saldırmak"[7]
benzetmesinde özetlerken, Orta Doğu halkının atıl iktisat anlayışı için de,
yarı felsefî ve tasavvufî bir esnaf ahlâkını anlatmak amacıyla, servetin ve
nasibin peşinde "mal bulmuş Mağribîler” gibi koşmak yerine, "Nasibimse gelir, Hind'den Yemen'den/ Nasibim
değilse ne gelir elden" diyerek pısırık ve atıl bir ekonomi anlayışı
sergilediğini göstermiştir. Ancak coğrafî keşifler öncesinde İpek ve Baharat
Yolu gibi eski dünyanın kervan yollarının Ortadoğu’nun gelişmişliğine ne kadar
olumlu katkı sağladığını anladıklarını da belli etmiştir.[8] Başka
bir Türk atasözü de “Zenginlik bir
köpektir, ne zaman kimin kapısında üreceği bilinmez” derken aslında çok şey
anlatmaktadır. Zenginliğe hem negatif bir anlam ve mahiyet yüklenirken, hem de
çalışmakla kazanılmayan, tesadüflerle veya insanın pasif olduğu bir kadercilik
algısıyla açıklandığı, ya Hind’den Yemen’den tesadüfen birilerinin kapısına
gelen veya “mirî” kaynaklı bir durum olarak sunuluyor. Açıkçası burada
Ülgener’in sözünü ettiği “iktisat ötesi” bir dünya görüşü ile karşı karşıya
kaldığımızı anlıyoruz. Zenginlik hem olumsuz bir haldir, hem de çalışmakla
kazanılmayan bir nesnedir. Türk iktisat tarihi ve iktisadî çöküşünün
açıklanması herhalde bu zihniyetlerin çok iyi tahlili ile daha mükemmel
yapılabilecektir.
Bir başka ticaret tarihi örneği de "Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan
olmak"tır. Dimyat'ın coğrafi konumu bu sözün anlamını iyice
açıklamamıza yardımcı olmaktadır. Nil deltasında bulunan bu şehrin coğrafî
keşiflerden önceki dünya ticaret yollarının Ortadoğu'dan geçtiği dönemdeki
önemli transit ticaret merkezlerinden ve pirinç pazarlarından biri olduğunu bu
sözden anlıyoruz. Ancak bu söz bize ikinci bir şeyi de öğretmektedir; coğrafî
keşiflerden sonra Dimyat ticarî konumunu yitirmiş, oraya pirince gidenler
elleri boş olarak dönmüşlerdir. Dilimizdeki diğer bir deyim de coğrafi
keşiflerden sonra Asya'daki kara ticaret yollarının nasıl tenhalaştığını,
insanların ne kadar fakirleştiğini anlatan en güzel örneklerden sayılmalıdır:
"Kuş konmaz kervan geçmez".[9]
Türklerin
iktisat anlayışını Ülgenerci mantıkla açıklayacak bir deyim de çevresini
şaşırtacak kadar hızla zenginleşenler için uydurulan “Tanrı yürü ya kulum demiş” ifadesidir. Burada, her zaman gördüğümüz,
bireyi edilgenleştiren ve biraz da yok sayan, her şeyi Allaha ve devlete havale
eden tarih ve toplum felsefemiz karşımıza çıkmaktadır. Fenafillâha ve
fenafiddevleye uğramış zihniyetin ekonomi anlayışına göre insan “çalışmış da
zengin olmuş” diye anılmaz. Allah ya “yürü kulum” demiş olmalı veya kişi “mirîden
mal”ı götürmüş olmalı. “Çaldımsa da miri
malı çaldım” ve benzeri sözlerimiz bu kabil tarihi hastalıklarımızın
dilimizde ve folklorumuzdaki belirtileridir. Burada görüldüğü gibi bizim kültür
dünyamızda servet sistemli ve ısrarlı bir meslekî çalışma ve zahmet (alın teri)
ile kazanılan meşru bir değer olarak algılanmayabiliyor. Servetin kaynağı
belirsizdir, kişi bu noktada atıl vaziyettedir. Servet ya Tanrı vergisidir veya
devletlü taifesinin ihsanıdır. Bundan dolayı kimin kapısına ne zaman uğrayacağı
meçhuldür.
Bu tür sözler, tefsire gerek duyulmayacak kadar açık
olduklarına göre, bunları kısa yorumlarla ve konularına göre tasnif edilmiş
olarak veriyoruz: Yukarıdaki ticaret ile ilgili örneklere son vermek için
"asılırsan Frenk sicimiyle
asıl" (Milli Kütüphane Başkanlığı, I, 1992: 32) sözünü hatırlatmak
yeterlidir. Herhalde şarkın şallarını, ipeklerini ve "Hint kumaşlarını" "bulunmaz" eden batının sınaî
ürünlerinin kalitesini anlatmak için güzel bir örnek olabilir.
Türkiye'nin etnik yapısının doğurduğu grupların
birbirine bakışlarını gösteren sözler ve deyimler de hayli kabarıktır.
Osmanlının kozmopolit İstanbul aydınları ve medrese eğitiminin Türkmenlikten
kopardığı “mollalar”, "Türk" adını tahkir için kullanırlarken,
onların indinde millî adımız "idraksiz"liği çağrıştırıyordu. Ancak
bazı aydınlarımızdaki bir yanlış kabulü de burada düzeltmek istiyoruz.
Osmanlı’daki “Etrak-ı bi idrak” gibi
ifadeler Türk etnisitesini değil, kısmen köylüleri ve özellikle göçebeleri
kastediyordu. Fatih Kanunnamesi’nde şu ifadeler pek sık geçer: “Türk veya şehirlü olsa” (Akgündüz,1990:
349). Aynı ayrım halk şairlerinde bile görülmüştür. Âşık Nuri Osmanlı yakın
coğrafyasında tanınan milletlerin dilberlerini anlatırken sıra Türklere gelince
“Türkün dilberidir gayetle inat/ Şehir
dili bilmez, lisanı kubat/ Kelamında eder Türklüğün ispat/Hayvan gibi gözün
diker samana” ifadelerini kullanmıştır. Burada Türk etnisitesinin kast edilmediği,
köylü veya göçebeden bahsedildiği şiirin devamından bellidir:“Şehir dilberi
gayet ser-firaz/Bir hüsn-i dakiktir bulmaz inkıraz.” (Yılmaz, 2005: 154) Bugün hâlâ
Samsun'un Alaçam ilçesi köylerinde Türkmenler için "Allah’ın Türkmeni" ifadesi kullanılırken, öyle bir vurgulama
yapılır ki, sanki "Allah’ın dağlısı, görgüsüzü" kastedilmektedir. Biz
bunu o yöreden tanıdık kişilerin ağızlarından bizzat duymuş bulunuyoruz. Yine
Samsun ve Rize yörelerinde “oğuzluk” ve “yoğuzluk” ifadeleri görgüsüzlük ve
yobazlık anlamında kullanılmaktadır. Bunlar “yobaz”dan bozma mıdır, yoksa halk
dilinde Türkmenliğin alçaltılması geleneğinin bir devamı mıdır? Araştırılmaya
muhtaç bir konudur.
Bir ülkedeki etnik
akrabalıkları, bir çağdaki zihniyet ve eğilimleri kişi ve yer adlarından
hareketle de öğrenmek mümkündür. Türk onomastiği ve antroponimisi folklorla ve
tarihle o kadar iç içedir ki, bu konu daha epeyce araştırılmalıdır. Giresun’un
muhtelif yerlerinde bulunan Aralcak köy ve mahalle adları ile Macar ve
Macaroğlu adlı yer adları bizi çok Uzaklara götürüp biraz zorlama gibi çağrışımlar
yaptırıyor. Eğer Aralcak kelimesi bazı kaynaklarda yazıldığı gibi Aralıcak
şeklinden bozulma ise açıklamaya gerek yok, ancak Aralcak ise, bu durumda Aral
Gölü’nden alınma bir isim kabul edilerek, aynı yörede bulunan Macar mıntıkası
ile yakınlığı bizi şaşırtıyor. Zira Macar milletinin tarihi anavatanları
Aral’ın kuzey kesimi ve Urallar yöresi olduğu biliniyor.
Toplumların tarihi, kültürlerinin her ayrıntısını etkilemiştir.
Bunun bir örneğini Fahri Sakal’ın çocukluğunda arkadaşları ile oynadığı bir
oyun vermektedir: Oyuncular iki tarafa ayrılır. Birbirlerinden uzağa iki taş
dikerler ve o taşlara “kale” derler.
Her grup kalesini korur. Ancak kalelere saldırılmaz. Bir kişi kaleden uzağa
doğru kaçar. Buna “dağa çıkmak”
denir. Dağa çıkanı diğer gruptan bir kişi kovalar. Kovalayan dağa çıkana
parmağının ucu ile dokununca “vuruk”
diye bağırır. Vuruklar “yesir”
sayılır. Vurulmadan kalesine dönebilirse, tekrar dağa çıkıp karşı taraftan bir
kişiyi vurma hakkı kazanır. Sonra karşı taraftan bir kişi dağa çıkar ve bu bir
tarafın askeri bitene kadar sürer, önce askeri biten, diğer bir ifadeyle bütün
elemanlarını “yesir” veren tarafın kalesi diğer tarafın eline geçer ve oyun
biter. Şimdi anlıyoruz ki buradaki yesir, aslında esir olmakmış. Bu “yesir oyunu” Türk tarihindeki savaşların
adeta sahnelenmesidir. Ancak “dağa çıkmak”
ifadesi Osmanlı’nın son yıllarındaki asayişsizlikleri ve dağa çıkan eşkıya hikâyelerini
de hatırlatıyor.
Türkler Anadolu’ya gelirken farklı sebeplerden dolayı
bazı boylar farklı coğrafyalara savrulmuştur. Oğuz boylarının her birinin en az
beş on ile dağılmış olduğunu araştırmalar tesbit etmiştir(Sümer,1980: 423–461).
Her boyun Türkçe’yi telaffuz farkları iyi bilinse, bugünün Türkiyesindeki
dağılımları daha iyi anlaşılır. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Türkçe’de
nazal “n” olarak adlandırılan bir ses vardır ki adeta turnusol kağıdı özelliği
gösterir. Bazı boylar bunu çok iyi vurgulayarak genizden söyler. Bunu ng ile
yazıyorlar.(Anang, babang, tangrı vs.). Bazı boylar “y” ye dönüştürürken (“Anay duysa babay seni öldürür” Urfa
Türküsü) bazıları ise hep yutup vokali uzatıyorlar.(kendîyi, babâyı). Sonuncu
grup ise normal “n” gibi telaffuz ediyor. (Kendini, babanı). Yazarın yöresi
olan Giresun’da bu telaffuz farklılıkları elan yaşamaktadır.
Diğer taraftan İran efsanelerinde ve özellikle
Şehname’de Türkleri yenen büyük hükümdar sayılan Feridun’un ve onun kahramanı
Rüstem’ in isminin bu ülkede çocuklara verilmesi, Türk âlemini istila etmiş
olan Cengizli isimlerinin ve –tay’lı kurum adlarının kullanılması hakkında çok
konuşulabilir. Yaptığımız araştırmalarda Türkiye’de her neslin farklı isimler
tercih ettiğini görebiliyoruz. Mesela cumhuriyetin ilk yıllarında Sivas’ta
Arapça kökenli isimler % 91 gibi yüksek oranlarda kullanılırken, günümüzde bu oran
%50 civarındadır. Aynı dönemde Türkçe isimlerin oranı %6’dan %35’e çıkmıştır.
Arapça isimler azalıp Türkçeler artarken, ilginçtir, Farsçalar da % 3’den % 9,7’ ye yükselmiştir (Darıcı
2003: 20). Son zamanlarda ise yeni bir isim verme temayülü güçlenmektedir.
Günümüzde yükselen misyonerlik çalışmalarının ve İslami geleneklerden
uzaklaşmayı “ilericilik” olarak görme eğilimlerinin etkileriyle mi, yoksa başka
faktörler mi vardır? Bunları araştırmak lazım ve önemlidir. Ancak günümüzde
Serra, Sera, Melis, Melisa ve Hektor gibi isimlerin arz-ı endama başladıkları
herkesin malumudur.
Uydurma ve yabancı isimlere gösterilen bu ilgi nedense
Türk kavramlarına gösterilmiyor. Mesela Giresun yöresi halkı Oğuz boylarından
Çepnilere mensup oldukları halde, bugün Giresun'da birisine "siz
Çepnisiniz" denirse bunu birçok kişi hakaret olarak telakki eder. Çünkü
orada Çepni, halkın sözlüğünde
"görmemiş" demektir. Aynı yörede "Gınuk" diye
telâffuz edilen ve halkın “aç gözlü”
anlamını yüklediği bir tabir vardır ki,
her halde Selçukluları çıkarmış olan Kınık boyunun adı olmalıdır. Oğuz
boylarının Osmanlı düzeniyle olan sürtüşmesini ve kendilerine yapılan bu
hakaretler karşısında, onların da "Şalvarı
şaltak Osmanlı/ Eğeri kaltak Osmanlı/ Ekende yok, biçende yok/ Yemede ortak
Osmanlı" diye cevap verdiklerini Faruk Sümer'in Oğuzlar hakkındaki
güzel eserinde görüyoruz (Sümer 1980: XXV). Özellikle aşiretlerin iskâna tabi
tutulmasına Türkmen şairlerinin tepkisi biliniyor. “Türk’ün olan Türkmen eli çökünce/Kaypak Osmanlılar size aman mı?”
Dadaloğlu klasiklerinden biridir. (Yılmaz 2005:151). Osmanlı dönemi tarihi
olaylarının dilimizdeki izlerinden bir diğeri de, hastaneden tedavi sonrası
salıverilme fiilini “tabucu olmak” la anlatmamız bize gösteriyor. Çünkü ilk
batılı anlamda hastane bu ülkede askeri amaçlarla kurulmuştur. Diğer bir
ifadeyle ilk olarak askeri hastaneleri tanımışız. Orada tedavisi biten
askerleri taburuna yollamak anlamında bu ifade kullanılmış ve Türkçeye
yerleşmiştir.
Atasözleri kitaplarına giren[10]
sözlerden bazılarını hatırlatmayı da faydalı buluyoruz. "Kapını Türke, sırtını kürke alıştırma",
"Türk ne bilir bayramı, lak lak içer
ayranı." (Şinasi 1863: 20–45) gibi örnekleri çoğaltmak gayet kolaydır.
Farklı etnik kökenlere mensup muhacirlerin bulunduğu
bazı Karadeniz köylerinde onlar Türklere "Türk, sırtında kürk, al kürkü kov Türkü" diye takılırken,
Türkler de onlara "Mâcir, kolunda
zencir, al zenciri kov mâciri" şeklinde cevap vermektedirler.[11] Bu
arada Türkiye’ye muhaceret yoluyla gelen Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü ve Türk
kökenli insanlar kendilerini muhacir diye hitap edilmesine karşı çıkmazlarken,
mübadele ile gelenlerin ısrarla kendilerine “mübadil” diye hitab edilmesini
istediklerini sözlü tarih çalışmaları esnasında tespit etmiş bulunuyoruz.[12] Bu
da gösteriyor ki, halk içindeki değerlendirmeler bazen son derece güvenli
olabiliyor.
Halk adetlerinin, inançların ve sair geleneklerin
milletten millete geçişleri hakkında ilginç bilgilere sahibiz. Aslında Çince
kökenli bir kelime olan baqşı’nın
Asya ve Avrupa’da nasıl onlarca dile geçtiğini, din ve kültür terimi olarak
toplumlararası bir ortak bağı nasıl oluşturduğunu, özellikle Türk – Macar
milletlerinin kültürel yakınlığının sözlü belgesi olduğunu görebiliyoruz
(Németh 1973: 165–170). Aynı şekilde
biraz daha uzak da olsa Almanlarla Türkler arasında erken tarihi çağlardan
kaynaklanan bir etkileşimin izlerini bazı sayı adlarında görüyoruz. Türkçe’deki
seksen ve doksan kelimeleri herhalde Türkçe sekiz, Almanca zehn (on)’dan
müteşekkil sekizXzehn ve dokuzXzehn (ikincisi Türkçe’deki ses uyumundan dolayı
doksan olmuş) kelimelerinden türemişlerdir. Buna benzer bir örnek “kajak”
kelimesidir. Almanca sözlüklerde “Eskimo kayığı” olarak açıklanır ve kayak olarak okunur. Kuzey Sibirya’ya doğru
gitmiş bazı Türk boylarının etkisi olduğunu iddia edersek çok mu şartları
zorlamış oluruz.
Şu sözler kayda değerdir: "Akkoyunlu - Karakoyunlu, şeytan oyunlu", "Âl-i Cengiz oyunu” (Milli Kütüphane, Türk Atasözleri ve Deyimleri I, 1992: 17) Bu
deyim şimdi, Ali ve Cengiz isimli iki kişiden bahsediyor sanılıyor. Oysa
Cengizlilerin zulüm ve entrikalarını anlatan nefis bir vesika-sözdür. Dış
istilaların halk arasında derin izleri pek kolay unutulmuyor. Nasreddin Hoca
fıkraları ile halkımız Timur’dan adeta hesap sormaktadır. Bunlar biliniyor.
Sivas yöresinde “Timurlenk kesilmek”
ve “Sana bir kötülük edeyim ki, Timur
Sivas’a etmemiş olsun” (Darıcı,20) gibi ifadeler bir tarihi gerçeğin
günümüzde yaşatılmasıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında Sivas’ta “halkı
çağdaşlaştırmak için” senfoni dinlettiren zihniyet, bağlamanın başkentinden
nasıl tepki alırdı, diye sorsak; “Sivas
Timur’dan beri böyle bir işkence görmemişti” hakimane hicviyesini her halde
hiçbir münevver veya entel taifesi mensubu düşünemezdi.
"Akıl
Frengistan'da Saltanat Âl-î Osman'dadır.”(Milli Kütüphane I: 16) Bazı
tarihi gerçekleri bundan daha iyi kolay kolay anlatamazdık. Doksan Üç harbi
yıllarında Rusların işgaline uğramış yörelerimizde halk şairlerimizin diline ve
sazına konu olan o acılı yıllarla ilgili pek çok örnek vardır: “Benî asferdir bilin Urusun adı, orman
yabanisi balıkçı nesli”(Darıcı: 20) sözü Rusların sarışınlığını ve
atalarının nehirlerde balıkçılık yaptığını anlatıyor ki, bu bilgi tamamen
doğrudur. O malum 93 Harbi için başlatılan seferberlik, halk şairlerine “Asker olanın tebdili şaştı, seneler içinde illa bu sene, seneler içinde
kanlı bu sene” mısralarını söyletmiştir (Darıcı: 19). I. Dünya Harbi için
yapılan seferberlik esnasında “Seferberlik
geldi, âlem de şaştı/ Çantasını alan dağlara kaçtı”(aynı yerde) ifadesi de
resmi tarih literatürüne girmemekle birlikte, asker kaçaklarının Anadolu’da
nasıl bir terör estirdiklerini bilenlerin aşina olduğu bir gerçektir. Bir halk
Türküsünün şu mısraları ise bizce ciltler dolusu tarih kaynağı kadar bilgi
sunmaktadır: “Yemen yolu çukurdandır./
Karavanam bakırdandır./ Zenginimiz bedel verir./ Askerimiz fakirdendir.”
Daha ne desin ki? Bu konuda gerek folklor, gerek ise sözlü tarih derlemeleri
yapılması gerekmektedir. Zira halk arasında binlerce “seferberlik hikâyeleri”,
“İnkılâp hikâyeleri”, “Tek Parti Devri hikâyeleri” ve “Demir kırat hikâyeleri” yaşamakta, ancak bunları bilen nesil yavaş
yavaş aramızdan ayrılmaktadır.
Türkiye’nin sosyo-ekonomik gerçeklerini dile getiren
atasözü ve deyimler de çoktur: Bilindiği gibi ekmeği için gurbete çıkma hadiseleri
fakir halkımızın arasında bir kültür haline gelmiştir. Gurbet, gariplik, sıla,
hasret ve benzeri sözlerin Türkçe’de taşıdığı derin ve çok yönlü anlamlar
sanırız hiç bir dilde yoktur. "Şu
yüce dağları duman kaplamış/ Yine mi gurbetten kara haber var/ Seher vakti bu
yerde kimler ağlamış/ Çimenler üstünde gözyaşları var." uzun havasının
bizim için taşıdığı anlamı batı dillerine çevirmek herhalde zor olsa gerek.
Biz şeriye sicillerinde devamlı gördüğümüz
"mütevelli" ve "vâsi"lerin yolsuzluk yapıp yapmadıklarını
hep düşünmüş, fakat kaynaklarda pek bilgi bulamamıştık. Ancak "Allah’a olmak isteyen asi, ya mütevelli
olsun ya vasi”(Milli Kütb. I, 1992: 23) sözünü okuyunca bu sahada da
elimizde örneklerin bulunduğunu anlamış olduk. Yine "Asi yara ile, kadı para ile avlanır”(Milli Kütb. I, 1923: 33) sözü
ile "Kadı gibi haram yemez"
mısraı birer tarihi gerçeğin izi sayılmalıdır. Demek ki o yıllarda da
“cüzdanları ile vicdanları arasında” sıkışık durumda imişler! Bilindiği gibi
bizim halkımız devlete çok saygılıdır. “Devletin veya adaletin kestiği parmak
acımaz” düşüncesini her fırsatta dile getirir. Ancak adil olmayan devlet ve
devletlilere pek de itaatkâr değildir. “Devletli
ile deli bildiğin işler”(Darıcı 17) ifadesi bu halkın reaya ve kul
kültürüne yavaş yavaş baş kaldırmaya başladığını göstermektedir. Ancak hala
kendimizi birilerine takdim ederken “bendeniz”
demeyi bir nezaket kuralı sananlarımız bulunmaktadır. Bu geçmiş yıllardaki “bir kapıya kul olmak” özleminin
dilimizdeki sözlü belgesidir.
Bunlara ilâve olarak "Ballı pirinç yeniçeriyi
yumuşatır”(Milli Kütb. I, 1992: 49) "Voyvoda
Kesilmek”(Milli Kütb. II, 1993: 145) "el mi yaman bey mi yaman" sözleri devlet ve toplum yapısıyla
ilgili örneklerdir. Ezeli sosyal ve siyasal hastalığımızı ise "Bir eteğe pek yapışan maksuduna tez erişir.”(Milli
Kütb. I, 1992: 61) sözünde buluyoruz.
İslâm hukukuna göre Osmanlı'da herkesin üç-dört
kadınla evli olduğunu sananlara veya üçer-dörder hanım alma heveslilerine de
halkımız şöyle cevap vermiştir: "Bir
eve bir baca, bir kadına bir koca.”(Milli Kütb. I, 1992:61) "Kadının biri âlâ, ikisi belâdır.”(II,
1993:42) Osmanlı dönemi şâirlerinden Hüseyin Şakir de bir şiirinde "Her kimin olsa evinde dü zeni/ Bozulurmuş o
kişinin düzeni" diyerek güzel bir kelime oyunu ile iki karılı hayatı
yermiştir. Ancak bu söz ve şiirler o yıllarda çok karılı (poligamie) ailelerin
bulunduğunu da göstermektedir.
Demokrasi tarihi ile ilgili gelişmeler de halkın bakış
açısı ile folklor ve halk edebiyatına malzeme vermiştir. “Şimdi zaman demokrat,
herkes sevdiğine varacak”(Darıcı 11) mısraı, uzun tek parti döneminden sonra
Demokrat Parti iktidarından hürriyetler konusunda pek çok şey bekleyen,
beklentilerini dizginleyemeyen halkın psikolojisine güzel bir örnektir.
Halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin tarihçiler tarafından
değerlendirilmesinin bundan sonra daha iyi yapılacağını sanıyoruz. Zira
Türkiye’de hanedan ve orduların tarihi yerine halkın tarihinin araştırılmasına
yeni başlanmıştır. Halkın tarihi veya sosyal tarih bütün boyutlarıyla
araştırılırken, halk arasında yaşayan ve halkın zihniyetini taşıyan bu tür
sözlü ve yazılı edebiyat ürünleri elbette daha iyi değerlendirilecektir. Bu hem
yöntem açısından gereklidir, hem de -sosyal tarihin yanısıra-kültür tarihi için
vazgeçilmez, olmazsa olmaz türünden bir şeydir. Bu konuyu tamamlayan diğer bir
alan da sözlü tarih çalışmalarıdır. Son zamanlarda Türkiye’de sözlü tarih
çalışmaları hız kazanma eğiliminde olduğu biliniyor.[13]
Gerek tek parti, gerekse DP dönemiyle ilgili halkımız canlı hatıraları hala
korumaktadır. Türkiye’de zaman zaman yasaklanan yayınlardan dolayı her türlü
gelişmeyi kayda geçirebilmiş değiliz. Özellikle ihtilal ve darbe dönemlerinde
gerçekler tersyüz edilerek kayıtlara girmiştir. Arşivler de bu tür yanlı
yayınlarla ve yazışmalarla doludur. Ancak halkımız gördüğü veya yaşadığı
olayları olduğu gibi hafızasında yaşatmaktadır. Bu bilgiler o canlı tanıklarla
mezara girmeden derlenmelidir. Mesela köy ağalarının ve muhtarların siyasi
durumu bile devirden devire değişmektedir. Tek parti döneminde ve 1960 sonrasında
köy muhtarlarının çoğu CHP’li köy elitlerindendir. Bunların çoğu İsmet Paşa ile
veya ikinci derece parti yöneticileriyle mektup, telgraf, bayram tebriki veya
özel görüşmeler yoluyla iletişim içindedirler.[14]
Valiler, kaymakamlar ve türlü kademelerdeki müdürler bazen bu kişileri ziyaret
etmekteydiler. Tabii bu “devletli ilgisi” bu kişiler için muazzam bir manevi
kudret faktörü olmuş, onlar da bunu halk üzerinde iyi veya kötü yönde
kullanmışlardır. Dolayısıyla bunlar halk arasında “ipten adam alan önemli kişi”
diye bilinirler. Bunların çocukları her işlerini köylüye yaptırmaya
alıştıklarından “(......)’nın oğlu çalışmamalıdır” diyerek yan gelip yatmayı
babadan miras kalma bir imtiyaz olarak algılamakta, hâlâ toplumla iş ve çalışma
konularında uyum sorunu yaşamaktadırlar.[15] 1950–1960 arasında ise DP kendi köy elitlerini
kurmaya çalışmış, ancak 30 yıllık tek parti döneminin kadrolarını 10 yılda tam
olarak değiştirememiştir. Bütün bunlar yazılı belgelere ayrıntılı olarak
girebilecek bilgiler değildir. Ancak bu kişilerin hayatta olanları ve kendileri
ölmüşse oğul ve kızları bize çok doyurucu bilgiler verebilmektedirler.
Hatta halkımızın arasında siyasi partilerin
birbirleriyle ve halkla ilişkilerini inceden inceye hicveden fıkralar da yaşamaktadır.
Bu fıkralarda vatandaşın devleti, partileri, halktan kopuk politikacıyı ve
kendilerine tepeden bakan bürokratları öyle bir hicvetmesi vardır ki,
derlenmeli ve okunmalıdırlar.
Bütün yöntembilim kitaplarında folklor ve
etnografyanın tarih araştırmalarında ne kadar önemli olduğu vurgulanmaktadır.
Ancak buna rağmen ne hikmetse araştırmacılar bu konuyu pek ciddiye
almamaktadırlar. Türk halk edebiyatı ve folklorunun çok zengin olması ve göçebe
kökenlerinden dolayı Türklerin çok farklı milletlerle kaynaşmış bulunması bu
konuya Türk tarihçiliğinde biraz daha fazla önem verilmesini gerekli
kılmaktadır. Özellikle yakın tarihte siyasi nedenlerle örtbas edilen bazı
bilgilerin bugün halk arasında yaşadığı kabul edilirse, meramımız daha iyi
anlaşılır. Üstelik çok okumadığı gibi çok yazmayan bir halk geleneğine sahip
oluşumuz dikkate alınırsa, birçok bilginin halkın içinde anı veya bir
edebi-folklorik tür olarak yaşadığı ve kayıtlara geçmediği kolayca
anlaşılabilir. Her zümre kendi tarihine belge hazırlar ve kendi tarihini yazar.
Devlet ve iktidarlar kendi tarihleri için belge depolarken, halkın tarihi de,
büyük oranda kayıtlara geçmemiş olan bu tür sözlü ürünlerde saklıdır.
NOTLAR
[1]
-Tarihi konularda kitap yazmaya kalkan, ders veya konferans veren ve bu
konularda tarihçilerle polemiklere giren çok sayıda “destursuz” tarihçiler(!)
vardır. Bunların metodolojik birikimi ve hassasiyeti hiçbir kişi veya kurum
tarafından ölçülememektedir.
[2]
-Burada 43 destan incelenmiş, bunlarda sosyo-ekonomik hayata dair dokuz konu
tespit edilmiştir.
[3] -Bu
satırların yazarı 1877–78 Harbi sonrasının bir Kafkas muhaciri dedenin ve I.
Dünya Harbi’nde Rus bombardımanında, ailesi dağılmış ve kardeşlerini kaybetmiş
bir ninenin kısmen birinci elden, anlattıklarını dinleyerek büyümüştür.
Nine’nin babası da Sarıkamış’tan dönememiştir. O olayları büyük ölçüde
hatırlayan aile büyüklerinden dinlemiştir. Ancak aileler 93 Harbi öncesini pek
hatırlayamamaktadır. Raglan da aile büyükleri arasında bilgileri test etmiş ki
bizde de aynı sonuç çıkıyor.
[4] -Bu
bazı yörelerimizde kullanılan bir deyimdir. Belki de çift bozanlık olaylarını
anlatmaktadır.
[5]
-Tarihi idealize etmeyi bir kültürel gelenek haline getiren bazılarının
beklediklerinin aksine Osmanlı çağında halkımızın elinde bulunan kitap
sayısının çok az olduğu, Şeriyye Sicillerinde yaptığımız incelemelerden
anlaşılmaktadır. Bundan dolayı “cahil” tanımlaması yanlış sayılmasa
gerektir. Bu konu için bk. Fahri Sakal,
“Osmanlı Ailesinde Kitap”, Osmanlı c.11, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara, 1999, s. 732–738.
[6] -Giresun ve Sinop'u örnek verebiliriz.
[7] -Bu
ifade batılıların bir yerde mal bulunca büyük bir şevkle, hatta azgın bir
yağmacılık arzusuyla saldırısını anlatır ve içinde kınayıcı bir anlam gizlidir.
[8] -Bu
konuda daha ayrıntılı bilgi diğer güzel örnekler için bak. Sabrı F. Ülgener: İktisadi
Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası,
Der Yay., İst., 1981; İslâm Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı, Der Yay., İst., 1981; Darlık Buhranları ve İslâm İktisat
Siyaseti, Mayaş Yayınlan, Ankara 1984.
[9]
-Gerek Dimyat ile ilgili olan gerekse ikinci söz coğrafi keşiflerin ne kadar
önemli olduğunu bize yıllarca anlatamamış. Bize bu olayın önemini ünlü bir
Fransız tarihçisi göstermiştir: Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası I-II, Eren Yay., İst., 1989 ve 1990.
Tabii bu sözleri böyle açıklama fikri Braudel’in değil, F. Sakal’ındır. Zaman
içinde meslektaşlarımızın eleştirileriyle ya kabul veya reddedilecektir.
[10]
-Bazıları hakaret içerdikleri için kitaplara da alınmamışlar. Millî Kütüphane Başkanlığı’nın yayınladığı Türk
atasözleri ve deyimleri ile ilgili kitapta
"Türkü, Türklüğü, bir kelime ile Milletimizi küçük düşürerek
millî duyguları incitecek mahiyetteki sözlerin esere alınmadığı belirtilmiştir:
“Türk kelimesi bu sözlerde kaba saba, ahmak, cahil manalarında
kullanılmıştır.”. Bkz. Türk Atasözleri
ve Deyimleri, C.I, s.XV (
[11] -Bu
sözler gençler arası şakalaşma kültürü halindedir ve etnik husumet izi
taşımamaktadır.
[12]
-Aynı konuda meslektaşımız Doç.Dr. Nedim İpek de benzer tespitler yapmıştır.
[13]
-Tarih Vakfı’nın bu konuda epeyce çalışmaları ve yayınları vardır. Bk. Esra
Danacıoğlu, Geçmişin İzleri Yanıbaşımızdaki Tarih İçin Bir Kılavuz, İst
2001.
[14]
-Bazı evlerde bu kişilerin parti veya devlet yetkilileriyle ilişkilerine dair
yazılı belgeler bile bulunmaktadır.
[15] -Bu
kişilerle ilgili sözlü tarih çalışmamız devam etmektedir.
KAYNAKÇA
AKDAĞ
(Mustafa), 1975, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Ankara, Bilgi Yayınevi
AKGÜNDÜZ
(Ahmed), 1990, Osmanlı Kanunnameleri c.I,
İstanbul, Fey Vakfı,
ARTUN (Erman), 2002 “Âşıkların Destanlarının Sosyal Tarihe
Kaynaklık Etmeleri” Milli Folklor,
Sayı. 53, s.34–38.
BRAUDEL (Fernand), 1989 ve 1990, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası I-II, İstanbul, Eren Yayınları.
DANACIOĞLU
( Esra), 2001, Geçmişin İzleri Yanı başımızdaki Tarih İçin Bir Kılavuz,
İstanbul.
DARICI (Muhammet), 2003, Sivas
Folklorunda Tarihi İzler, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Tarih Bölümü Lisans Tezi.
ERSOY (Ruhi) 2004, “Sözlü Kültür ve Sözlü Tarih İlişkisi
Üzerine Bazı Görüşler” Milli Folklor,
Sayı 61, s. 102–110.
İNAN (Abdulkadir) 1987, “Epope ve Hurafe Motiflerinin Tarih
Bakımından Önemi” Makaleler ve
İncelemeler I,Ankara, TTK Basımevi
KAYMAZ (Zeki) 2002, “Tarihi Şahsiyetler Hakkında Yaratılan
Halk Bilgisi Ürünleri Üzerine Bir Durum İncelemesi: Âşık Paşa Örneği” Milli Folklor, Sayı:54, s.111–118.
KÜTÜKOĞLU (Mübahat S.), 1991, Tarih Araştırmalarında Usul, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı.
Milli Kütüphane Başkanlığı,1992, Türk Atasözleri ve Deyimleri, c.I, İstanbul, M.E. Basımevi.
Milli Kütüphane Başkanlığı, 1993, Türk Atasözleri ve Deyimleri, c.II, İstanbul, M.E. Basımevi.
NÉMETH (Julius), 1973, “Das Wolga-Bulgarische Wort baqşi
‘gelehrter herr’ in Ungarn” İslam
Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, C. V, Sayı: 1–4. s. 165–170.
RAGLAN (Lord), 2004 “Tarih ve Mit” Milli Folklor, (Çev. Levent Soysal), Sayı, 63, s.37–44.
SAKAL (Fahri), 1999, “Osmanlı Ailesinde Kitap”, Osmanlı C.
11, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları.
SÜMER (Faruk), 1980, Oğuzlar, İstanbul, Ana Yayınları.
Şinasi, Durub-ı Emsal-i Osmaniye, 1863, İstanbul.
TOGAN (Zeki Velidî), 1981, Tarihte Usul, İstanbul, Endereun Kitabevi.
ÜLGENER(Sabri F.),1991, İktisadi
Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul, Der Yay.
----- 1981, İslam Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat
Ahlakı, İstanbul, Der Yay.
------ 1984, Darlık Buhranları ve İslâm İktisat
Siyaseti, Ankara, Mayaş Yayınları.
YEDİYILDIZ (Bahaeddin), 1987, “Ordu Yöresine Ait Bazı Folklor
Unsurlarının Tarihi Kökenleri”, III.
Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri IV, Ankara Başbakanlık Basımevi.
YEDİYILDIZ (Bahaeddin), 1992, Ordu Yöresi Tarihinin Kaynakları I, Ankara, TTK Yay.
YILMAZ (Gülsevim),2005, 18.
ve 19. Yüzyıl Türk Halk Şiirinde Toplumsal Eleştiri, OMÜ. SBE, Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü Yüksek Lisans Tezi.
Sevdiğim yazılardan biri.
YanıtlaSil