2 Şubat 2014 Pazar

TARİHTE DİN FAKTÖRÜ

MEDENİYET TARİHİNDE DİN FAKTÖRÜ

                                                                                                   Yrd. Doç. Dr. Fahri SAKAL§


            İnsanlık tarihinde zaman ve mekân değişiklerine rağmen, değişmeyen bazı olaylar vardır ki, biz bunlara tarihin genel amilleri(faktörleri veya etkenleri )diyoruz. Bunlar her yerde ve her zaman benzer olaylar olmasalar bile, etkileri açısından büyük benzerlikler arz ettikleri için genel amil diye adlandırılmaktadırlar.
            Biz bu yazımızda genel tarih felsefesi açısından insanlık tarihindeki umumi (genel) amillerden biri olan din[1] faktörünü inceleyeceğiz.
           Dinin etkisi medeniyetin geri olduğu çağlarda günümüze oranla çok daha fazlaydı.
Vahşetin hâkim olduğu, insanların mağaralarda yaşadığı ve yazı, eğitim ve benzeri sosyo-kültürel müesseselerin bilinmeği çağlarda, o orman veya mağara vahşilerini hangi güç eğitecekti; hangi güç onları asgari müşterekler etrafında cemaat veya cemiyet halinde toplayacaktı?
            Devletin, hukukun, yazının, eğitimin, bilimin, sanatın, estetik duygusunun ve daha insanı insan yapan, iki bacaklı mahlûkları insanlaştıran, sosyalleştiren nice değerler bilinmez iken acaba nasıl bir dünya vardı? Herhalde orman kanunu denen ve kaba kuvvetin her şeyi belirlediği bir düzensizlik mevcuttu. O çağlarda yaşayan insan sürülerine herhalde toplum bile denemez.
            İşte o sürüleri toplum(cemiyet)haline getiren faktörlerin başında inandıkları ve bağlandıkları müşterek değerler gelir ki, bunlara din diyoruz.
            Burada en geniş anlamıyla bir inançlar bütünü anlamında din ve inanılan varlık olarak
Tanrı’yı ele alıyoruz. Dinden İslam ve tanrı’dan da Allah’ı (c.c) kastettiğimiz zamanlar belirtilecektir.
            Dinin beşeriyet tarihindeki etkilerini şu örneklerle açıklayabiliriz.
                                                                                                                                        
            SOSYALLEŞME:

Taş devrinin ve mağara toplumlarının insanlarını bir araya getiren üç unsurdan biri dindir.[2] Üstelik din en istikrarlı ve sürekli toplayıcı faktör olmuştur. Rabbin emir ve yasaklarını cemaate bildirmek için onların toplanacağı mabedlerin inşası bile ortak mesai gerektirmiş ve mabedlerde toplananlar bu ortak gaye etrafında kenetlenerek “biz” ve “onlar” ayrımı ile içtimai bünyeler oluşturmuşlardır. İslav kabilelerinin yarı vahşi orman hayatı sürdürdükleri pagan dönemlerindeki yaşantılarının ne kadar geri olduğunu biliyoruz. Hıristiyanlığın yayılması ile nasıl medenileştirici etkilerde bulunduğu bu noktada en iyi açıklayıcı bir örnektir. 
           
            HUKUK:

            Hiçbir medeniyet izinin bulunmadığı ve vahşetin hâkim olduğu çağlarda iyi-kötü,   günah-sevap, yapılsın-yapılmasın, şöyle veya böyle olsun, şu zamanda yapılsın, şu (bu) zamanda yapılmasın gibi emir ve yasaklarla insan sürülerine uyacakları bazı ilkeleri getiren kurum herhalde din idi. İşte bu emir ve yasaklar ağı sürüyü toplumlaştırıp, fertler arasındaki ilişkileri kurallara bağladığı için ilkel de olsa hukukun başlangıcı olmuştur. Burada hukukun sürüleri toplumlaştırıcı özelliği ve hayvanlar âleminde bulunamayacağını görüyoruz.
            Gerçekten ilk hukuk kuralları tamamen dini kurallardır. Mısır, Mezopotamya,  Çin, Hind, Anadolu vs. ilk medeniyetlerde devlet başkanları bile aynı zamanda rahipti. Dinin hukuk kuralarını belirlemesi yüzyıllar geçtikçe azalarak sürmüş, ama bazı toplumlarda günümüze kadar gelmiştir. Başlangıçta tanrı sıfatını taşıyan yöneticiler (Odin, ,bazı Sümer şehir sitelerinin başkanları v.s)
           Zamanla yarı tanrı (bazı firavunlar ve Büyük İskender) sonra tanrı vekili veya tanrının gölgesi (zıllullah) gibi unvanlar kullanmışlardır.
           Şekil Bizim N ilkesi dediğimiz çizelge incelenirse 0 (sıfır) noktası toplumların sürü olarak yaşadıkları sıfır kültür seviyesidir. Böyle bir kültürde yönetici, yetkilerin tamamını veya tamama yakını kullanır. Dolayısıyla ilahi 1 sıfatlarla donanmıştır. Tanrı olduğunu iddia eder. Sürünün söyleyecek sözü yoktur, çünkü kültürü sıfırdır.  Böyle olduğu için yetki ve hâkimiyet tamamen yönetici (Tanrı-kral veya rahip-kral) elindedir.
            Sürünün kültürü gelişip toplumlaşmasıyla beraber kültürü oranında yetki kullandığını ve o oranda yetki kullandığını ve o oranda hâkimiyeti kraldan aldığını görüyoruz. Dolayısıyla halkın kültürel yönden kalkınamamış toplumlarda hâkimiyet (egemenlik)milletin veya olamaz
Böyle bir toplumda yönetimin adını Cumhuriyet koysanız bile, krallar gibi yetki kullanan despot Cumhurbaşkanları görülür. Aynı şekilde gelişmiş toplumlarda yönetimin adı hasbelkader değişmeden günümüze kadar krallık olarak gelmiş olabilir. Ama yönetim pek ala en gelişmiş demokrasi aşamasına ulaşmıştır ki örnekleri çoktur.(İngiltere, Hollanda, İsveç ve Japonya gibi)

             DEVLET:

             Bilim adamları devletin menşeini hep tartışmışlardır[3]. Devletin menşeini dine veya başka kurumlara bağlayan farklı düşünürlere saygımız sonsuz. Ancak yukarıda anlattığımız gibi din sayesinde hukuk kavramına ulaşan ve bir tapınak, bir rahip (=kral) ve bir emirler yasaklar ağı etrafında toplanan ilkel toplumların oluşturduğu birlik devlete giden en açıklayıcı ve mantıklı yoldur.

            GÜZEL SANATLAR VE ESTETİK ZEVKİ:

             a) Mimari: arkeologların tespit ettikleri en şaşırtıcı gerçeklerin başında tapınak mimarisi gelir. İnsanlar kendilerine ev yapmadıkları çağlarda, yani mağaralarda yaşarken inandıkları tanrı (put) ları için muazzam tapınaklar yapmışlardır. Dünyanın ilk mimari örnekleri belki tamamen veya çoğunlukla dini maksatlı yapılardan oluşmuştur. Din dışı mimari örneği olarak saraylar ve diğer devlet binaları gösterilebilir. Ancak eski toplumlarda yöneticilerin dini unvan ve kimlikleri de bilinmektedir. Dolayısıyla orada bile dini etki söz konusudur. Tabiatıyla zamanla N ilkesi gereği mimaride de dini motifler ve etkiler azalmıştır.
            b) Resim ve heykel: Tapınağı yapmakla kalmayan eski çağların insanları onun içini tanrısının resim ve heykelleriyle doldurmuştur. Arkeolojik buluntularda gördüğümüz ilk resim ve heykel örnekleri büyük çoğunlukla dini orijinlidir. Tanrılar, tanrıçalar ve dinlerin sair ikonları resim, heykel ve kabartmalar şeklinde dinlerin kutsal mekânlarını her zaman süslemiştir.
            c) Tezyinat ve diğer süsleme sanatları: Tanrı evi ona duyulan saygının bir göstergesi olarak süslenmiştir. Ağaç kovuğu, mağara ve saz damlı kulübelerde yaşayan antikite insanları, kendi evlerine hiç özen göstermezken mabedi sonuna kadar süslemeye azami derecede itina göstermişlerdir. Semavi dinler de mabedlerini birer sanat şahikası haline getirmiş, kutsal kitaplarını en usta mücellitlere yaptırmışlar, hüsn-i hat, ebru ve tezhip gibi sanatta mükemmelliğin zirve örnekleriyle güzelleştirmişlerdir. Mesela İslamiyet’te durum tamamen böyledir. En güzel hüsn-i hat örnekleri Kur’an, Kırk Hadis ve camilerin içinde karşımıza çıkmaktadır. Tarihi çağlarda bu güzel yazıları kimse sevgilisine mektup yazmak için kullandı mı bilmiyoruz, bildiğimiz bu yazılar günümüze kadar dini amaçlı eserlerle modern çağa kadar gelmiştir.
            Aynı güzel sanatlar geleneği Budist ve Manihaist tapınakları için de geçerlidir. Çin yazısı da kendi estetik özellikleri içinde bir hüsn-i hat geleneğine sahiptir ve bu gelenek iki bin yılı aşkın bir zamandır tapınaklarda rahipler ve özel yazı üstadları tarafından yaşatılmıştır. Kiliselerdeki resim ve kabartma örnekleri de bunun canlı birer örneğidir. Özellikle Çarmıha gerilmiş İsa resim ve kabartmaları da malum dini inançtan dolayı kiliselerde yerini almış, hatta bu sebepten kilise içinde bu sanat türleri İsa’nın hatırasını yaşatmak için yasaklanmak şöyle dursun, özellikle teşvik görmüştür.
            d) Şiir ve diğer edebi türler: Aşk, hükmetme duygusu ve din insanlığın en eski üç değeridir. Ancak biz vahşi insanın sevgilisine şiir yazmış olabileceğini sanmadığımız gibi, hükmetmek için de kahramanlık şiirleri yazdığını sanmıyoruz. Bu tür şiirler çok sonraki asırlarda yazılmaya başlanmıştır. Herhalde en eski şiirler arasında ilahlar için yazılmış ilahiler çok yaygındı. Zaten dünya şiir tarihinin ilk örnekleri de bizi doğruluyor. Mit’ler, ilahiler, dini orijinli menkıbeler edebiyat denen şeyin gelişmesini sağlamışlardır. Hind’in Veda’ları, Upanişatlar, Ramayana, Ortadoğu’nun Neşideler Neşidesi, Gılgamış, Yunan Mitolojileri bu kabilden örneklerdir. Nutuk ve hitabet de bu minval üzere örneklerdir. Tapınaklarda Tanrı’nın huzurunda olduğuna inanan rahip veya din adamı herhalde sokakta veya evinde konuştuğu gibi rasgele konuşmuyordu; sesine o makamın ruhuna göre özel bir ton ve ahenk verip saygı dolu ikna edici sözlerle hem rabbine yaranmayı, hem de cemaatini etkilemeyi isteyecekti. İşte bu sebeplerle güzel konuşma ve yazma tarzları dini icralar esnasında gelişmiş, nutuk ve hitabet sanatının ilk örnekleri de bu bağlamda en olgun örneklerine ulaşmıştır.
            Ayrıca yukarıda adı anılan ve anılmayan ilk destanlar, mitolojiler ve ilk kitaplar tamamen dini orijinlidir. Eski çağlarda insanlar “kitab” derken dinlerin kutsal kitaplarını kastediyorlardı. Bu o kadar belirgindir ki Fenike dilinde ağaç kabuğu anlamına gelen biblos daha sonra bible olarak Kitab-ı Mukaddes’in adı olmuş, günümüzde bibliyotek, bibliyografya ve benzeri seküler amaçlı kavramları da doğurmuştur.
            Tiyatronun da dinin insanlığa bir hediyesi olduğunu biliyoruz. Eski Yunan’da Bağbozumu Tanrısı Dionizos için tertib edilen törenlerden çıkan etkinlikler zamanla bugün bildiğimiz anlam ve mahiyetteki tiyatroya dönüşmüştür.
            e)Musiki: Tanrının huzurunda ve mabedinde rahibin sesine ahenk verip cemaati etkilemesi ve rabbin beğenmesi için güzel konuşmalar yapması musikinin ilk örneklerini oluşturmuştur. Gerçekten ilerleyen asırlar ve çağlar boyunca gittikçe azalmasına rağmen bu alanda da dinin rolü günümüze kadar gelmiştir. Klasik Batı Müziğinin 20. yy başlarına kadar kilise korolarıyla geldiği izah gerektirmeyecek bir vakıadır. Bizim musikimizde de tarikatlar bu işi üstlenmişlerdir. Bir tarafta tasavvuf musikimiz, diğer yanda hafız, müezzin ve imam kökenli müzik adamlarımızın Kuranı ve ezanı makamlı okumaları ve birçok ilahilerin makam üzere icrası, bu alanda hiçbir okul veya konservatuarın bulunmadığı yıllarda klasik Türk Musikisini günümüzün okullu dönemine kadar taşımıştır. Bu örnekleri çoğaltmaya gerek görmüyoruz. Ancak bu kadar az örnek bile insanın estetik zevkini ve sanat hassasiyetini dinin beslediğini göstermeye yeterlidir.

           


EĞİTİM:

 Taş devrinden itibaren ilk ve ortaçağlar boyunca dünyevi gayeler için okul açılmamıştır. Dünya eğitim tarihi gözden geçirilince görülecektir ki, ilk birkaç bin yıldaki eğitim tamamen veya büyük oranda dini amaçlı ve dini kaynaklıdır. Dinin kurallarını, kitabını, ayinlerini ve dualarını cemaate ve çocuklarına öğretmek arzu ve gayesi eğitim – öğretim kurumunu doğurmuştur. O yıllarda öğretmenler de tamamen din adamlarıdır. Bu gelenek kısmen yirminci asra kadar gelmiştir. İslam medeniyetindeki camilerin çevresindeki külliyelerin bir kısmının daima eğitime hasredildiği bilinen bir gerçektir. Aynı şey kiliseler, havralar ve Budist manastırları için de geçerlidir. Ruhban okullarının Batı’daki kolej geleneğinin temelini oluşturduğu, hatta üniversitelerin de buradan geliştiği biliniyor. Kısaca eğitim başlangıçta tamamen dini amaçlı başlamış, medeniyet geliştikçe dünyevileşmeye başlamıştır.
            Yazı için de aynı şeyler söylenebilir: İlk yazılar çocuklara öğretmen veya doktor olması için öğretilmedi. Dinin kutsal kitapta yazılı olan hükümlerini öğretmek ve geniş kitlelere yaymak için öğrenildi ve öğretildi. Fenikelilerde yazıların yazılmasında kullanılan ağaç kabuğu anlamına gelen bible kelimesinin bugün kitab-ı mukaddes anlamında kullanılması bu sebeptendir.

            BİLİM:

 Felsefe tanrının varlığı-yokluğu tartışmalarından başlamak üzere evrenin yaratılmış veya oluşmuş olduğu gibi konular çerçevesinde akıl yürütmelerden doğmuş, sonra zamanla gelişerek birçok bilimleri de kendi bünyesinden çıkarmıştır. Semavi dinlerin felsefe anlayışı gibi ateist felsefenin de temel konuları arasında daima din ve kurumları olmuştur.
            Tarih de dinlerden çok etkilenmiştir. Eskiçağın pagan dinleri ve hatta semavi dinlerin müntesipleri din ulularının hikâyelerini yazmak ve inananlarına öğretmek istemişlerdir. Tevrat, İncil ve Kuran’ın bize verdiği bilgilerin önemine ilave olarak bu kitapların yaydığı inançlar çerçevesinde oluşan ümmetlerin ilk yıllarına dair bilgileri içeren diğer ikinci derece d kitap ve yazılar da dini belge özelliğini taşımaktadırlar. İslam’ın hadis derleme metodunun herhalde günümüzdeki sözlü tarih derlemelerinden farkı az olsa gerektir. Hitit krallarının tanrılara hesap verme anlayışı ile diktikleri yıllıklardaki bilgiler, tanrının gerçeği nasıl olsa bildiği ve ona yalan anlatmanın yanlışlığından dolayı bize doğru tarihi bilgileri ulaştırmıştır.
            Tıbbın da benzer etkileri olmuştur. İslam’daki Tıbb-ı Nebevi buna örnek olarak gösterilebilir.
Yazı ve eğitimin doğuşunda dinin etkisini ifade etmiştik. Bu ikisi zaten bütün bilimlerin ve kültürün temeli değil midir? Başka söze ne hacet?

MERHAMET VE SORUMLULUK:

 Dinden başka hiçbir güç, insanlara mallarını ve canlarını bir gaye uğruna toptan feda ettiremez. Fenikeliler Molok için en sevdikleri yavrularını, erkek çocuklarını feda etmediler mi? Mezopotamya’da hizmetçilerin ve nedimelerin efendileriyle diri diri gömülmeleri ve üstelik bu gömülen kurbanların havasızlıktan ölünceye kadar efendilerinin ruhunu huzur içinde tutmak için sazlar çalmaları ve ölürken bile can derdiyle ellerinden sazlarını fırlatıp atmamaları nasıl güçlü bir iman ve teslimiyeti göstermekte olduğu düşünülmelidir. Piramitlerin inşası sırasında çalıştırılan işçilerin ve kölelerin o eşsiz Firavun bağlılığı hala araştırıcıları hayrete düşürmektedir.
İslam vakıfları ve aynı şekilde hayır için kurulmuş diğer vakıflar da bu alanda başlı balına önemli bir bahis oluşturmaktadır.  Hangi güç asırlardan beri insanlara mülkünün bir kısmını toplum menfaatine olarak elden çıkarmasını isteyip de yaptırabildi? Üç beş kuruş için cinayetlerin işlendiği bir dünyada büyük servetleri muhtaçlara veya hiç tanınmayan yabancılara faydalanmaları için tahsis ettiren güç dindir. Sadaka-i cariye anlayışına göre sürekli Allah rızasına ulaşma isteği en önemli hayır ve hasenat teşvikçisi olmuştur. Aynı inançla kurban, zekât ve diğer güzellikler de asırlardan beri işlenmektedir.
Bu sorumluluk ve güçsüzlere yardım ruhu, bu şefkat anlayışı İslam’ın kazandırdığı bir haslettir. Dinlerin bu etkisi olmasaydı, insanlığımızın çok şeyi eksik olurdu. Dinler iktisadî düzen olarak da aşırı kârı, tefeciliği ve yolsuzluğu men ederek, insanlığın vicdanına manevi bir emniyet görevlisi ve yardım meleği dikmişlerdir. Asırlar boyunca hiçbir dünyevi güç bunu başaramamış ve bundan sonra da başaramayacaktır.

AHLAK:

 Dinle ilgili verdiğimiz son örnekler ahlak sistemlerinin de dinden kaynaklandığını göstermektedir. Ahlak kurallarının dini orijinli olduğunu açıklamayı gereksiz görüyoruz. Yüksek dağlarda, ormanlarda ve devletlerin kolluk kuvvetlerinin güçlerinin yetmediği her türlü tenha yerlerde azgın ihtiraslarla dolu insanların suç hassasını törpüleyen, taşkınlıkları frenleyen ahlak kodlarını din dışı kaynaklar sağlayabilir miydi? Hakka razı olmayı öğretmek, insanın içindeki hayâ ve teeddüp abidesini yükseltmek dinsiz ne kadar sağlanabilirdi? Elbette bütün suçlar karşısında insanı koruyan güçlerden biri dinden kaynaklanan ahlaki tarafımızdır.

SAVAŞLAR VE DİĞER OLUMSUZLUKLAR:

 Dinler birçok olumlu rollerinin yanı sıra birçok cinayetleri, savaşları, kamplaşmaları ve bitmez tükenmez kinleri de beraberinde getirmiştir. Haçlı seferleri ve benzeri barbarlıkların da müsebbibi ve teşvikçisi dinlerdir. Bu arada birçok dini inanç taassubu besleyerek insanlığın içini kemiren kurda dönüşmüştür.
Biz bu örnekleri daha da artırmak istemiyoruz. Ancak bahsetmediğimiz daha nice örneklerle birlikte anlattığımız olgular medeniyetin bugünkü seviyesine ulaşmasını sağlayan en belirgin amillerin başında gelmektedir. Bütün bunlar bize dinin medeniyet tarihindeki rolünü göstermektedir. Bu rol, sürüleri cemiyete, vahşeti medeniyete ve iki bacaklı mahlûkları insana dönüştüren bir mahiyet arz etmektedir.
           





§ OMÜ, Fen Edebiyat Fak. Tarih Bölümü
[1] Burada en geniş anlamıyla bir inançlar bütünlüğü anlamında “din” ve inanılan varlık olarak “Tanrı”yı ele alıyoruz. Din ile İslam’ı Tanrı ile Allah’ı kastettiğimiz zaman bu belirtilecektir.
[2] Diğer ikisi korku ve eğlence amaçlı toplanmalardır.
[3] Bu konu şu eserde ayrıntılı ve yetkin bir şekilde tartışılmıştır. Recai G. Okandan, Devletin Menşei, İstanbul, 1948 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder