14 Şubat 2014 Cuma

TARİH VE AHLAK
                                                                                                              
                                                                                                                Doç. Dr. Fahri SAKAL·
Tarih ve ahlak birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen, aynı zamanda birbirinin sebep ve sonuçları durumunda olan ve çok ciddi illiyet bağları oluşturan kavramlardır. Diğer bir ifade ile ahlak yaşanan tarihi süreç içinde toplumu etkileyen olay ve olgular tarafından yüzyıllar içinde yavaş yavaş oluşturulduğu gibi, kendisi de zaman içinde liderleri, normal kişileri, toplumları ve kurumları etkilemiş ve olayları-olguları yönlendirerek tarih yapıcı bir faktör olarak tebarüz etmiştir. Tarihi çağların ve tarihi yaşanmışlığın ahlakı etkilemesi ve tersine ahlaktan etkilenmesi ile ilgili insanlık tarihinde yapılacak bir gezinti bu iki kavramın birbiriyle nasıl illî bağlar oluşturduğunu gösterecektir.
Toplumların tarihi, ortak geçmişleri olarak onların gelişmesinde ve ortak özellik ve kabiliyetlerinin oluşmasında coğrafya[1] ve dinleri[2] ile birlikte en baskın faktörlerdendir. Bu üçü toplumları oluşturan, biçimlendiren ve kimlikleri belirleyen en esaslı amillerdir. Tarih bir ortak geçmiş olarak toplumları inşa ederken onların her türlü değerlerine de etki yapmaktadır. Bunlardan biri de ahlaktır.
Ahlakın faklı anlamlarını burada tartışacak değiliz. Ancak meramımızı anlatabilmemiz için şu kadarını aktarmalıyız. Ahlak, huy ve yaratılış anlamlarındaki Arapça ‘hulk’ un çoğul şeklidir. Huylar, tabiatlar( ki bunda da yaratılış anlamı saklıdır.), insanın yaratılıştan getirdiği veya sonradan cemiyet ve çevresinden edindiği değerlerin toplamıdır. Tarih boyunca ahlak-ı hasene (güzel ahlak) ve ahlak-ı zemime (kötü ahlak) gibi iyi ve kötü ahlak terkipleri yapılmıştır. Batı dillerinde de benzer anlamları vardır: İngilizcede aralarında anlam farkı pek az olan "Ethics", "morality" ve "morals" kelimeleri varken Fransızcası "moralité" olarak bilinmektedir. En fazla ve farklı anlamlar ise Almancadadır. "Ehre", "ethos", "gesittung", "moral", "moralitaet", "sitte" ve "sucht" gibi kavramlar şeref, namus, haysiyet, itibar, töre, terbiye, uygarlık, adet, disiplin ilh… Çok geniş bir anlam yelpazesine sahiptir.
Ahlak bu farklı manalarıyla bireysel ve toplumsal pozitif değerler yekûnu olarak tarihten süzülüp günümüze gelmiş, tarihî ve günümüz nesillerini yönlendirmiş bir olgudur. Bir bakıma sosyal bünyenin zaman (tarih) içinde tecrübeleri sonucu oluşmuş değerler manzumesi olduğu gibi, sosyal bünyenin yine zaman içinde oluşmasını, biçimlenmesini, başka toplumlarla farklılaşmasını, bazı kültür, sanat ve medeniyet dallarında ilerlemeyi-gerilemeyi veya farklılıklara yol açmayı, diğer bir ifade ile toplumun kendine mahsus değerler üretmesini sağlayan, tetikleyen ve etkileyen bir toplumsal değerdir. Toplumun tamamını yönlendirmesi ve o topluma mahsus değerleri oluşturmasıyla toplumsal ve milli kimlik oluşturan en belirgin unsurlardan biridir. Bütün milletler yaşadıkları ortak geçmiş(tarih)lerinin etkisiyle ahlakî düsturlar oluşturmuşlardır. Bunlarda hiç şüphesiz başka etkenler de söz konusu olmuştur. Özellikle din bu alanda çok yönlendirici olmuştur. Mesela dinlerin gösterdiği istikamette gelişmiş olan toplumların evlilik anlayışları, nikâh usulleri, ahlak ve hukuk sistemleri, tek eşlilik ve çok eşlilik gibi farklı aile yapıları toplumların bugünkü aşk ve evlilik ahlaklarını, hatta namus telakkisini etkilemiştir. Bu konuda çok örnek verilebilir; biz burada “Katolik nikâhı” üzerinden batılı toplumların aile, ahlak ve namus anlayışları üzerinde bir deneme yapmak istiyoruz: Katolik Hıristiyanlığın evlilikte boşanmaya engel hükümleri dinler tarihinin toplumlara etkisi bağlamında mukayeseli olarak değerlendirilirse bazı ahlakı zafiyetlerin kaynağı olduğunu görürüz. Bir kere nikâhta evet dediği eşine ölüme kadar bütün geçimsizlik, hastalık, cinsel uyumsuzluk ve hatta ilişkisizlik hallerine rağmen sabredecek; karşılıklı nefrete yol açacak anlaşmazlıklara rağmen eşler birbirine katlanacaktır. Mükemmel bir sadakat ve fedakârlık örneği gibi görülse bile aslında bir sadakatsizlik amili olan bu durum, eşlerin ayrılamaması hallerinde evlilik dışı ilişkileri teşvik etmektedir. Ayrıca nasıl bir kişiyle evleneceği, onun cinsel hususiyetleri-boşanmak mümkün olamayacağı için- önceden test edilmesi ihtiyacı doğduğundan, evlilik öncesi cinsi münasebetler yaygınlaşıp meşrulaştırılıyordu. Zaten evli eşler -evlilik dışı- ilişkilere girerken bekârlar neden yapmasındı? Böylece zaman içinde bu istikamette bir ahlaki yapısökümü ve yeni bir ahlakî yapılanma meydana gelmiştir. İşte bu hal batılı evli kadınların iffet anlayışlarını ciddi olarak erozyona uğratmıştır dersek yanılmış mı oluruz?
Aynı şekilde toplumsal dokunun tarih boyunca yol açtığı değişik olaylar halk hafızasında iz bırakırken, tarihi süreçte yaşanan olaylar ve denenen kurumlar da aynı şekilde muhayyilede yer etmekte ve ahlakı etkilemektedirler. Tarihinde sınıf kavgası olan toplumların zengin fakir ilişkileri ve yardımlaşma ahlakının zayıf olmasına mukabil; sınıf kavgası yaşamayan cemiyetlerde bu ilişkilerin daha güçlü olduğunu biliyoruz. Avrupa’da vakıfların ve vakıf medeniyetinin İslam Dünyasına göre daha zayıf olmasının sebebini burada aramak gerek. Vakıflar ve yardımlaşma kültürü tarihi yaşanmışlıkların bir sonucu olarak milletlerin bu sahadaki zihniyet ve ahlakına etkide bulunmuşlardır. Tabii İslam’daki sadaka-i cariye anlayışı ve yardımlaşmayı teşvik eden diğer hükümler de İslam ahlakına bu minval üzere etki etmişlerdir.
Çin ahlakı da tarihleri boyunca orada yaşanan feodal yapının ve Konfüçyüs başta olmak üzere bazı düşünürlerin ahlaki öğretilerinin bir yansımasıdır.
Halkın yaşadığı coğrafya da tarih boyu bütün toplumlarda kültürü ve ahlakı etkilemiştir. Ormanlık bir coğrafyada milli kimliği oluşup gelişen Ruslarla çöllerde yaşayan Arap ve Berberilerin veya bozkırın fatih unsurları olan Türklerin ve Moğolların ahlak anlayışlarının aynı olması beklenemez. Mesela Türk ahlak ve kültür anlayışı neden eve geleni “Tanrı misafiri” saymıştır? Misafir sefere, yani yola çıkandır. Göçebe kültürlerde her ferd ömrünün büyük bir kısmını yolda/seferde geçirmektedir. Yol çilesini bilen, seyahat kültürüne sahip bir toplumun bireyleri bir gün, hatta sık sık kendileri de birilerinin kapısına misafir düşeceklerini unutmazlar ve gelene hoş bakarlar. Türk toplumu bugün hâlâ “misafir bereketi ile gelir” inancını beslemektedir. Bu anlayış gerek Türkistan’daki gerek Türkiye’deki göçebeliğin ruhlarda bıraktığı seyahati kutsayan izleridir. Onlar bilirler ki ömürlerinde birkaç defa, belki de devamlı olarak kendileri de yola revan olacak, birilerine “tanrı misafiri” olarak muhtaç kalacaklardır. Bu duygulara aşina bir insanın eve veya kapıya geleni başka türlü karşılaması beklenebilir mi? Bu yaklaşım ve anlayış tarih boyunca bir kültüre ve ahlakî norma dönüşmüş; felsefi, edebi, tasavvufi ve ahlaki eserlerde, hatta halk türkülerinde işlenmiştir.[3]Kayudan kelir men kayuya yolum?” diyen Yusuf Has Hacip hayatın bir yolculuk olduğuna vurgu yapmıştır. Bu kadar tabii, bu kadar ilahi sayılan seferleri ve misafirliği bu millet kutsamış ve insan hayatını “iki kapılı bir handa”  gece gündüz bir yürüyüşe benzetmiştir. Bu açıdan edebiyata yaklaşınca Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”nın önemini daha iyi anlarız. Tarihten beri yerleşik yaşayan bir toplumda emin olunuz böyle bir şiir yazılamazdı. Adeta Türk toplumunun ve ahlakının sosyoekonomik bir çözümü ve Türk Tarih Felsefesinin bir yorumu bu şiirde yapılmaktadır. Tabii bütün bunlar bu bakış açısı ile üzerinde durulup düşünülünce görülecektir. Göçebe kültürü ve onun doğurduğu ahlak hem tarihî, hem ekonomik ve hem de kültürel olgulardan beslenir. Aynı zamanda aynı unsurları da tekrar besler. Daha açık ifade ile hem sebeptir hem de sonuç.
Bu kültür ve ahlaki normlar halkın sözlü edebi ve kültürel ürünlerinde de yer almıştır. Halk felsefesini ve dünya görüşünü en iyi onlardan takip edebiliriz.[4] Atasözlerimiz Türk ahlakının ve tarihteki tecrübe ve yaşanmışlıkların izlerini bize göstermektedir.  
Aslında biliyoruz ki toplumların ahlaki normları temel konularda benzerlik göstermektedir. Hırsızlık, yalancılık, zina, iftira ikiyüzlülük, vs her toplumda gayri ahlaki fiil ve hallerdir. Ancak ayrıntıya bakınca toplumdan topluma ve kültürden kültüre farklı ahlaki düsturlar görülebilmektedir. Bu farklı norm ve düsturlar toplumların tarihleri boyunca yaşadıklarının günümüze kadar gelmiş izleridir. Bazıları salt ahlak, bazıları ise kültürel, dini, mezhebi, sosyal ve bölgesel mahiyette geleneklerdir.
Ahlaki normların toplumların geçmişinde yaşananların etkisiyle oluştuğunu Polinezya veya Afrika yerlileri üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir. Sosyolog, antropolog, tarihçi ve kültür adamlarının bulgu ve tespitleri cemiyetlerin binlerce yıldan beri bazı olayları tecrübe ede ede ahlaki normlara dönüştürdüğünü göstermektedir. Avrupa kadınının iffet anlayışı, Türk misafirperverliği ve yardımseverliği konularına ilave olarak diğer toplumlardan da ahlaki örnekler verebiliriz: Hind Kültüründeki et yememe ve ineklerin kutsallığı dini bir motif sanılır. Evet onların dini metinlerinde bu tür hükümler bulunmaktadır. Halbuki sıcak ve nemli bir iklime sahip olan o coğrafya kalorisi yüksek et ve benzeri gıdaları her halde tarih öncesinde ve ilk tarih çağlarında denemişler ve vücutta oluşan yüksek harareti tanrının cezası diye yorumlamış, yani öyle sanmışlardı. El Birunî'nin bir avuç pirinç lapasıyla bir gün idare eden Hindu'ya karşı bir oturuşta bir koyun budunu bitiren Türk karşılaştırması manidardır. Türkistan'ın karasal ikliminde kışların aşırı soğuk geçmesi karşısında vücuda enerji ve ısı verecek yüksek kalorili et bazlı gıdalara ihtiyaç bugünkü tıbbın kolayca açıklayacağı bir gerçektir. Hindistan'da ise pirinç ve benzeri düşük kalorili gıdalar sıcak ve nemli muson ikliminde en uygun beslenme yöntemiydi.
İslam'ın mekruh saymasına rağmen Türkistanlı Müslüman Türklerin at eti ve kımız kullanmaktan çekinmemesi, aksine severek tüketmeleri de bozkırın iklimine ve hayvan beslemeye uygun coğrafyasına bağlanmaktadır. Ortaasyalı at ve koyun etini severek tüketir, çünkü bu hayvanlar göçebe hayatın temelidir ve yüksek enerjiye ve kaloriye ihtiyacı vardır ki bunları en kolay beslediği koyun ve atın etinden alabilmektedir. Türklerde at ve koyunla ilgili inançlar, değer yargıları ve ahlaki düsturlar yaşanmış bir tarihin günümüze ve geleceğe bıraktığı değerlerdir.
            Toplumların tarih boyunca şahit oldukları uygulamalar ve denedikleri kurumlar onların günümüz ahlakını, kültürünü, hatta din ve mezhep anlayışını belirlemektedir. Birkaç büyük İslam ülkesinde dinin farklı yorumlarla uygulanması bu gerçeğe dayanmaktadır. Bu üç ülkenin pagan dönemdeki inanç ve kültür yapılanması ve İslami dönemdeki tarihi olgular, geçirdikleri istihaleler bunların günümüzdeki din, mezhep, kültür ve ahlak düzenlerini etkilemiştir.
            Türkiye'deki İslam anlayışı Alevi ve Sünnî versiyonlarıyla Türk tarihinin bir yansımasıdır. İslam öncesi pagan dinler, özellikle Kamlık hem Alevî hem de Sünnî itikatları etkilemiştir. Aynı durum Türk ahlakının gelişiminde de geçerlidir. Kamların rollerini Hz. Ali'de gören Türklerin Aleviliği ile "bir Tengri" anlayışını İmam Maturidî yorumuyla benimseyen Sünnilik bu bağlamda değerlendirilmelidir. Aynı etkinin ahlakî alanda da gerçekleştiğini tekrar hatırlatmayı gerekli görüyoruz.
            İran İslamlığında görülen farklılık da bu ülkenin pagan döneminin etkisine bağlanmaktadır. Özellikle İslam Dünyası'nda en belirgin sınıf farklarının İran'da görüldüğü unutulmamalıdır. Dihkanların fakir köylü üzerindeki tahakkümü ve diğer pagan kurumlar İran'ın ahlakî anlayışını etkilemiştir. On iki imam ve Ayetullahlık kurumunun ruhbanlığa benzemesi de tesadüfi değildir: Avrupalılarla tarih öncesi çağlardan gelen akrabalık, yani Arien/ Ârî kavimlerin ortak dini kültürleridir.[5] Eski İran dinleri, özellikle Mazdeizm'in etkisi gözden uzak tutulmamalıdır. Hatta İran'da geçerli Mut'a nikahı uygulamasını da biz Mazdekçi etkilerin İslam içindeki etkisine bağlamayı -ihtiyatla olsa bile- düşünüyoruz. Ayrıca Kadisiye ve Nihavend muharebeleriyle yerle bir edilen eski ve ortaçağların mağrur İranı, o zamana kadar hiçbir imparatorluk kuramamış Hicaz yöresinin tüccar ve bedevîleri karşısında yenilgiyi bir türlü kabul edememiş, fetihten sonra İslamlaşmasına rağmen, İslam hilafetine ve devletine muhalif olan her unsurun içine sızarak Arap-İslam Hilafet devletini yıpratacak her heretik hareketi desteklemiş, Şia İran'da böyle vücut bulmuştur.[6] Tabii ki Kerbela faciasının yöre Müslümanları üzerindeki etkisi de ayrıca gözden uzak tutulmamalıdır. Ancak bunun bir siyasi İslam/mezhep haline gelmesi mağrur İrancı düşüncenin Arap hakimiyetine direnci ile açıklanması bizce makul bir fikirdir.
            Şah İsmail'in kurduğu Safavi Devleti de İstanbul'un fethinden sonra Papalığın Osmanlıyı arkadan kuşatması politikasının bir tezahürüdür. Papalık İslam dünyasını çökertmek için sadece Haçlı Seferlerini başlatmamıştır. Önceleri Moğollarla işbirliği yaptıkları biliniyor. Moğollar doğudan Papalık ve Haçlılar batıdan İslam Alemi'ni istila edip tahrip ve yok etmeyi planlamışlardı. Bu politika çerçevesinde Mısır'a papalık tarafından iktisadi-ticari abluka ve ambargo politikası da uygulanmış; bunu gerçekleştirmek için İtalyan tüccar devletlerine Mısır üzerinden ticaret yasağı getirmiş, yasağa uymayan gemilerin papalık donanmasınca batırılacağı ilan edilmişti. Çünkü hem Moğollara, hem de Haçlılara en ciddi direnişi yapan yönetimler güçlerini büyük ölçüde Mısır'dan alıyorlardı. Baybars'ın Moğollara ve Selahaddin Eyyubi'nin Haçlılara karşı kazandıkları zaferler hatırlanmalıdır. Bunun için iki istilacı güç Mısır'ı iktisaden çökertmeyi düşünmüşlerdi.
            İşte bu papalık siyasetinin Fatih Sultan Mehmed'e karşı tekrar yürürlüğe konduğunu düşünüyoruz. İmam Cafer (Ebu Hanife'nin hocalarından biridir), Erdebilli Şeyh Safiyüddin ve Şeyh Cüneyd gibi kurucuların farklı mezhep yorumları hiç bir zaman İslamı siyasi olarak bölecek mahiyet arz etmemişti. Ayrılığın kemikleşip siyasal mahiyet alması Safavi iktidarı ile olmuştur ki temelleri Fatih devrinde gizlice atılmış ve Sultan ölünce papalık şükür ayinleri yapmış, bilindiği gibi iki oğul birbirine düşünce Cem'e Hıristiyan olması karşılığında hem Avrupa'nın hem de Osmanlının liderliği vaat edilmişti. İşte bu yıllarda Şah İsmail isimli bir Türkmen lider ortaya çıkıyor, Osmanlının kozmopolit ve devşirme, mühtedi ve dönmeleri içinde kaybolmuş Türkmenlerine hoş görünecek şekilde nefis Türkçe şiirler yazıyor; daî isimli müritler bu şiirleri Anadolu Türkmenleri arasında dilden dile elden ele yayıyorlardı. Bu şiirlerin ve propagandanın etkisiyle Anadolu'dan İran'a doğru gerisingeri bir göç başlıyor, Anadolu'nun insan kaynakları boşalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu. Avrupa ile mücadelesinde tımar sistemi (ki hem tarım ekonomisinin hem de askerliğin temelidir) ciddi zarar görecek ve devletin yıkılmasına yol açacaktı. Sadece İran'a yakın topraklar değil, mesela Antalya civarındaki Teke Türkmenleri bile İran'a doğru göçe kalkmıştı. "Şaha doğru giden kervan" sayısı yıldan yıla artıyor, Anadolu boşalıyordu. Herhalde Papalığın ve Haçlıların istediği de bu idi. Bu ayrılık davasını "Ali aşkına" yaptığını sanan Anadolu ve İran Türkmenleri veya diğer etnik kökenlere mensup Müslümanlar oynanan bu Haçlı oyununu göremezlerdi. Hala da aydınlar bunu görebilmiş değildir.[7] İşte Yavuz Sultan Selim'in sert tedbirleri Anadolu'nun böylece boşaltılmasına karşı alınmıştı. Yoksa Kerbela' dan beri mevcut olan bu akıma ne Selçuklu, ne de Osmanlı herhangi bir sert tavır içine girmemiştir.
            Anadolu Türkmenleri böyle bir politika ile "Şaha doğru" gidişlerini sürdürselerdi, Şah ve İran güçlenecek, ama Sultan ve Osmanlı zayıflayacaktı. Bu da Avrupa istikametinde ilâ-yı kelimetullah kavgası veren İslam'ın aleyhine ve Haçlıların ve papalığın lehine olacaktı.
            Üçüncü ülke olarak Arabistan'ı ele almak istiyoruz. Bir kısmı Karmati Şiilerinin elinde  ve zaptı oldukça zor bir bölge olan Güney doğu Arabistan biraz bizim Türkmenler gibi yerleşik hayata geçmeyen, devlete bağlanmak, vergi ve asker vermek istemeyen, özetle başına buyruk yaşayan bir halktı. Yemen kendi ücra köşesinde kendi haline yaşarken, Hicaz hem hacılar, hem de ticaret sayesinde para kazanan gururlu Araplarla meskûndu. Araştırmacılar Arap tarihî sosyolojisinin bu özellikleriyle Vahhabîliği doğurduğunu düşünmektedirler.
            Ülkelerin dinini bu kadar bariz şekilde belirleyen tarihî şartlar, aynı şekilde ahlakî yapıyı da etkilemez miydi? Zaten ahlak büyük ölçüde tarihi yaşanmışlıklarla beraber dini hüküm ve anlayışların günlük hayattaki uzantısı olduğundan, coğrafya, din, ahlak ve tarihi yaşanmışlıklar aynı kategoride bir dizi etkiler ve etkenler silsilesi oluşturmaktadırlar. Başta bahsedilmiş olan illiyet bağı bu hususta değerlendirilmelidir.
            Türkiye'nin yakın tarihi de ahlakî normları etkileyen olguları bize göstermektedir. "Softa" kelimesinin günümüz Türkçesinde olumsuzluklar çağrıştıran anlamı herkesçe bilinmektedir. Hâlbuki bu kelime aslında medrese talebesi demek olan suhte'den başka bir şey değildir. Halkımız medrese talebelerini de medreseyi de sevdiği halde "softa"yı neden sevmemiştir? Cevap Celalî isyanları esnasında işlenen medreseli suçlarından çıkarılacaktır. Suhtelerin hataları kendilerinin asırlar sonrasında bile "ahlaksızlık amili" görülmelerine neden olmuştur.[8]
            Diğer bir örnek İstanbul ahlakı üzerine olacaktır. Osmanlı İstanbul'u bir efendilik, çelebilik, beylik, beyefendilik, hanımlık, hanımefendilik, saraylılık ve "saraylı hanım"lık merkezi idi. Selamlaşmalar, yardımlaşmalar, haddini bilmeler, nezaketin ve asaletin binbir güzel numunesi orada yaşanır ve yaşatılırdı.[9] O şehir Yahya Kemallerin, Tanpınarların, Ekrem Hakkı ve Samiha Ayverdi'lerin ilh daha nice Osmanlıyı tanıyan cumhuriyet aydınlarının öve öve bitiremediği bir güzel ahlaklı insanlar şehri ve Osmanlı tarihinin bir armağanı idi. O ahlak da o tarihin bir eseri ve bizlere bir yadigârı idi. Maalesef tarihi dokusunu da ahlaki ruhunu da koruyamadık. Korumak ne kelime, ona ve değerlerine düşmanlığı, ahlakını zemmetmeyi çağdaşlık, hatta cumhuriyetçilik sananlarımız oldu. Bir taraftan modernlik denen çağdaş zevksizliğe, diğer taraftan, gecekonducu ilkelliğine teslim ettik.
            O şehirle beraber o çelebi insanlar da sanki beyaz atlara binip gittiler...
            Tarih ahlak ilişkisinde ikinci bahis, ahlakın tarih yapıcı ve yönlendirici özelliğidir. Bu anlamdaki ahlakı biraz da anlayış, kültür ve telakki babında değerlendiriyoruz. Toplumların tarihleri boyunca yaşadıklarından ve yarattıklarından süzülüp gelen, sonraki nesillere bırakılan değerler yekunu olan ahlak ve muhtelif telakkiler aynı zamanda tarih yapıcı özellikleriyle de bilinmektedirler. Tekraren belirtmeli ki, bu değerler ister ahlak adıyla anılsın ister başka adla, din ve coğrafi yapının din ve coğrafi yapının büyük ölçüde izlerini taşırlar. Dolayısıyla İslam Ahlakı, Hıristiyan Ahlakı, Protestan ahlakı, Musevi Ahlakı, Budist Ahlakı... gibi adlarla anılırlar. Coğrafi veya sosyolojik olarak da kaydedebileceğimiz ahlak türleri vardır: Dağlı ahlakı, şehirli ahlakı, esnaf ahlakı, işadamı veya burjuva ahlakı, köylü ahlakı, göçebe ahlakı, memur ahlakı veya zihniyetleri bu minval üzere değerlendirilebilirler. Aynı konuda kişilerin adıyla anılan ahlaki veya ideolojik sistemler ve telakkilerden de bahsedilebilir: Konfüçyus'un ahlak ve telakkilerinin Çin ahlak ve dünya görüşünün oluşmasındaki etkileri herkesçe bilinmektedir. Kişiler aynı zamanda bir din, ideoloji veya benzer bir sistem kurdukları için salt ahlakçı olarak anılmayabilirler, ama ahlaki öğretilerin büyük bir kısmı bu şekilde tarihi kişilerce ortaya atılmıştır.[10]
            Burada söz konusu olan ahlak genel anlamıyla kabul edilen ahlaktan ziyade, çalışma anlayışı, meslek adabı iş anlayışı anlamında, yani telakki ve zihniyet demektir. Bu anlamdaki ahlak ve zihniyet anlayışlarının tarihe etkisini en bariz şekilde bilim dünyasına sunan Alman bilim adamı Max Weber olmuştur. Onun Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu[11] adıyla bilinen çalışmasında vardığı sonuçlar kendisine karşı çıkanlar için bile ufuk açıcı olmuştur. Weber'e göre Protestan ahlakı insanları bu dünyadan uzaklaştırıp uyuşturan Katolik ahlakına karşı geliştirilmiş ve çalışmayı, para kazanmayı, iktisadi verimliliği ve yatırımları teşvik eden bir anlayışı hakim kılmıştır. Gerçekten Avrupa'da uyanışı ve gelişmeyi büyük ölçüde Katoliklikten Protestanlığa geçen ülkelerin yapmış olması bu tezi kuvvetlendirmektedir. Gerçi bu gelişmeyi liberal düşünürler burjuvazinin doğuşunun eseri görmüş, yani sebep ile sonuç onların tezinde yer değiştirmiştir. Onların tezleri de yine çalışma ahlakı anlamında bizim konumuza başka bir örnek zenginliği kazandırmıştır. Weber'in Protestanlığın gelişmesiyle çalışmanın bir ibadet gibi kutsandığı ve bu mezhebin yayıldığı bölgelerde iktisadi hamlelerin ve kalkınmanın hızlandığı tezine karşı, piyasa ekonomisini savunan liberaller, Weberyen tezde sebeplerle sonuçların yer değiştirdiğini ileri sürdüler. Onlara göre söz konusu ülkelerde önce girişimci sınıflar (burjuva) doğmuş, asillere ve kiliseye karşı mücadele ederek yeni bir çalışma anlayışı oluşturmuş, yeni bir iş ve meslek telakkisi geliştirerek, işi, kazanmayı, üretimi ve tasarrufu kutsayan bir iş ahlakı doğurmuştur. Bu zihniyet Hıristiyanlığı da kendine göre yorumlamış ve bir işadamları mezhebi gibi telakki edilen Protestanlık bu ortamda doğmuştur.Adeta tırnağı ile kuyu kazarcasına servet biriktirerek yatırım yapan bu insanlar elbette çalışmayı kutsayacaktı. Papalık gibi "tanrı tüccarı sevmez" diye düşünmeyeceklerdi. Diğer bir ifade ile burjuva Katolik Hıristiyanlığı gerici bulmuş, çalışmayı ve servet biriktirmeyi teşvik eden, faizi meşru gören bir iş adamları mezhebi, bir girişimciler dini oluşmuştur. Weber ile liberallerin bakış açılarını şu şekilde formüle edebiliriz:
            Weberyen görüş:
Protestanlığın doğuşu+Protestan çalışma ahlakı ile girişimciliğin teşviki+ girişimci bir sınıf(burjuva)ın doğuşu=ekonomik gelişme.
            Liberal görüş
Burjuvanın doğuşu+burjuvanın Hıristiyanlığı işadamı mantığı ile yorumlayacak ortamı oluşturarak Protestanlığı doğurması+Protestan iş ahlakı=Ekonomik gelişmenin başlaması.
Her iki halde de Avrupa'da gelişmeyi sağlayan faktör çalışma ahlakının, meslek adabının ve iş adamı zihniyetinin değişmesi ile olmuştur diyebiliriz. O halde iş ahlakını değiştiren faktör ister burjuva olsun ister Protestanlık, bizi burada ilgilendiren onu neyin değiştirdiği değil; iş ahlakının Avrupa'daki iktisadi, kapitalist, emperyalist vs. gelişmeleri tetiklediğidir.
            Weber'in anlayışını Türkiye'de temsi eden ve onun yöntemiyle Türk iktisat tarihini yorumlayan çalışmaları yapan Prof. Dr. Sabri F. Ülgener de iş ve meslek ahlakının gelişmeleri tetiklediğini savunmuştur.[12] Ülgener'e göre ilk İslam çalışmayı, iktisadi ticari faaliyetleri ve kazanmayı teşvik etmiştir. İslam peygamberi gençliğinde ticaret yapmış ve Kur'an çalışmayı teşvik etmiştir. Bu ilerici tavrın etkisiyle ilk yıllarda İslam Dünyası ilerlemiş, medeniyetin her alanında başarılı işler yapılmıştır. Haçlı Seferleri ve Moğol İstilaları hiç şüphesiz İslam Dünyasına olumsuz etkileri olan iki meşum hadise olmuştur. Haçlılar bu seferler ve Ortadoğu'daki hakimiyetleri esnasında birçok medeniyet ürününü görüp Müslümanlardan faydalanarak Avrupa'ya götürmüşler ve Rönesans'ın başlamasına böylece zemin hazırlanmıştır. Moğollar ise yakıp yıktıkları İslam Aleminde "kıyamete kadar yeni mamureler inşa edilse ve nesiller çoğalsa eski medeniyetimiz bir daha geri gelemez" diyecek bir karamsarlığa yol açmışlar ve bu karamsar havada Müslümanlar hedef küçültmüş, çalışma anlayış ve ahlakı gerilemeye ve bu alemi geriletmeye başlamıştır. Bu atmosferde insanlar "eskiyi artık inşa edemeyiz, dünyamızın mamuriyetini ebediyen yitirdik, bari öbür dünyamızı kurtaralım" mantığı ile içine kapalı, iktisat ve dünya dışı bir anlayış ve çalışma ahlakı hakim olmuştur. Bu dönemde tasavvuf ta yayılmış, zamanla "masivayı terk etmek" adı altında bir ideal, bazılarında hiç çalışmamak ve bu dünyayı hakir görmek, hatta bazılarınca dilenerek geçinmek gibi gerçekten iktisat ötesi bir ahlak ve anlayış ruhlara hakim olmuştur. Ülgener bu dönemde Osmanlı esnaf ahlakının gitgide Ortaçağlaştığını düşünmektedir. Kitabının ilk baskıdaki adı bu konuyu daha manidar bir şekilde ortaya koymuştu.[13] İnhitat, yani çözülüş ve gerileme tarihinin en temel meselesi olarak ahlak ve zihniyetin alınması bizce de doğru bir tercih ve tespittir. Kitapta ahlak ve zihniyetteki değişimi gösteren şiirler ve atasözleri de değerlendirilmiştir. Biz burada ikisini örnek olarak sunmayı yeterli buluyoruz. Osmanlı esnaf teşkilatı içinde "hirfet ehli"nin ve "harif"lerin çok önemli bir yeri olduğu malumdur. Bir bakıma dönemin sanayicileri sayılan bu sınıf, zamanla iktisadi ortaçağlaşma ve gerilemeye paralel olarak çalışmayı ve üretmeyi hafife alan, hatta yer yer negatif bir kimlik unsuru sayan anlayışın etkisiyle "harif"in anlamı ve ona paralel olarak söylenişi de değişmiş ve harif herifleşmiştir. Artık her evde bir herif vardır, ama cebi boş ve mesleksiz adamlardır. İtibarları sadece "bizim herif" diye kendilerinden bahseden karıları indinde geçerlidir.
            Diğer örneğimiz işyeri anlamındaki "kârhane"nin anlamındaki trajik değişimle ilgilidir. 'Kâr' ın zamanla esnaf ahlak ve anlayışında gayrimeşrulaşması ile birlikte bu kavram meşru yolları ve meşru kazançları çağrıştırmaktan uzaklaşarak yüz kızartıcı yollarla edinilen mesleği ve o yollardan elde edilen kazancı anlatmak için kullanılır olmuş ve kerhaneye dönüşmüştür. Esnaflaşma ve esnaf ahlakındaki bu negatife doğru dönüşüm zamanla iktisadi işleri toplumun en aşağı unsurlarına bıraktırmış ve "bey"lik, "paşa"lık, "efendi"lik Müslüman unsurlara, "ticaret ve zanaat gibi ef'âl-i deniye" gayrimüslimlere ve sözde aşağı sınıf ve zümrelere bırakılmıştır. İmparatorlukta gayrimüslimlerin kuyumculuk, mimari, esnaflık ve işadamlığı gibi alanlarda son yıllarda yükselmesinin ardındaki temel faktörlerden birisinin bu çalışmayı hor gören "beylik" düşüncesi olduğu fikri bundan sonra daha farklı açılardan da değerlendirilmelidir. Çünkü Ülgener'in açıklamasına göre, esnaflaşma ve esnaf ahlakı işadamı anlayışı ve burjuva çalışma ahlakından daha geri batı ortaçağına ait bir değerlendirmedir. Özetle esnaflık servet kazanmayı değil, ailesinin akşamki maişetini çıkarmayı ve ondan sonra şükretmeyi gerektirir. Günü düşünür, "yarına Allah kerim" der. Halbuki işadamı anlayışlarına göre, müspet ve meşru yollardan, düzenli çalışma ve iktisat ilminin verilerine göre sermayesini artırıp yeni yatırımlar yapma, şirketleşme, kar ve zarar hesapları, verimlilik ve yapılabilirlik hesaplamalarıyla servetini güvence altında tutma hatta geliştirme, işsizlere iş verme, üretim ile toplumun ihtiyaçlarını karşılama, yatırımlarıyla ülkeyi imar etme... gibi pozitif hedefleri içermektedir. Esnaf rekabet etmeyip "ben siftahımı yaptım, koşuma git"(!) diye gelen müşterisini dükkânından kovarken(!)[14] işadamı ekonominin temel kurallarından birinin rekabet olduğunu bilir ve biz de rekabetin piyasada tüketici lehine bir ortam oluşturduğunu biliyoruz.
            Ahlak ister bir dinden kaynaklansın, ister bir meslek veya sınıfa ait değer olsun, toplumların çalışma, üretme, tüketme, çatışma, uyumluluk, toplumsal düzen ve estetik anlayışlarına kadar birçok alanda etkilidir. Toplumsal değerler, uyumlar ve çatışmalar büyük ölçüde ahlakî norm ve kabullerden veya bunların ihlallerinden kaynaklanır. Bu değerler genellikle iki türlü etkiye sahiptir. Birincisi yönlendirici, düzenleyici, uyum sağlayıcı; ikicisi frenleyici, engelleyici ayakbağı etkileridir. Yönlendirici etkiler toplumdaki dayanışmayı, yardımlaşmayı ve ahengi sağlarlar, ki bunlar ne kadar etkiliyse o toplum o kadar huzurludur. Polisiye tedbirler o nispette azdır, suç az işlenir, gardiyanlık anlayışına ve mahallenin namusunu kurtarma efeliklerine gerek kalmaz. Böyle toplumların güvenlik masrafları bile diğerlerine oranla daha azdır. Güvenlik masrafları ve cezaevi giderleri gibi... Birkaç yıl önce bir İskandinav ülkesinde bir kasabadaki cezaevinden son mahkum tahliye edilmiş ve yeni mahkum gelmediği için cezaevi kültür ve sanat evine dönüştürülmüştü. Bir de ahlaki uyumdan mahrum, çevresine kin ve nefretle bakan, kırıp döken fertlerden oluşan bir toplumu düşünürsek aradaki farkı tahayyül edebiliriz.
            Frenleyici etkiye gelince, bunlar tarihin belli-belirsiz çağlarında oluşmuş, belki o yıllarda bir ihtiyaca binaen toplumsal değere dönüşmüş, ancak zaman ve şartlar değiştikçe fonksiyonlarını kaybetmiş değerlerdir. Bunlar yılların alışkanlığı ile toplumsal muhafazakarlık araçlarına dönüşmüşlerdir. Bazen gelişmeleri engelleyen ayakbağı olan, hatta dorudan zarar veren anlayışları beslerler. Adet, anane ve folklor unsurları ile karışık olarak yaşarlar. Türkiye'deki başlık parası, leviratüs uygulamaları, pederşahi ahlak düsturları bu minvalde örneklerdir. Bazen yıkıcı uygulamalara da zemin hazırlayabilmektedirler. Bazı bölgelerimizdeki namus cinayetlerinin nasıl toplumsal travmalara yol açtığını biliyoruz. 
            Ahlak üzerine çalışanlar farklı alanlardan örnekler verirler. Aile ahlakı, aşk ve evlilik ahlakı, çalışma ahlakı, komşuluk ve yardımlaşma ahlakı, iş ahlakı, memuriyet ahlakı, esnaf ahlakı, işadamı ahlakı vs. Buradaki ahlak yerine rahatlıkla ilişki ve yöntem kavramları da kullanılabilir. Bu durumda ahlak kavramının bireyleri, toplumları ve kurumları yöneten, yönlendiren, aktif veya pasif olmalarını sağlayan, değerlerini oluşturan, değerlere değer katan bir temel faktör olduğunu görürüz. Aynen bir bilgisayarın işletim sistemi gibi. Nasıl ki onsuz bir bilgisayar bir kablo, plastik ve metal yığınıdır, ahlaksız bir toplum da et, kemik ve kan gibi muhtelif dokulardan ibaret fertler yığınıdır. Bireyi ve toplumu oluşturan, insan toplumlarını hayvanlar aleminden ayıran bir temel değer olarak ahlak sosyolojinin, iktisadın, siyasetin, dinin ve folklorun ilh oluşmasında ve bunlar vasıtasıyla toplumu etkilemesinde önemli bir sosyal olgudur. O halde bu mantıkla ahlakın tarih yapıcı bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Hem yaşanan tarih tarafından etkilenmiş, hem de onları yapan toplumu etkileyerek tarihin muharrik ve müşevvik amili olagelmiştir. Bireyleri, kurumları ve toplumları etkilediği için bunların kimliklerini de belirlemektedir. Mesela bir milletin milli kimliğinin ahlak sistemiyle ilgisi çok güçlüdür. Aynı örnekleri bölgeler için de verebiliriz. Karadenizlinin ahlak anlayışı ile bozkırlıların ahlakları arasındaki fark gibi. Köylü ile şehirli, memurla serbest çalışan ve işverenle işçinin ahlak ve çalışma anlayışları farklıdır.
            Sonuç olarak tarih ve ahlak birbirlerini hem etkiler hem etkilenirler. Birbirlerinin hem sebebi hem de sonucudurlar. Farklı anlamlardaki ahlakî olguların hepsinin de bu açıdan toplumlar üzerinde etkisi vardır. Toplumu da tarih gibi hem etkilerler, hem de toplumlardan ve kişilerden etkilenirler.


                                                                                                                                




· OMÜ, FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ TARİH BÖLÜMÜ, SAMSUN. fahris56@hotmail.com
[1] Coğrafyanın toplum ve medeniyet üzerindeki etkisi ile ilgili çok yaygın bir kitabiyat oluşmuştur. Bunlardan birkaçı: Kamil Günel,. Coğrafyanın Siyasal Gücü, Çantay Kitabevi,İst. 2008.; Fernand Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası c.I-II, Çev. M. Ali Kılıçbay, Eren yay. İst. 1989. Eserin özellikle birinci cildi coğrafyanın önemini anlatmaktadır. A. Toynbee, A Study of History, Oxford University Press, Eser Türkçeye çevrilmemiştir. Ancak iki ciltlik bir özet çevirisi vardır: Tarih Bilinci, Bateş yayınları İstanbul 1978; René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken Neşriyat İst. 1980, giriş bölümüne bakılmalı.
[2] Bu konu için bak. Toynbee, Tarih Bilinci ve Tarihçi Açısından Din, Çev. İbrahim Canan, Kayıhan yayınları İst., 1978; Ayrıca dinlerin genel insanlığa ve özel olarak bir topluma etkileri konusunda bir usta olan Mircea Eliade çok sayıda eser vermiştir. Onun eserleri bu alanda çalışacaklar veya bir şeyler okuyacaklar için vazgeçilmez mahiyettedir. Ayrıca naçizane bir çalışmamızı da kaydetmek istiyoruz: Fahri Sakal, “Medeniyet Tarihinde Din FaktörüProf. Dr. Enver Konukçu Armağanı Tarih Uğrunda Bir Ömür, Berikan Yayınevi Ankara 2012. S.395-412.
[3] TRT Müzik Dairesi Başkanlığı yayını olarak çıkan Türk Halk Müziği Sözlü Eserler Antolojisi c.I-II, 2. Baskı Ankara 2006 adlı eserde basit bir çalışma ile 40 kadar gurbet, sefer ve misafirlik kavramlarının geçtiğini tespit etmiş bulunuyoruz. Daha sıkı bir çalışma ile bu rakam artırılabilir.
[4] Bu konuda bakınız Fahri Sakal, “Folklor Ürünlerinin Tarih Araştırmalarında Kaynak Olarak Kullanılması”, Milli Folklor, S. 77 (2008), sh. 50-60.
[5] İran adının Arien/Arian'dan geldiğini burada hatırlatıyoruz.
[6] Bak. Ahmet Yaşar Ocak, Mülhidler ve Zındıklar,
[7] Papalığın bu politikası ile ilgili o dönemle ilgili farklı kaynaklarda bilgiler varsa da, Vatikan arşivlerinde bu konu araştırılmalıdır. Ancak gizli politika belirlenip uygulanmışsa yeterli ve açık bilgiye ulaşamayabiliriz.
[8] Bu konuda elimizde Prof. Dr. Mustafa Akdağ'ın Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası, Bilgi Yayınları, İst. 1980 ve Medreseli İsyanları adlı makalesi başta örnek olmak üzere ciddi yayınları vardır.
[9] Bu konu için güzel bir yazı tavsiye ediyoruz ki, "ben bu ilkede bir aydınım veya aydın olmaya adayım" diyen herkesin mutlaka okuması gerekir: Abdulbaki Gölpınarlı, "Mazi Özlemi ve Dün bugün", Kültür ve Sanat, S.7  1990, sh. 20-25.
[10] Türk tarihindeki örnekler için bkz. Mehmet Ali Aynî, Türk Ahlakçıları, İst. 1970.
[11] Orijinal adı: Max Weber,  Die protestantische Ethik und der Geist der Kapitalizmus.
[12] Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yay. İst. 1981.; Ülgener'in fikirleri ile diğer eser ve makaleleri hakkında bilgi için Murat Yılmaz'ın Hazırladığı Ülgener Armağanı, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara 2005.
[13] İktisadi İnhitat Tarihimizin Ahlak ve Zihniyet Meseleleri,
[14] Tarihi idealize eden, geçmişi bir asr-ı saadet gibi gören bu anlayış günümüzde zaman zaman bazı kişi ve çevrelerde görülmektedir. Ancak biz gerçekten müşterisini böylece komşusuna gönderen "ideal" esnafın olduğunu şüpheyle karşılıyoruz. Böyle bir iktisat ahlakı işadamı ahlakı ile uyuşmayacağı gibi samimi de değildir. Bunlar olsa olsa esnafa "böyle dayanışma içinde olun" diye telkin babında yazılmış ahlakî öğütlerdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder