13 Şubat 2014 Perşembe


TARİHYAZIMINDA BİYOGRAFİ
 BİOGRAPHY OF HİSTORİOGRAPHY

Doç. Dr. Fahri SAKAL·

Özet
                Biyografi, eskiçağlardan beri bilinen bir çalışma türüdür. Diğer alanlarda olduğu gibi tarihçilikte de yaygındır. Eskiçağlardan beri tarih araştırmalarında kullanılmış, özellikle büyük kişiler tarih yapan aktörler sayıldığından onların rolleri abartılarak anlatılmıştır. Rejimlerin temsilci ve kurucuları da rejimi koruma ve güçlendirme amacı ile aşırı şekilde övülmüş, böylece kişiye tapınma kültürü oluşmuştur. Bu da biyografinin itibar kaybetmesine yol açmış, özellikle sosyal tarih, Annelesci ekol ve yapısalcı tarihçiler biyografiyi de onun işlediği büyük kişileri de tarihten adeta kovmuşlardır. Ancak günümüzde sosyal bilimlerde yaşanan gelişmelerin etkisi ile kişilerin iç dünyalarını açıklayan psikoanalitik çalışmalar biyografiye yeni bir ruh vermiştir. Artık biyografi itibar kazanmaya başlamış, kendisini soğuk karşılayan tarih ekolleri ile birlikte yeni tarihi yorumlara ve açılımlara kalkışmışlardır. Biyografi kişilerin hem bireysel hem toplumsal ve çevresel etkilerini ve etkilendiklerini bir bütün olarak ortaya koyduğundan klasik tarihin açıklayamadığı bir çok soru ve sorunu açıklayabilmektedir. Daha çok Anglo-Amerikan tarihçilikte tutulan biyografi türü bu gelişmelerden sonra Kıta Avrupası’nda da kabul görmeye başlamıştır. Büyükleri aklamak ve karalamak gibi peşin hüküm ve duygulardan arındırılmış bir biyografi türü, tarihçiliğe de diğer kültür ve bilim alanlarına da katkılar sunacaktır.

Anahtar Sözcükler: Biyografi; Tarihyazımı; Tarihselcilik; Tarihçilik; Büyük Adamlar; Kahramanlar; Karizmatik
Kişiler.
Abstract
                Biography is a kind of work known since the ancient times.  As in other disciplines, biography is commonly used in writing history.  This genre has been used since the ancient times, and in it the roles of great men have been exaggerated as actors that made history.  Founders and representatives of regimes have been praised excessively with the aim of protecting and strengthening the regime, leading to a cult of leadership.  This resulted in a loss of credibility in the biographical genre, and many historians, particularly social historians, the Annales school, and structuralist historians, have virtually removed from history biography and the great men whom it studied. However, today, the impact of developments in the social sciences, along with psychoanalytical studies describing the inner world of individuals, have given biography a new spirit. Biography has started to regain credibility and has enabled new historical interpretations and directions in conjunction with the schools that have treated it coldly. Biography is capable of explaining many questions and problems that cannot be explained through conventional history, because it considers holistically both personal and social and environmental factors and interactions affecting individuals. While more popular in Anglo-American historiography, after these developments biography began to gain currency in continental Europe as well.  A biographical genre that has been cleansed from preconceived judgments and notions regarding, for instance, the slandering of leaders would make important contributions to historiography as well as to other fields of culture and science.

Key Words: Biography; Historiography; Historicism; Great Men; Heroes; charismatic people.

Giriş
            Biyografiler tarihin en eski türleri arasında bulunan eserlerdir. Çünkü eski çağlarda büyük adamlar tarih yapıcı, baskın, sürükleyici ve gerektiğinde caydırıcı aktörler olarak insanların ilgisini çekmişler ve bu ilgi sonunda çok erken dönemden itibaren onların hayatları methiyelerle süslenerek kitlelerin gözlerini kamaştıracak şekilde  hayat hikayeleri, yani  biyografi türü eserler yazılmıştır. Gerçi tarihin kimlerin eseri olduğu, gerçek kahramanların kimler olduğu tartışmaları halen süregitmektedir. Bu devamlı olarak tartışılmış, birçok tarihçi, politikacı, sosyolog ve bunlar gibi daha niceleri bu alanda eserler ve(ya) yazılar yazmıştır. Mesela Thomas Carlyle (Carlyle, 1976,) tarihin büyük adamların hayat hikâyesi olduğunu, tarihi onların yaptığını ilginç örneklerle anlatmıştı. Başkaları da bu doğrultuda kalem ve fikir oynatmış, başka örnekler vermişlerdir (Halkin,1989,59). Sokrates'ten İskender'e, Buda'dan Babür'e, hak peygamberlerden mezhep imamlarına, Fatih'ten Atatürk'e, Sezar'dan Napoleon gibi şahsiyetlere kadar nice büyük adam tarihi yönlendirmişlerdir. Büyük adamlar etrafında "ilhama mazhar kişiler doktrini" oluşmuş ve bu doktrine inananlar, bu kişilerin kendi dönemlerinde adeta tarih yapan asıl faktörler olduğunu dile getirmiş, tarihte etkili olmuş nice “kahraman”ın hayatı onların sihirli ifadeleriyle çağdaş destana dönüşmüştür (Car, 1992, 34-37). Bunlara örnek olarak Stefan Zweig’i gösterebiliriz, ki bir çalışmasında büyük adamların tarihteki rollerini güzel ve edebi bir üslupla yazmıştır (Zweig, Bs. tar.yok). Bunlar bazen büyük adamları yücelten ve onların karizmatik bir güç edinmesine vesile olan çalışmalar; bazen de mezkur kişileri yerin dibine batıran iftira nameler olabilmektedirler.
            Günümüzde biyografi artık siyasi, dini ve sair sebeplerden yapılan övgü-yergi hastalığından kurtulmaya çalışmaktadır. Bazı tarih ekolleri yirminci yüzyılda biyografiye soğuk bakmış olsalar da son yıllarda bu türle ilgili güzel örnekler yazılmış, metodolojik ve felsefi yorumların sayısı artmıştır.
Övgü ile Yergi Arasında
             Biyografinin en çok şikayet edilen kusuru övgü ve yergi gibi iki hastalık arasında sıkışmış olmasıdır. Büyük ve etkili kişilere övgü veya yergi anlayışıyla yazılan biyografilerin nesnel olamayacağı herkesçe dile getirilmektedir. Büyük adamları olumsuzlaştıran çalışmalar sadece o kişilere değil, bu çalışmaları yapan yazarların kendi güvenilirliklerine de halel getirmektedir. İster yüceltsin, ister yerin dibine batırsın, bu tür çalışmalar biyografi için de diğer türler için de kabul edilemez. Ancak eskilerin indî mütalaa dedikleri şahsî değerlendirme ve hükümler biyografilerde diğer türlere oranla daha baskın görülen kusurlardır. Bunlar biyografiyi itibarsızlaştıran eğilimler olarak kabul edilmektedir (Halkin, 1989, 55). Özellikle yücelticilere karşı aydınlar arasında ciddi tepkiler oluşmaktadır. Kahramanları yüceltme kültürüne karşı olan aydınlardan biri olan Voltaire’e göre: "Tanımaya değmeyecek bir buyurganın hangi yıl, uygarlıktan yoksun bir toplumda bir başka kralın yerine geçmiş olduğunu bilmek" bize hiçbir şey öğretemez ve "her hanedanın soy kütüğünü kafasında toplayabilen bir kişi boş sözlerden başka bir şey öğrenmiş sayılamaz" (Car-Fontana, 1992, 36). Gerçi Voltaire'in buradaki "uygarlıktan yoksun bir toplum" ifadesinde Avrupa-merkezci bir yaklaşımı da seziyoruz, ama konumuz farklı olduğundan bunu geçiyoruz.  Bu tür aydınlar eski çağların kült yaratma ve tapınma kültürünün etkisiyle hâlâ ululama alışkanlığının sürdüğünü haklı olarak düşünmektedirler. Bunlara göre tarihi yönlendiren temel faktör toplumlardır, hatta toplumbilim bu açıdan tarihle adeta aynı şeydir, en azından birbirine çok yakın ve birbirini tamamlayan alanlardır (Giddens, 2005, VIII). Dolayısıyla tarih araştırmalarında sosyoloji ve sosyal psikoloji tarihin en temel yardımcı bilimleridir. Tarih yapan aktörler olarak önemli kişiler alınırsa, büyük adamlar psikolojisi ve psikanaliz hem tarih araştırmalarında hem de biyografide vazgeçilmez metodolojik kaynaklar olarak ele alınmak durumundadır. Tarihi yapan aktör olarak toplumları alırsak, bu defa da sosyal psikoloji ve grup psikolojisi çalışmaları en temel yardımcı durumunda oluyorlar. Son iki yüz yılda sosyal tarih ve ona yakın duran anlayışlar tarihi yapan faktör olarak büyük adamlar yerine kitleleri yerleştirmişlerdir. Gustave Le Bon'dan beri gelişen bu akım özellikle Fransa ve Almanya'da biyografiyi epeyce itibarsızlaştırmıştı. Bu anlayış Annales ekolü ve sosyal tarih ile zirve yapmış, Türkiye dahil birçok ülkeyi etkilemiştir. Ama sosyal tarih her zaman kişilerin etki ve rollerini inkar etmiyor. Mesela Arthur Schlesinger, tarihin itici gücü olarak kitleleri alırken, seçkinleri ve büyük adamları vasıta olarak görmektedir. Bu da bir şeydir ve bu sebepten biyografın dikkate alacağı bakış açısı sayılmalıdır (Breisach, 2007, 460). Zira vasıtaları da tanımak gereklidir.
Başka yaklaşımlar da vardır, ancak onlar konumuzun dışında olduklarından biz bu iki tezden hareketle, tarih boyunca toplumları üzerinde etkili olan kişilerin biyografilerinin yazımı yöntemiyle ilgili bazı hususları tartışmaya açmak istiyoruz. Gerçekten kahramanlara tapınma, kült inşa etme, güçlüler karşısında “müdahene ve tabasbus” kültürleri, çağdaş tarihçilik kadar fikir ve demokrasi hayatı için de ciddi tehlikedir. Özellikle demokrasi tarihi yöntembilimi açısından bu tavrı ilim-irfan bahçemizi işgal eden ayrık otlarına benzetmeliyiz. Bir kişiyi halktan ayırıp yücelten, o yüceltildikçe adeta diğer aydınları, siyasetçi ve bürokratları sıfır derekesine indiren tapınma veya yaltaklanma kültürü üzerinde çok ciddiyetle durmak gerektir. Bu konuyu bizde işleyen aydınlardan biri, biyografisini yazdığımız Ağaoğlu Ahmed Bey olmuştur (Sakal, 1999, 116-134). Ahmed Bey “müdahene ve tabasbus” dediği ikiyüzlülük ve yaltaklığın şark istibdadından, özellikle Fars devlet ve edebiyat geleneğinden kültürlerimize bulaştığını sıkça işlemiştir. Ona göre gerçeğe tahammül edemeyen despotların her yanlış söz ve fiiline çevresindeki zayıf şahsiyetliler “hakk-ı âliniz vardır, siz en iyisini bilirsiniz” gibi sözlerle destek verirken, söz konusu tavırların yanlış olduğunu söyleyenlerin “ikbalden idbara” nasıl düştüklerini, istikballerinin nasıl karardığını, zindanlara veya en azından sürgünlere maruz kaldıklarını anlatmıştır. Bunu gören gelecek nesillerin de artık hiçbir konuda yöneticilere yanlış yolda olduklarını söyleyemediklerini, doğruyu söyleme cesaretinin kalmadığını, herkesin böylece “müdahene ve tabasbus” vadisine saptığını, zamanla bu halin bir kültüre dönüştüğünü ifade etmiştir. Bu tavrı doğu kültür ve edebiyatının beslediğini düşünen Ağaoğlu, edebiyattaki büyüklere yazılan methiyelerin, gazel ve kasidelerin, özellikle “fahriye” bölümlerinin bu sahada etkili olduğunu düşünmektedir.
            İnsanlık tarihinin erken dönemlerinde büyük adamlar, eğer devlet başkanı iseler birçok yerde tanrı olarak kabul edilmişlerdir. Eskiçağ arkeoloji ve tarih çalışmaları bunun binlerce örneği ile doludur. Daha sonra yarı tanrı, tanrı vekili, tanrının gölgesi, tanrı adına hüküm süren kişi (karizmatik lider) olarak anılmışlardır. Firavunlar Mısır'ın ilk bin yılında tanrı, sonraları yarı tanrı durumunda idiler. Hatta İskender bile doğu seferi sırasında önüne gelen "barbar" toplumları kesip doğrama "başarısı" sonunda yarı tanrı ilan edilmişti. Toplumların kültürel seviyesi yükseldikçe tanrısal sıfatlar gökten yere ve halka doğru yaklaşmıştır. Diğer bir ifade ile kültür seviyesi yükseldiği oranda iktidar gökten yere inmiş, yönetici veya kahraman ilahi sıfatlardan arınarak dünyevileşmiş (sekülerleşmiş), ancak yine de olabildiği kadar mütehakkim, despot veya tiran olarak hüküm sürmeye çalışmışlardır.  Halkın kültürü daha da yükseldikçe yetkiler peyderpey halka geçmiş, diğer bir ifade ile halk kendi içinden çıkardığı güç ve baskı odakları yoluyla iktidara ortak olmaya başlamıştır. Yönetime ortak oldukları oranda da yöneticinin tahakküm derecesi azalmıştır.  Gerçekten geri toplumlar üzerinde liderlerinin "eşsiz-benzersiz büyük adam" olduğu her zaman kolay işlenmiştir. Bir toplum ne kadar geri ise, liderini o kadar yüceltir, onu insanüstü sıfatlarla techiz eder, karizma yüklemesi yapar. Kitleler bu fikre bir kere inanınca, artık büyük adama ve onun rejimine itaat de Rabbülalemine itaatin bir parçası sayılır. Neticede şöyle ironik bir durum ortaya çıkmaktadır: Toplum ne kadar geri ve içe kapalı ise lideri o kadar "büyük" ve "eşsiz" dir. Çünkü sosyal, siyasal, ekonomik ve sair şartlar buna uygundur. Yirminci asrın totaliter ve despot liderleri bu yöntemle ululanmışlardır. Son örneği Kuzey Kore'de görmüşüzdür. Kim İl Sung onların devlet literatüründe "bütün çağların dünya üzerinde gördüğü en büyük devlet adamı, en büyük filozof, en büyük teorisyen, iktisatçı, asker" vs. Her alanda en büyük deha![1]
            Kültürel yükselmeye paralel olarak halkın yetkilere ortak olması, diğer bir tabirle demokrasinin kültürle doğru orantılı olarak gelişmesini biz N teorisi dediğimiz bir örnekle açıklıyoruz (Şekil ve açıklaması için Ek'e bkz.), (Sakal, 2012,395-412). Burada iki değişim istikameti fark edilmiştir: A) Dünya siyaset ve rejimler tarihinde "tek adam rejimleri" olan tiranlık veya despotizmlerden demokrasiye doğru gidilmiştir. B) Din ve rejim bağlamında da teokratik kültür ve tavırlardan sekülerizme (dünyevileşmeye) yönelim başlamıştır.
            Büyük adama verilen ilaî sıfatlarla kazanılan güce karizmatik güç, bu şekilde gerçekleştirilen hakimiyete de karizmatik hâkimiyet adı verilmiştir.[2] Türklerdeki Oğuz Han ve neslinin tanrı tarafından ülkenin yönetimi için seçilmiş insanlar olduğu inancına "kut" denir ve bu anlayış karizmatik hâkimiyet anlayışının Türklere bir yansıması olarak bilinmektedir.[3] Bu anlayıştan dolayı ne kadar güçlü bir kişi de olsa Türk toplumlarında Oğuz boylarından olmayan birileri hükümdarlığını ilan edemezlerdi (Kafesoğlu, 1983, 236-239). Nitekim Aksak Timur, devletleri ve hanedanları bir bez parçası gibi kesip doğradığı ve parçaladığı halde "kut"lu olmadığı için kendisini halkına "han" olarak kabul ettirememiş, yanında Cengizlilerden kukla bir Han taşımıştır. Max Weber karizmatik otoritenin bu psikolojisini sadece dini ve tarihi faktörlerin oluşturmadığını ve psiko-ekonomik boyutların da mevcudiyetini düşünmüştür (Weber, 1986,217-220). Kanaatimize göre Türk karizmatik anlayışı Weberyen anlayıştan farklıdır. Ancak konumuz bu husus olmadığından geçiyoruz. Her halükarda tarihi biyografiler yazılırken kahramanımızın karizmatik kültürle alakasının olup olmadığı da dikkate alınmalıdır. Halk tapınmak için birilerine sadece eskiçağda değil, modern çağlarda da temayül eder. Aksi halde tarihte birçok zorba kahraman ilan edilmezdi. Cemil Meriç'in "yığın kadın gibidir, ırzını teslim edeceği bir zorba arar" sözü burada hatırlatılması gereken bir örnektir. Zaten Carlyle'ın "kahramanlara tapınma kültürü asla yıkılmaz, yıkılamaz. Sadakat ve hakimiyet ebedidir" (Carlyle,1976,194) sözleri tamamen yanlış da değildir. En azından günümüzde modern tapınma yöntemleri diyebileceğimiz alışkanlıkları görebiliyoruz.
Karizmatik hâkimiyet anlayışını günümüzde besleyecek bu büyük adamlar edebiyatını ve kült inşa geleneğini biyografi tarihçiliğinden (ve diğer disiplinlerin biyografi yazım geleneğinden) çıkarmak için bugün yeterli yöntem bilgisine sahibiz. Ancak yine de tamamen bu hastalıktan kurtulduğumuzu söyleyemeyiz. Özellikle kurulu düzenin savunusu anlamındaki “Türk Büyükleri eleştirilemez, sen kim, filancayı eleştirmek kim” anlayışı, demokrasi tarihini araştırma ve “milli tarih”teki yanlışlıkları sorgulama söz konusu olunca, önümüze ciddi bir engel olarak çıkmaktadır. Bu eğilim biyografi yazarları için tarih dışı alanlarda da maalesef böyledir. Sanatçılardan politikacılara ve bilim insanlarına kadar birçok kişinin biyografisine başta siyasi-ideolojik saikler olmak üzere birçok nedenden dolayı övgü veya yergiler karıştırılmaktadır. Bu tür eğilimler özellikle siyasi-ideolojik kimlik taşıyanlar söz konusu olunca belirginleşmekte; kişileri yerme, karalama, hatalarını siyasi ve sair nedenlerle abartıp onları hain, gafil, cahil, dinsiz, dinci, gerici, vatanı satan, şunun bunun uşağı, komünist ve faşist gibi keskin ifadelerle suçlama anlayışları tahammül edilemez ölçülere varmaktadır. Zira Türkiye için bu kabil suçlamalar elan geçerlidir. Özellikle devletin kurulu siyaset zemininde bu suçlamalar destek de bulmaktadır. Yerli yersiz mahkûm edilen veya siyasi isnatlarla katledilen aydınlar, faili meçhuller, kapatılan gazete, dergi, dernek ve partiler bu hastalıklı siyaset ve kültür dokusunda oluşmuş urlardır. Türkiye, nüfusuna oranla yukarıdaki suçların en çok işlendiği insanlar ülkesidir. Suçlu İnsanlar Ülkesi adıyla bir kitap yazılsa tam bizi anlatıyor diyeceğiz. İç savaş yaşayan ülkeler hariç, en çok askeri darbe, en çok faili meçhul suç, en çok sıkıyönetim ve en çok parti kapatılması bu ülkede görülmüştür. Gerçekten bu kadar hastalıklı tipler mi yetiştiriyoruz, yoksa hoşgörüsüz ortamımızda insanlar mı birbirini yok ediyor? Bu insanlık ve demokrasi ayıbı yanlı ve çarpık biyografya yazma geleneğinden acaba hiç etkilenmemiş midir?  Bizce biyografiyi de içeren yanlış tarihçilik anlayışı başta olmak üzere ülkedeki genel ideolojik ve siyasi peşin hükümlerin yönlendirdiği bir "kesin inançlı" kamuoyu bu hoşgörüsüz ortamı beslemektedir.

Tarihçinin Hissiyatı
            Tarihçinin en fazla taraflılık tuzağına düşme riski bulunduğu alan biyografidir. Biyografisini yazarken kişiye peşin olarak karşı veya yandaş, hatta avukat gibi savunmacı bir duruş içine girmiş olabilirsiniz. Uzun süre ile adeta onunla yatıp onunla kalkmış oluyorsunuz. Bir fikri övmek veya yermek için, o fikri taşıyan, belki de o fikrin banisi olan kişiye karşı hissi davranmak durumunda kalabiliyorsunuz.  Bunlardan dolayı biyografi ya methiye veya reddiye illetiyle malul olabilir. Methiye de, reddiye veya hicviye de tarih değildir. Yerin dibine batırılmış melunlar, uğursuz insanlık düşmanları gibi kesin inançlı suçlamaların bilimde yeri olmadığı gibi; gerçeklerin ötesinde inşa edilmiş, destansı bir şekilde resmedilmiş hayatların da yeri yoktur.
            İnsan hayatının birçok psiko-sosyal dehlizi vardır ki biyografi yazarı bu dehlizde ilerlemek ve onun bütün bilinmez veya az bilinenlerini açıklamak durumundadır. Her birey bu dehlizlerin bazı yerlerini hatırlar, bazı noktalarını ya bilerek veya bilmeden şuur altına iter. Anılarında, size verdikleri mülakatlarda onları gizleyebilir. Kişilerin birçok hayatı vardır, bazılarını sahiplenmek istemezler. Biyograf onların bu zaaflarına alet olmamalıdır. Çünkü "bizim kesinliğe (...) psikolojik ihtiyacımız var." Kimliğe ve bir hayatın bütün veçhelerine "tutarlı bir anlam ve şekil vermeye ihtiyaç duyuyoruz." Birçok bilinmeyeni, tuhaflığı veya dolambaçlı yolları mitlerle ve hayal gücümüzle tamamlıyoruz (Kırmızı,2013,26-27). Bu noktada biyograf bazen anılardaki yanlılıkların doğrusunu arayıp bulurken, bazen de kendi yanlılığını metne yerleştirebilmektedir. Bu durumda her "nesil tarihini yeniden yazmalı" sözü gibi, her nesil biyografi edebiyatını yenilemeli, diye bir hüküm versek yanlış olmaz.
            Günümüz tarihçileri kendilerini etkileyecek değer yargılarından tamamen arınmayı denemektedirler. Ama tarihçinin bu çabası yeterli değildir. Demokratik bir devlet ve toplum yapısı da gereklidir. Biyografi kişisini araştırırken hiç bir konuda sınırlama, baskı ve yasaklama ile karşılaşmaksızın serbestçe yazabilme ve yorumlama özgürlüğü bu alanın vazgeçilmezidir. Modern devletler bir taraftan özgürlüğün geliştiği ortamları bize sunarken, diğer yandan tarihtekilerden daha fazla baskı ve beyin yıkama imkanına sahiptirler. Tarihi çağlarda halkın vergileriyle kurulmuş propaganda bakanlıkları hiç bir zaman olmamıştır. Ama XX. yüzyılda insanlık birçok otoriter ve totaliter rejim tarafından propaganda ile geniş kitlelerin beyinlerinin nasıl yıkandığını görmüştür. İndoktrinasyon XX. yüzyılın bizce en vahim hastalığıdır. Adeta hakim gücün istemediği bir şeyi düşünemez, onun ak dediğini aklar, kara dediğini karalar, ağladığına ağlar duruma getirilirsiniz. Bunu bir yazımızda beynin devletleştirilmesi diye adlandırmıştık. (Sakal, Demokrasi) Bu usulde belgeler değiştirilir, bilgilerin içindeki negatifler azaltılır, pozitifler artırılır. Yani araştırmamıza konu olacak kişinin devlet ve/ya rejim tarafından aklanması yapılmış olur. Aksi de geçerlidir: Resmi ideolojinin "ötekisi" ise bu durumda da o kişiyle ilgili belge ve bilgilerde karalama-negatifleştirme çalışmaları yapılmış olacaktır. Devletler ve rejimler bir de konu dayatma hastalığına sahiptirler. İstedikleri kişi ve konularla ilgili çalışmaları teşvik ederler. Tabii teşvik verdikleri konuların kendilerinin istedikleri gibi yazılmasını da beklemektedirler.
Avrupa ve ABD'de Durum
            Batılılar biyografi ve otobiyografi alanlarını kendilerinin geliştirdiklerini iddia etmişlerdir (Bostan, 2013, 155). Her alanda olduğu gibi tarihçiliğin bu dalında da Batı-merkezcilik rahatsız edici bir sırıtkanlıkla karşımızda durmaktadır. Çünkü doğu toplumları da çok ciddi biyografi geçmişine sahiptir. Üstelik Avrupalıların biyografiye büyük hizmetleri de geçmiş değildir. Avrupa tarihçiliğinde biyografiye karşı farklı tavırlar olmuş ve bu tavırlar ülkeden ülkeye değişim göstermiştir. Özellikle Annales, yapısalcı tarih ve sosyal tarih okulları mensupları büyük adamları son sıraya ittikleri oranda biyografiyi de önemsemez oldular. Bu anlayışlarda "biyografi çalışmaları giderek -bazen haklı nedenlerle- tarihe çağdışı ve düşünce yoksunu bir yaklaşımın göstergesi olarak görüldü." Adeta sosyal tarihin karşıtı gibi kabul ediliyordu. Biyografiye karşı böyle "kökleşmiş önyargılar" iki nesil boyunca tarihçileri etkilemiştir. Ancak tüm bunlara rağmen biyografiden tamamen uzaklaşmaları da mümkün olamamıştır. Alman ve Fransız tarihçilerdeki bu biyografiye soğuk ve mesafeli tavır, Anglo-Amerikan üniversite muhitinde görülmemiştir. "Anglo-Sakson dünyada, biyografi, tarihçiliğin son derece saygı görmüş ve halen de gören bir dalı olmuş, bilimsel tarih yazımı ile akademik çevrelerin malum fildişi kuleleri arasında okuyucuya ulaşmayı başarabilen ve aynı zamanda bilimsel araştırmanın en yüksek seviyesine varan merkezi köprülerden biri olarak algılanmıştır." Anglo-Sakson gelenek Annalesçilerden ve sosyal tarihten ne kadar etkilenseler de biyografilere karşı olan Alman önyargısından uzak durdular (Laessig, 2013, 29-31; Halkin, 56-57).  Böylece zamanla bireyin tarih içindeki yeri ve etkisinin inkar edileceği, birçok kişinin tarihteki rolü hakkında yeterli araştırmalardan ve yeni teorilerden uzak durulması gibi sonuçların ortaya çıkacağı tartışılır oldu.
            Bu çalışmalar ve tartışmalar sonunda tarihte rol oynayan kişiler hata ve sevaplarıyla birlikte ele alınmıştır. Kişi ne kadar “büyük” olsa da zaaflarıyla birlikte yaşamış ve insani hasletleri, meziyet ve kusur olarak birlikte gelişmiştir. Üstelik bize bulunduğumuz konumdan kusur gibi görülen hasletler belki göremediğimiz bir meziyetten kaynaklanıyor da olabilir. Biyografi yazarı renkleri görmeye çalışmalı, eline boya fırçası alıp kendince düzeltmelere kalkmamalıdır. Bu anlayış son yıllarda güçlenmeye başlamış, adeta bir "biyografik dönüşüm" 1980'lerde başlamış 90'lara hakim olmuştur. "Bilimsel biyografi bir kaz daha sadece Anglo-Amerikan değil, aynı zamanda Alman ve Fransız üniversitelerindeki biyografi dostu akademik çevrelerden gördüğü kabulün keyfini çıkarmaktadır. Şu anda "birey aktörleri tekrar sahneye çıkarma" talebi tartışılmak bir yana, bu konuda yaygın bir mutabakatın tadını çıkarıyor ve geniş kabul görüyor."
Diğer Sosyal Bilimlerin Yardımı
            Tarihçi biyografileri görmezden gelemez;[4] ancak anlatılmakta ve şikayet edilmekte olan kendisini itibarsızlaştıran zaaflarından kurtulabilmek için psikolojiden ve psikanalizden yardım almak durumundadır. Kişinin çeşitli ruhsal durumlarını bu yollara başvurmadan anlamak ve açıklamak mümkün olmayabilir (Halkin, 55-56). Ancak psikolojik izahın birçok güçlükleri olduğunu da kaydetmeliyiz. Biyografi yazarı bu güçlüğünden dolayı ondan kaçınmamalı, psikolojik inceleme yöntemlerini bilen uzmanlarla birlikte çalışmalıdır. Aksi halde araştırılan kişiyi yeterli tanımlayamamış olabiliriz. Psikoanaliz bu alanda çok ihmal edilen ancak yıllar geçtikçe daha da yaygınlaşacak bir yöntem olacaktır. "Tarihçinin sübjektivizmini biyografi kadar iyi gösteren hiçbir şey yoktur. Hemen hemen daima konu ve yazar arasında, gizli fakat derin bir yakınlık mevcuttur.(…) Psikanaliz, klasik psikolojiden daha ileri gitmek ve incelenen kişinin karakterini objektif bir biçimde tespit ederek özde var olan bu sübjektivizme çare bulmak istedi. Kişinin davranışının, özellikle çocukluğunun ve hissi hayatının tetkiki, başarıya ulaşmamış eylemlerin, ahlaki bunalımların, hiç bir insanın kaçamayacağı muhtelif komplekslerin tahliline yol açmaktadır."  Eski ve Ortaçağ kişileri hakkında psikoloji/psikanaliz testleri yapacak kadar bilgi bulunmayabilir. Ama yine de zaman zaman güzel örnekler buluyoruz. Mesela Şarlman'ın biyografisi psikoanaliz yöntemleri dikkate alınarak yazılmış, kişiliğin otorite figürü olarak değerlendirilen süper egonun onun kişiliğinde önemli bir yere sahip olduğu düşünülmüştür. Annesinin ve babasının onun kişiliğindeki etkisi psikobiyografi yöntemiyle tespit edilmiştir (Genç, 2013,88-91). Ancak çağdaş dünyanın önemli adamları hakkında yeterli günlükler ve ayrıntılı notlar bulunduğu takdirde psikanaliz uzmanlarının yardımlarıyla başarılı biyografiler yazılacaktır (Halkin, 58). Ancak bu noktada bir sakıncalı durumu da gözden uzak tutmamalıyız: Bu analiz işlerini en iyi tarihçilerin bile yapamayacağı bilinmektedir. Tarihçiyi geçtik, sıradan psikologlar, psikanaliz ustaları bile yanlışa düşebilirler. Tarihçi ile söz konusu uzman arasında çok iyi etkileşim olmalı, tarihçi uzmana istediği her bilgiyi sunabilmeli ki, biyografisi yazılacak olan kişinin davranış kodları doğru tespit edilebilsin.
            Biyografi aynı zamanda esas itibarıyla psikolojik boyutları da olan bir alandır. Kahramanın şahsiyeti, bir insanın kendi hareket alanı içerisinde geliştirdiği enerji payından ibaret değildir. Bu şahsiyet onun duygularıyla, geçici hevesleriyle, bizim gözümüzden kaçan binlerce şeyle örülmüştür. Şahsiyetin arşivi yoktur. Onu psikolojinin yönteminden başka aydınlatacak bilgileri bir yerde bulamazsınız. Dolayısıyla biyografi güç bir sanattır. Kendi tekniği, icapları ve sınırları vardır. Seçilmiş hususiyetleri murakabe eden ve sunan onun tekniğidir. İcapları özellikle psikolojik hakikati ön plana çıkarmayı hedef alan gereklilikleridir. Sınırları ise bildiklerimiz, yani tarihin ve tarihçinin sınırlarıdır.
            XIX. Yüzyıldan itibaren sırasıyla Wilhelm Wundt, Wilhelm Dilthey ve Sigmund Freud gibi kişiler tarihe ruhu, zihniyeti ve psiko-tarihsel çözümleme geleneğini soktular. Bu çalışma türleri en çok biyografide psiko-biyografi tarzı olarak gerekli olmaktadırlar. Bazı uç örnekler, Korkunç İvan, Hitler ve Stalin gibi tipler, çocukluklarından beri yetişme tarzlarıyla ve hayatlarının bir döneminde bilinçaltlarına kazınmış tecrübeleriyle yetişmiş olabilirler (Breisach, 2007,430-436). Korkunç İvan gibi zalimler ve Sultan I. Mustafa ve İbrahim gibi "deli"ler hep yetişme tarzlarından etkilenmişlerdir.[5]
            Son yıllarda sosyal bilimlerdeki gelişmeler yeni bilim dalları ve disiplinlerin doğmasını tetiklemiştir. Artık tarih ve psikanaliz, tarih ve antropoloji, tarih ve sosyoloji konularında çalışmalar yapılıyor ve kitaplar yazılıyor (Göka, 2011, 471-475; Certau,2009). İnsan bir sosyal varlık olarak bir topluluk ve grup içinde yaşadığına göre gerek birey olarak gerek topluluk olarak insan davranışları çevresinden bağımsız olamayacaktır. Buradan hareketle grup davranışları üzerinde yeni başlamış olan araştırmalar "psikotarih" denen yeni bir alanı yakın zamanda tarihçilerin gündemine sokacaktır. "İnsanın grup-varlığı" veya "grup davranışı" artık araştırılmakta, toplumların kendilerine mahsus davranış biçimleri ve kodları tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bu minvalde "Türk Grup Davranışı" da incelenmeye başlanmıştır. O halde şimdiye kadar öylesine gelişmiş olaylar sandığımız birçok gerçeğin ardındaki nedenleri/niçinleri bundan sonra belki farklı açıklayabileceğiz. Grup davranışlarının psikolojik belirleyenleri araştırılırken psikanalistin değişimin nedenleri ve değişmeyenleri sorgulaması biz tarihçilere yeni açıklama imkanları sunacaktır (Göka, 475-483).[6]
            Tarihçilikte verilere boğularak insanı adeta ihmal eden yapısalcılıktan uzaklaşma yanında bireyleri ve hayat tarzlarını araştırmaya yönelik yeni sahaların (mikrotarih, gündelik hayat, tecrübe ve düşünce tarihi, cinsiyet tarihi ve tarihsel antropoloji) keşfi kadınlar ve isimsiz bireylerin biyografinin kapsama alanına girmesini sağlamıştır. Böylece son yıllarda yönetici elitlerin dışında sosyal grup telakkisini geliştiren modern biyografi anlayışı güçlenmiştir. Artık imtiyazsız sosyal gruplar biyografinin ilgi alanı içine girmektedir. Daha açıkçası biyografi ile birlikte tarihçilikte de büyük şahsiyetler dışında aşağı sınıflar da araştırılmakta, işçi, esnaf, sıradan bir erkek veya kadın araştırma konusu olabilmektedirler. Buna örnek olarak Carlo Ginzburg, Laurel Thatcher Ulrich, Giovanni Levi, Natalie Z. Davis (Laessig,37-38). ve bizde Cemal Kafadar'dır. Kafadar burada Osmanlı'da halktan dört kişinin hayatından bir kesiti ele almış ve çok güzel sosyobiyografik bir örnek ortaya çıkarmıştır. Dört Osmanlı: derviş, hatun, tüccar ve yeniçeridir (Kafadar,2012).
            Biyografiye kadın kahramanların girmesi ile kalmayarak yeni eğilimler müşterek biyografi anlayışını da ortaya koymuşlardır. Tek bir kişinin değil, eşi, çocukları ve sırrını bilen bir yakını,, misal sekreteri ile birlikte kolektif biyografileri de yazılmaya başlamıştır. Böylece kişilerin bütün hayatları boyunca geçirdikleri değişimin çok yönlü açıklaması yapılabilmektedir.
            Biyografiye sosyal bilimlerin desteğinde verilen bu önem yeni bir çığırı daha beraberinde getirmiştir: Son zamanların nöroloji çalışmaları "özgür bireylerin" hayatlarını öyle sanıldığı gibi "özgürce" yönlendiremediklerini göstermektedir. Nörolojinin algılama, hafıza ve hatırlatma hakkındaki tezleri sadece yerleşmiş felsefi teorileri değil, tarihçiliğin temel varsayımları üzerinde de şüpheler uyandırmıştır (Laessig, 43). O halde bireyin tarihi yazılırken yeni bir kavramı karşımızda bulabiliriz: nöro-psiko-sosyohistory(!).
            Batı düşüncesi Descartes, Locke ve Hume'dan beri benlik meselesi üzerinde epey kafa yormuştur. Locke kişi hatırladığı ölçüde vardır düşüncesinde iken, Hume rasyonalistlerin 'ben' dediklerinin gerçek değil, farklı algılar demeti olduğunu; benlik dediğimiz şeyin bu algılardan oluşmuş psikolojik bir inşa olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre bu kavramın bir ontolojik karşılığı yoktur. Batılı epistemoloji insanı liberal, ampirist, rasyonalist ve sair görüşlerde farklı yanları ile ele almış, ben ve biz olarak nasıl rol oynayabildiğini görmeye çalışmıştır. Değişen zamanla değişmeyen bir 'öznenin' varlığı inkar edildiğinde bunun farklı alanlarda ciddi sonuçları olabileceği Hume tarafından vurgulanmıştır (Kırmızı, 19-20). Farklı tanımlamaları Weber, Le Play, Kant ve Marks gibi düşünürlerde de görmekteyiz. Bu düşünürler din sosyolojisinden (Weber), ferdin aileden topluma kadar rolüne (Le Play), hürriyet için savaşmaya hazır ide'ye (Kant) ve ekonomik dinamiklerin altyapıyı oluşturduğu (Marks) tezine kadar kişiyi kuşatan atmosferi bütün yönleriyle tartışmaya açmışlardır. Bu hazırlıkların sonunda ister otobiyografi, ister biyografi olsun kronolojik sıraya göre yazılan basit anlatı tekniğini çoktan aşmış durumdadır. Bu çalışmalar sonucunda günümüzde artık çoklu biyografiler yazılabileceği gibi, bir hayatın önemli görülen bir kesimini ayrıntılı işleyen biyografiler de yazılabilmektedir (Kırmızı, 24). Demek oluyor ki, klasik biyografi muhteva olarak da, biçim olarak da artık yerinde durmuyor, epeyce evrime uğramıştır ve halen evrilme sürmektedir.
Biyografi Neye Yarar
            Biyografi diğer tarihi türlerden daha fazla olarak bazı ayrıntıları öğrenmemize de yarar. Çünkü biyografi, bütün diğer türlerden daha iyi bir şekilde ve aynı anda hem ferdin yaratıcı rolünü ve hem de onun topluma bağlılığını açıkça göstermektedir. Nihayet biyografi aynı insanın farklı hayatlarının, karmaşık ve çok yönlü bir şahsiyetin hakiki portreleri olabildiğini göstermekte ve ispat etmektedir. Merak edilen başarılı ve sıradışı hayatları biyografilerden öğreniriz. Örnek alabileceğimiz kişilikleri biyografilerle tanırız. Herhalde iyi biyografiler yazılan ülkede iyi Bertolucci'ler yetişir, "Son İmparator" ve "Küçük Budha"lar yapılır.[7] Diğer taraftan kişilerin şuur altını, benliklerini, davranışlarının ardındaki saikleri biyografi yoluyla öğrendiğimize göre, birçok bilim dalı veya farklı mesleklerdeki insanların başarı hikayelerini en kestirme şekliyle biyografiden öğreniriz. Diğer bir ifadeyle iyi biyografiler hem tarihe, hem de diğer bilim ve sanat dallarına çok şey kazandıracaktır. Ancak bunların yapılması için kişinin maddi, manevi, ekonomik, sosyal ve kültürel dünyasını ve bu dünya içindeki konumunu doğru tespit etmeliyiz. Biz bu konum belirlemeyi çoklu koordinat tespiti diye adlandırıyoruz.
Biyografi Kişisinin Çoklu Koordinatları
            Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız nedenlerden dolayı biyografi çalışması yaparken konumuz olan kişiyi bütün yönleriyle anlamak ve onun gerçek anlamıyla coğrafyasını bilmek kadar ruhsal (manevi), ideolojik, siyasi, kültürel ve dini coğrafyasını da tanımak zorunda olduğumuzu düşünüyoruz. Bu çok yönlü coğrafya kişinin çoklu koordinatlarını bize gösterebilir. Söylemek istediğimiz şudur ki, kişinin koordinatlarını bilirsek bütün özellikleriyle nerede durduğunu daha iyi açıklayabiliriz. Sosyal arka plan ve ailevi izler her insanın hayatında belirleyici oluyorlar. Bu sebepten kişinin aile içinde kazandığı alışkanlıklar ve sermaye (kültürel ve sosyal sermaye dahil) bir biyografinin koordinatları ve temel taşlarıdır.         Sosyal, kültürel, genetik ve tıbbî sebeplerden ötürü bireyin özgürlüğü her zaman kısıtlanmıştır. Biyograf bunu dikkate almak durumundadır (Laessig,44). Çocukluğunda yaşadığı ve şuur altında yer etmiş bazı yaşanmışlıklar onun davranışlarını hala etkiliyor olabilir, bunun sonucu olarak toplum düşmanı, kadın düşmanı veya düşkünü, zengin düşmanı ve sair olabilir. Sıradan tarihçi onun çocukluk anılarını ne kadar dikkatli okusa bile bunları görüp değerlendiremez. Hepimizin kendimize ait bir dünyamız olduğunu biliriz bilmesine de, bunun sınırlarını ve diğer kodlarını açıklayamayız. Şairin “o mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” deyişindeki gibi kendi dünyamızı, oradaki yerimizi, sınırlarımızı, kısaca bu yazıdaki terimle koordinatlarımızı bilemeyiz. Herkesin dünyasını bizimki gibi sanırız. Yazdığımız anılarda, günlüklerde ve diğer notlarda bunlar gizli birer şifre ile anlatılmıştır. Onları çok iyi ruh ve davranış bilimleri uzmanları ile değerlendirmek biyografi yazarı için kaçınılmazdır.
            Alvin Toffler'in açıkladığı değişiklikler biyografiye de etki etmek üzeredir. Çalışma hayatı, evlerin bürolaşması, iletişim ve enformasyon devrimi vs bireye farklı roller yüklemiş, artık cinsiyet ve makam farkı ortadan kalkmıştır(Toffler, 2008).
Coğrafi Koordinatları ve Bölgesel Kimliği
            Kişinin yaşadığı mekanlar ve coğrafyayı tanımak yani salt coğrafi malumat biyografi yazarı için yeterli değildir. Bunun ötesinde bilgilere ulaşabiliriz. Mesela Ağaoğlu Ahmed biyografisinden çıkaracağımız bilgilerden hareketle şunları söyleyebiliyoruz: Agayef[8] gençliğinde Kafkaslardaki İran Şii mezhebi ve kültürü ile Rus narodnik - nihilist akımlarından etkilenmişti. O coğrafyayı ve o kültürel-ideolojik iklimi yeterli anlamadan böyle bir kişinin biyografisine girişilmemelidir. Bu coğrafi değerlendirmeler zaman içinde değişebilmekte olduklarından hem zaman hem mekân açısından önemli bilgilerin dikkate alınıp işlenmesi elzemdir. Coğrafyanın şahsiyeti ve milliyeti belirleyici rolünü unutmamalıdır. Mesela farklı coğrafyaların farklı isim verme eğilimleri bile vardır. Bu eğilimler şüphesiz salt coğrafi faktörlerden değil, o yörenin çoklu kültürel değerlerinden kaynaklanır. Örnek olarak söylemek gerekirse Giresun'da "Pamuk" ve "Yosma" gibi isimler kadınlara verilebilmekte; Samsun'da “Kurtça”, Adıyaman'da “Abuzer”, Maraş da “Ökkeş” gibi isimler adeta yörelerin alamet-i farikası gibi durmaktadır. İsimler bile coğrafi olarak değişebildiğine göre demek ki şahsiyetler de etkilenebilir.
            Farklı coğrafyaların farklı insan tipleri yetiştirdiğini bugün iyi biliyoruz. Bozkır coğrafyasının Türkistan'da yetiştirdiği muharip, çoban ve süvari tipi insan, Büyük Sahra'nın Touareg'leri, çölün bedevileri, sulak ve bitek ovaların köylüleri, ticaret yolları ve kavşak noktalardaki tüccar kafalılar ve nihayet şehirlerin entelektüel sakinleri arasındaki bu farkı coğrafi şartların değişik olmasına bağlıyoruz. Neticede bu farklılıkları coğrafya imal etmektedir.
            Başka bir açıdan yerleşik yöresel değerleri de tartışmalıyız. Daha doğrusu hiçbir değer konusunda ön kabuller tartışılmadan hüküm vermemeliyiz. Çevresi kişiyi etkiler ve kişi bu açıdan biraz da çevresinin sesidir. Biyografide bu da dikkate alınacak bir realitedir. Görülüyor ki coğrafya milli veya mahalli kimliğimizi, kültürel kodlarımızı ve dünya görüşlerimizi ciddi ölçüde belirleyebilmektedir. Mimariden kıyafete kadar coğrafi etkiler bilinmektedir. Biyografi yazarı bu coğrafi realiteleri dikkate almalıdır.
Dinî/Mezhebî Konumu:
            Din karşısındaki tutumları, dinden etkilenmeleri, dini etkilemeleri kişiyi anlamak ve sağlıklı değerlendirmek için gereklidir. Özellikle bazı çağlarda ve coğrafyalarda bu konunun etkisi çok olmuştur. İlk işimiz, kişimizin bu etkilere ne kadar açık olduğunu veya olmadığını tetkik etmek ve anlamak olmalıdır. Din sosyolojisi ve sosyal psikoloji biyografi kişisi ile tarih ve toplum arasındaki karşılıklı etkileri açıklamak için biyografi yazarı tarafından epeyce tetkik edilmeli, hatta bu alanların uzmanlarının danışmanlığına başvurulmalıdır. Biz burada herkesin bir inancı olacağını, onu saygı ile karşılamamız gerektiğini unutmuş değiliz. Bizim kastettiğimiz, kişi dini veya mezhebinden dolayı bazı önyargılara, saplantılara sahip midir? Onun araştırılması ve hakkında hüküm vermeden önce bunlar dikkate alınarak ona göre hüküm verilmelidir. Örneğimiz Ağaoğlu üzerinden hareket edecek olursak, Kafkasya’da Ağaoğlu’nun çevresinde Şii mezhebinin o dönemdeki halk ve Ağaoğlu üzerindeki etkilerini, bu etkilerin oldukça olumsuz olduğunu görüyoruz. Ağaoğlu’nun seküler dünya görüşünün oluşumunda orada “vahî meseleler etrafında saatlerce tepinip duran” yakınlarının tavırları etkili olmuştur (Sakal, 1999,7-8). Mezhebin etkileri konusunda başka bir örneği yine o bölgeden verebiliriz: Bilindiği gibi Azerbaycan çokluk itibarıyla Şii’dir. Bu durdum mezhep tercihinden öte ülkede bir Fars kültür egemenliğine sebep olmuştur. Söz konusu İran etkisine ancak seküler ve batılı zihniyete sahip aydınlar döneminde başkaldıranlar çıkmıştır.  Bir başka grup aydın da Sünni mezheplilerdir ki Hasan Zerdabi bunlardan biridir. Onun Ekinci adlı gazetesine Şii Ahundlar, “kafir icadı” diye karşı çıkmışlardır. Zerdabi biraz da mezhep farkından dolayı Şii mollaların Farsça ve Fars kültürü ağırlıklı tavrına karşı çıkmış ve sade dil kullanan ilk Türkçe gazeteyi neşre başlamıştır (Sakal,1999,4-5; Memmedov, 1976,3 vd). O ortamda Fars-Şii kültürü hâkimiyetine bir aydının isyanı için ya Sünni veya Seküler zihniyette birisi olmalıydı. Gerek kişinin gerek coğrafyanın din ve mezhep eğilimlerinin etkilerini bundan daha iyi gösteren örnekler bulmamız zordur.
Zamanının Değerleri Karşısındaki Tutumu
            Zamanın değerleri dediğimiz olguların ilk etkileri bireyler üzerinde görüleceğinden bunları önce biyografi yazarları fark ederler. Daha doğrusu etmelidirler. Bu etkiler bireylerden zamanla çevrelerine ve en sonunda topluma sirayet ederler. Toplumların özelliğinden ötürü ilk etkiler genellikle tepkiyle karşılaştığından, bu tepkiler ilk önce söz konusu etkiye açık olan bireye yapılır. Ağaoğlu, bu konuda da iyi bir örnektir. O fikirlerinden dolayı orada suçlanmıştır: Muhafazakâr Azeri muhiti onu “Frenk Ehmed” diye anarken Ruslar da “Panislamist, Pantürkist ve Osmanlı işbirlikçisi” olarak lekelemeye çalışmışlardır. Bundan ötürü Azerbaycan’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmış; burada da daha sonra çok partili rejimi istediğinden Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinden sonra “sığıntı” diye suçlanmıştır. Üstelik o inkılâplar ve Atatürk karşısında muhalif değil destekçi konumdadır. Ama aldığı demokrasi eğitimi ve diğer şartlar yüzünden aynı zamanda yeri geldikçe eleştirici olmuştur. Çünkü Kafkasya ve Fransa'da aldığı eğitim  “hürriyet mücadelesi vermek" üzere onu yönlendirmiştir. Özellikle onun üzerinde Kafkasyalı ve Rusyalı nihilist aydınların ve Fransa’da ihtilal sonrası Fransız liberalizminin etkileri çok belirgindir.
İdeolojik Kimliği
            İdeolojik yapı ve alt fraksiyonlar, aydının fikir, söz ve fiillerini daima etkiler. Bizde sol aydının değişim hikâyesi bu açıdan çok manidardır. Osmanlı kültür dünyası içinde imparatorluğun büyük devlet ideali ve İslami etkilerle bir zamanların solcuları "Yükselir Kur'an/ Nurlanır Turan/ Saliple o çan/ Susar inşallah" diye şiir yazmışlardır (Sadi, 1994,509-510). Sonraki dönemlerde aynı kişiler materyalist, ateist ve ırk-milliyet konularında Marksizm'in bilinen yorumları ile milli değerlere mesafeli, hatta "Türkiye halkları" ifadesiyle bazıları tarafından özgürlükçü olarak adlandırılırken, başkalarının ve resmi çevrelerin "bölücü" sıfatını üzerlerine çekmişlerdir. Şimdilerde ise tekrar -en azından bazıları- ulusalcı çizgide görünmektedirler. Bu değişimleri yaşayan kişileri araştırırken değişimi zorlayan ve etkileyen şartlar dikkate alınmalıdır. Biyografiye konu olan kişi toplumdan ve dünyadan etkilenmekte ve etkilendikçe de bu tür değişiklikler yaşanmaktadır. Bu tür değişimler konusunda en güzel örneklerden biri Kerim Sadi’nin yaşadıkları sayılmalıdır. Onun Şevket Süreyya'yı sabık Bolşevik olarak, Hikmet Kıvılcımlı'nın onu benzer şekilde suçlamaları ve eski Marksist Cemil Meriç'in ona övgüleri biyografi metodolojisi açısından dikkate alınacak örneklerdir.
            Diğer taraftan Ağaoğlu örneğine dönersek "şarkta despotlar yüzünden müdahene ve tabasbus kültürü gelişmiştir" diye şikâyetine rağmen Osmanlı'da "yaşasın hilafet-i İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye" diye yazarken, Cumhuriyet döneminde "Osmanlılar Türk Milletinin saltanatına vazıülyed olmuşlardır"[9] diyerek saltanat ve hilafetin kaldırılmasına yazılarıyla en çok desteği veren iki kişiden biri olmuştur. Diğeri Ziya Gökalp'tır (Heyet,1339). Ağaoğlu'nun bu tutarsız görülen değişiminin nedeni elbet tartışılmalıdır. Başka gidecek yeri olmadığından bu ülkede etrafını müemmen görmek için mi böyle hareket etti? Zira daha sonra 1933 de Akın gazetesi kapatılır ve kendisi üniversiteden kovulurken bizzat Atatürk ona "unutma sen burada bir sığıntısın" denmişti. (Sakal, 60-61). Vaktiyle Ruslardan kaçarak Türkiye’ye gelmişti, buradan nereye kaçabilirdi? Demek ki serdengeçtiliğin de bir sınırı vardı. Zaten yazılarında bunu hissettirmektedir.
Zihinsel ve Ruhsal Bünyesi
            Gerekiyorsa yukarıda anlatıldığı üzere psikoloji, psikanaliz ve sosyal psikoloji alanında uzman görüşü alınarak kişinin ruhi dünyası ve davranış kodları iyice değerlendirilmelidir. Tüm bu bilgiler ışığında hedef kişinin kişiliği, kimliği, değerler örgüsünün nasıl etkilendiğini veya belli tavır ve sözlerinde bu yaşanmışlıkların yerinin ne olduğunu göstermeliyiz.
            Örnek Zeynelabidin Takiyef: Sovyet döneminde "milyoncu" diye tanındı. Bu ifade milyoner demekti; ama negatif anlam yüklü, sanki soyguncu, hırsız ve gasıp gibi anlamlarda kullanılmıştır. Çünkü dönemin Marksist değer yargıları zenginliğe düşmandı. Zenginler halkın, emekçilerin düşmanı idi. Sınıf kavgasını onları tepelemek için vermeliydik. Hatta o dönemde “sınıf barıştırıcı” olmak bile suçtu. Sonra "el atası" oldu (İsmail-İbrahimov,1994,41-55). Aynı kişi aynı ülkede bugün ilin, ülkenin atası ilan edilmiştir... Tarihçi bu değerlendirmeleri dikkate alırken, hükümlerin ardındaki faktörleri de dikkate almalıdır. Her rejim ve her kişi kendi kültür ve ideoloji dünyasının kodlarına uygun belgeler üretir; biz tarihçiler de o belgeleri “güvenilir” olarak kullanırız.
            Bu hususta Yusuf Akçura'nın anıları da bize aynı fikirleri ihsas ettiriyor. Çevre, rejim, din ve ideoloji gibi faktörler kişileri nasıl etkiler? Bu sorunun en güzel cevabı olacak biyografi Yusuf Akçura'nın biyografisidir. O da hayatının farklı coğrafyalarda geçen farklı kesimlerinde farklı davranmıştır. Bir zamanlar hem sola yakın hem de Pantürkizm'in babası olan Akçura, Türkiye'de Atatürk Cumhuriyeti'nin sadık aydınlarından biri olarak tarihe geçmiştir (Georgeon, 1986). Oysa sonraki yıllarda milliyetçilerin ve özellikle Turancıların idollerinden biri olmuş, onların idolü olduğu oranda sol ve cumhuriyetçi aydınlar tarafından unutulmaya başlamıştır.
            Toplumlara mal olmuş, kitleleri yönlendiren kişilerin geçmişleri, etkileri, inançları, kin ve sevgileri, özel hesapları, diğer bir ifade ile hususi hayatları bazen umumi hayatı da etkilemektedir.[10] Buna örnek olarak genç Mustafa Kemal'in Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan ile evlenmek istediğini, ancak Sultan'ın Şehzade Ömer Faruk Efendi'yi seçtiğini hatırlayıp şöyle bir soru sorsak (Kırmızı, 2013,11): O evlilik gerçekleşseydi, M. Kemal saraya damat olsaydı. -Mütareke döneminde İstanbul'da Harbiye Nazırı olmak istemiş ve olamamıştı.- Önce Nazır sonra Sadrazam olsaydı... Saraylardaki hayatı bırakıp Ankara'nın bozkırına kurbağa vakvakları dinlemeye[11] gider miydi? Saltanatı ve hilafeti kaldırır ve kayınpederini, Osmanlı ailesini ve sevgili eşini yurt dışına sürer miydi?[12] Kişinin içinde farklı özgeçmişlerin farklı benler beslediğini düşünen araştırmacıların fikirlerini biliyoruz(Kırmızı, 14).[13] Farzımuhal Mustafa Kemal ile, yaşamış Kemal Atatürk arasında, tarihi rolleri ve bulunacakları yerlerin koordinatları arasındaki fark bu yaşanılan farklı özgeçmişle açıklanabilirdi. Bu koordinatlar hem kişi hem de onun uyum veya çatışma içinde bulunduğu çevreler açısından değerlendirilmelidir. Hangi koordinatta ve hangi irtifada olduğunu bilmeden bir nesneyi tanımlamak, yerini, gücünü, kapasitesini ve sair özelliklerini anlatmak nasıl imkânsız ise, kişilerin de zihin, inanç, politika ve ideoloji dünyalarının koordinatlarını öğrenmek de aynı şekilde onları iyice tanıma ve tanıtmamıza yardımcı olacaktır.
Osmanlı'dan Cumhuriyete Türkiye'deki Durum
            Türkiye'de anı, günlük ve benzeri notlar yazma geleneğinin çok zayıf olması biyografi yazarlığının en büyük talihsizliğidir. Belli alanlarda toplumu etkileyen kişiler bu tür notları tutmanın dışında otobiyografilerini de yazarlarsa diğer araştırıcıları da bu işe teşvik etmiş olacaklardır. Üstelik anı, günlük ve otobiyografi tarzları kişinin tarih karşısında kendini savunması demek oluyor ki, savunma vermeden bir kişinin hakkında hüküm verilmesi nasıl sağlıksız ise, böyle bir biyografi yazarlığı da aynı şekilde sağlıksız sayılmalıdır. Bu az yazma kusurumuza rağmen Türk tarihçiliğinde biyografi yazıcılığı belli bir gelişim içindedir. İslam ülkeleri tarih yazıcılığı içinde "Tabakât" kitapları gerek bir kişinin hayat ve sanatını anlatan, gerek ansiklopedik biyografi (hal tercümeleri) kitapları olarak önemli bir geleneği oluşturmuşlardı. İslami ilimlerden sanatlara kadar bir çok alanda yazılan tabakât kitapları Batı biyografi geleneğinden daha geri değildir. (Tabakât, TDVİA C.39,288-301). Osmanlılarda bu gelenek Taşköprülüzade'nin Şakayiku'n-Nu'maniyye'si ile en bariz örneğini vermiştir. Gelibolulu Mustafa Âlî'den Katip Çelebi'ye kadar bu alanda bir çok biyografi yazarı eser vermiştir. (Özcan, 299-301). Osmanlının klasik dönemlerinde biyografi ve monografiyi andırır çalışmaları geçiyoruz. Ancak son dönemde Bursalı Mehmet Tahir, (Tahir,1972-1975) İbnül Emin Mahmut Kemal İnal (İnal 1965,1970,1998) ve Mehmet Süreyya Bey gibi otoriteleri hatırlatmalıyız. Bu çalışmalar toplu biyografik eserlerdir. Ancak müstakil biyografiler de yazılmaktadır. Tarihçiliğin gelişmesi için olduğu kadar, genel kültürel zeminin yükselmesi için de, bu tür çalışmalar kaçınılmazdır. Biyografik malzeme tarih yazımını hem desteklemekte hem de tarihten destek almaktadır (Ortaylı, 2009, 142).

Biyografi Üzerine Son Dönemdeki Metodolojik Anlayış ve Denemeler
            Artık günümüzde birçok tarihçi biyografi için yeni arayışlar ve denemeler içindedir. Metot, kavramsallaştırma, kaynak kullanımı, yapı ve üslup için yeni yaklaşımlar gibi konularda  yeni eğilim ve denemeler görülmektedir: (Laessig, 48-54).
            1-Yazılan hayatın biyograf tarafından "kurgulanmış bir plan" olduğu anlayışı eleştirilmektedir. Yazarın kendi epistemolojik ilgi ve sınırlarını, kaynak sorunlarını, yapı ve sunumun arkasındaki esasları ve yorumların koordinatlarını açığa çıkarması ve okuyucuya kesin deliller sunması beklenmektedir.
            2- Geleneksel tarihçilikte olduğu gibi, anlatı tarz ve anlayışı artık biyografide de terk edilmektedir. Ulysses'deki gibi hiçbir şekilde bir hikaye anlatmayan, hayatı bağımsız bölümler halinde tasavvur eden roman benzeri biyografiler yazılabilir. Çizgisel anlatımlar yerine süreksizlik ve aynı yaşamın farklı zaviyelerden yorumlanması deneniyor.
            3-Bireyin ortaya çıkışında yakından uzağa doğru çevresel halkaların ihata ediciliği çok iyi fark edilmektedir. Yazılan öznenin ait olduğu dönem, sosyal, kültürel, dini, etnik, politik belirleyiciler veya bu yazıda adlandırılan şekliyle çoklu koordinatların dikkatle işlenmesi eğilimi oluşmaktadır. Bu sosyal çevre etkisini hiçbir tür biyografi kadar derinlemesine işleyemez. Christoph Gradmann'ın "bireyselleşmiş sosyal yapı" (Laessig, 51) dediği bu yapı, ne birey, ne toplum, toplum içindeki birey olarak açıklanmaktadır. Bu haliyle son biyografik çalışmalar sosyal tarihi yerinden etmedi, onunla birlikte ve/ancak onun ihmal ettiği bireyi çevresiyle birlikte açıklamaya başladı.
            4-Psikoanalitik yaklaşımlardan modern tıbbın emrimize sunduğu cinsiyet ve beden tarihi ile ilgili malumatı ne derece kullanacağız? Kişinin hayatındaki bazı "şehevi detaylar" ve cinsellikleri, onun şahsiyetini ve tarihteki rolünü açıklama durumundaysalar, onları nereye kadar biyografik veri, nereden sonra röntgencilik sayacağız? Halen tartışılmaktadır, daha da tartışma bir süre devam edecek gibidir.
            5-Yazar ile konusu arasında etkilenmeler söz konusu olduğuna göre, empati, sempati ve antipatiler gelişecektir. Buna dikkat edilmelidir, diyor; önceki sayfalarda açıklandığından geçiyoruz.
            Biyografi tarihi kimin yaptığına bakmadan, -ister kahramanlar ister cemiyet olsun- kayda değer verilere sahip hususi hayatları bize öğretmenin ötesinde, onları çevreleriyle beraber, etkiledikleri ve etkilendikleri halelerle birlikte ele almaya başlamıştır. Sosyal tarih, yapısalcılık ve Annales ekolü gibi grupların muhalefeti son yıllarda zayıflamış ve biyografi tabir caizse sosyal tarihle yakınlaşma sürecine girmiştir. Kişiyi toplumdan tecrit mümkün olmadığına göre toplumsal olguların bireylerden bağımsız olabileceğini düşünmek en azından bazı gerçekleri görememek anlamına gelir.
            Kötü biyografilerle devlet ve toplum yapısında kişi kültü yaratma, karizmatik hakimiyetler ve totaliter rejimler kurma emellerine hizmet edileceği gibi, iyi biyografilerle de bizi bu hastalıklardan koruyabilecek entelektüel çabalara katkı sağlayabiliriz. Son yıllarda Almanya'da biyografiye ilginin artması, bu "şairler ve düşünürler toprağında" insanların neden katil bir rejimi desteklediğini sorgulama kültürünü geliştirecektir. Zaten Anglo-Amerikan tarihçiliğinde biyografinin gelişkin olması bu iki ülkede kıta Avrupa'sına oranla liberal anlayışların daha güçlü olmasına bağlanabilir.
            Toplumların genel kalkınma ve kültür seviyeleri yükseldikçe ve demokrasi yerleştikçe bireylerin de daha sağlıklı değerlendirileceği, kişiye tapınma ve kulluk kültürünün zayıflayacağı aşikardır. Böyle bir ortamda biyografi geleneğinin de güçleneceği izahı gerekmeyecek bir vakıadır. Dinlerin mensupları, devletler, partiler, ideolojiler ve çıkar grupları belli kişileri övmek ve karşıtlarını yermek isteyeceklerdir. Hain ve kahraman yaratma eğilimi dediğimiz bu hastalık da en iyi şekilde bilimsel biyografiler geleneği ile tedavi edilebilir.
            Biyografi günümüzde soyuttan somuta ve sistemden bireye olan dönüşümü desteklemektedir. Devrimler ve ideolojiler çağı geçmiş, özne olan birey ve uygulamaları gündemde yerini almaya başlamıştır. Böylece sosyal tarihin görmediği birey, cemiyet içinde etkileri ve rolleriyle birlikte tarih ilmindeki yerini almaya başlamıştır. Artık tipik hayatların ötesinde alternatif yaşantılar ve uç örneklerin farklılıkları tanınmaya başlanıyor. Kolektif biyografiler yoluyla grupların ortak kimlikleri daha iyi tanımlanıyor.
            Ayrıca biyografi somut, bir kişiye yönelmiş bir çalışma olduğundan, okuru diğer türlerden daha fazla duyarlı yapan bir alandır. Dolayısıyla metodolojik uzlaşmayı diğerlerinden daha çok teşvik eder. Gündelik hayatı daha iyi kavratır, hassasiyetleri artırır. Hem bireyi, hem çevresindeki etkilenmeler zincirini kavramamızı sağlar. Birey konulu kültürel çalışmaların da alt yapısını güçlendirir. Edebiyattan, sinemaya, tiyatrodan plastik sanatlara kadar birçok alana bu yönüyle katkıda bulunur. Akira Kurosava ve Bernardo Bertolucci gibi başarılı yönetmenler herhalde böyle ortamlarda daha başarılı eserler yaratır. Bertolucci'nin elinde iyi biyografiler olmasaydı "Son İmparator" ve "Küçük Budha" çalışmaları bu nefasette eserlere dönüşebilir miydi?
Biyografisi yazılacak kişiyi değerlendirirken Odin, Firavun ve Molok gibi ilahi sıfatlarla iktidarını perçinleyen tanrı/tanrı-krallardan ve yöneticilerden günümüze kadar, insanlığın takip ettiği çizgiyi veya skalanın neresindeki bir toplumu incelediğimizi dikkate almalıyız. Zira kişilerin halk indindeki konumu gerçeklerden farklı olabiliyor. Bizim halkımız boşuna dememiş: Şeyh uçmaz, müridi uçurur. Biz tarihçiler de sonradan o müritlerin yazdıklarını ana kaynak olarak değerlendiriyoruz. Şeyhine, müridine, paşasına veya bilmem hangi sıfat veya unvanı taşıyan efendisine düzdüğü methiyeleri dikkate alarak yazacağımız biyografiler de birer methiye olacaktır.[14] Biyografi ölü bir kişinin hayatını kağıt üzerinde canlandırmaktır. Yanlış yazıldığında şarkının birinde söylendiği gibi müteveffanın "beni baştan yarat" diye haykırması mı gerekecektir. Binlerce örneği olabilecek bir hayatı tek bir kalıba döker gibi yazmak, onu değiştirilmesi imkansız bir hale sokmaktır (Kırmızı, 2013.26). Bu da bir vebali beraberinde getirmektedir. Tekdüze bir biyografi, bir kişinin görüp açıklayabileceği basitlikte bir çalışma, en hafif söylenişiyle hayatını yazacağınız kişiyi ruhundan ve benliğinden soyutlayıp basit bir kas ve kemik yığını olarak sunmaktır. Herhalde bu tavır epistemik ve ontolojik bir cinayet sayılmalıdır.

Kaynakça:
1- Bostan, H., (2013) Neydim Ne Oldum?: Amerika'da Köleleştirilen Afrikalı Bir Prens, (Haz. A. Kırmızı) Otur Baştan Yaz Beni Oto/Biyografiye Taze Bakışlar, İstanbul, Küre Yayınları.
2- Breisach, E. (2007), Tarihyazımı, İstanbul,Yapı Kredi Yay.
3- Bursalı Mehmet - Tahir (1333), Osmanlı Müellifleri, İstanbul, Matbaa-i Amire.
4- Carlyle, Th., (1976),  Kahramanlar (Çev. Behzat Tanç), İstanbul, Kutluğ Yay.
5- Carr, E.H. - J. Fontana, (1992), Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık, Ankara, İmge Kitabevi.
6- Certau, M. de, (2009), Tarih ve Psikanaliz, (Çev. A. Sönmezay), İstanbul, İş Bankası Yay.
7- Genç, Ö., (2013), Birleşik Avrupa'nın Mimarı Şarlman ve Karolenj Rönesansı, Ankara.,Lotüs Yay.
8- Georgeon, F., (1997), Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura, Ankara, Yurt Yay.
9-  Giddens, A., (2005), Sosyoloji Kısa Fakat Eleştirel Bir Giriş, Ankara, Phoenix Yay.
10- Göka, E.,(2011) "Tarih ve Psiklojik Bilimler: Bir İmkân Olarak Sosyal Psikoloji ve Psikodinamik Yaklaşım" Vahdettin Engin-Ahmet Şimşek (ed.)Türkiye'de Tarihyazımı, İstanbul, Yeditepe Yay.
11- Halkin, L. E. (1989), Tarih Tenkidinin Unsurları, (Çev. B. Yediyıldız), Ankara, TTK Bas.
12- Heyet, (1339), Hilafet ve Milli Hâkimiyet, Ankara, Matbuat ve İstihbarat Matbaası.
13- İnal, İ. M. K., (1965), Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, İstanbul, MEB Basımevi.
14-   "       "         , (1970), Son Hattatlar, İstanbul, MEB. Bas.
15-   "       "         , (1998), Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, Dergay Yay.
16-  İsmail, M.-M. İbrahimov, (1994), El Atası, Baku, Azerbaycan Dövlet Neşriyyatı.
17- Kafadar, C., (2012), Kim Var İmiş Biz Burada Yoğ İken, İstanbul, Metis yayıncılık.
18- Kafesoğlu, İ., (1983), Türk Milli Kültürü, İstanbul, Boğaziçi Yay.
19- Kerim Sadi, (1994), Türkiye'de Sosyalizmin Tarihine Katkı, İstanbul, İletişim Yay.
20- Kırmızı, A., (Haz.), (2013), Otur Baştan Yaz Beni, İstanbul, Küre Yayınları.
21-  Laessig, S., (2013), "Modern Tarihte Biyografi- Biyografide Modern Tarihyazımı", Otur Baştan Yaz Beni, (Hazırlayan Abdulhamit Kırmızı), İstanbul, Küre Yayınları.
22 - Mehmed Süreyya, (1990), Sicill-i Osmanî, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay.
23-  Memmedov, V., (1976)  Ekinci Gezeti, Bakı, Azerbaycan Dövlet Neşriyatı
24-  Ortaylı, İ., (2009), Tarih Yazıcılık Üzerine, Ankara, Cedit Neşriyat.
25-  Özcan, A., "Tabakat" (Osmanlı Dönemi), TDVİA C.39. İstanbul, TDV Yay.
26 - Sakal, F., (1999), Ağaoğlu Ahmed Bey, Ankara, TTK Basımevi.
27-  Sakal, F., (2012) “Medeniyet Tarihinde Din Faktörü”, Prof. Dr. Enver Konukçu Armağanı, Ankara, Berikan Yayınevi.
28-  Toffler, A., (2008), Üçüncü Dalga Bir Fütürist Ekonomi Analizi Klasiği, İstanbul, Koridor Yay.
29-  Weber, M., (1986), Sosyoloji Yazıları (Türkçesi Taha Parla), İstanbul, Hürriyet Vakfı Yay.
30-  Zweig, S., (bas. tar. yok) Yıldızın Parladığı Anlar, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayını.







Ek:




· OMÜ, Fen-Ed. Fak. Tarih bölümü, Samsun, fahris56@hotmail.com
[1] Bu, çocuklarda görülen egosantrizm halinin gelişmemiş toplumlardaki benzeridir. Çocuğun, hayatı bütün yönleriyle kavrayamayan masumiyeti ile paralel bir durum bu gelişmemiş toplumlarda görülür. Çocuklara göre kendi babaları herkesin babasını döver, aynı şekilde geri kalmış ve açık olmayan toplumların liderleri de herkesin liderinden üstündür. Bu toplumların hemen hepsinde şu öğünme örnekleri görülür: "Ne mutlu bize ki, bu yüzyılın en büyük lideri bizden çıktı, kıymetini bilelim."
[2] Bir yanlış anlamaya yer bırakmamak için belirtmeliyiz ki, bu büyüklere tapınma eğilimi sadece dindar çevrelerin zaafı değildir. XIX. ve XX. yüzyıllar nice ateist veya laik/seküler lider çıkarmıştır ki, tarihin eski çağlarında göremeyeceğimiz ölçüde abartılı ve üstelik eskiçağda göremeyeceğimiz sığlık ve kabalıkta "önder" profilleri çizilmiştir.
[3] Selçuk Bey'in torunlarından birinin adının Kutalmış (Kut almış, Tanrı'dan Türk devletini yönetme yetki ve yetisi almış) olduğunu biliyoruz.
[4] Örneğin Annales ekolünden Jacques Le Gof biyografik çalışmalar yapmış ve biyografiyi "tarihi metodolojide var olan temel problemleri irdelemek için "ayrıcalıklı bir bakış açısı" olarak görmüştür. S. Laessig, s.34.
[5] Burada Sultan İbrahim'in şehzadeliğinde yetişme tarzından bir kesiti örnek olarak hatırlatmak istiyoruz: Gelecekte koca bir cihan imparatorluğunun başına geçecek olan İbrahim şehzadeliğini eğitim alanlarında ve mekteplerde değil, zindanda geçirmiştir. Dışarıda IV. Murad kasırgası eserken koridorda şehzadenin yanına gelen kişilerin ayak sesleri onu hem ümitlendirmekte, hem de korkutmaktadır. Gelenler "Sultan Murad vefat etti, sizi cülus için götürüyoruz" diyebilecekleri gibi; cellatlar geliyor olabilir ve onu oracıkta yağlı urganla boğabilirlerdi de. Böyle bir halet-i ruhiye içinde yetişen bir kişi sonra tahta geçince, bu defa kendisini tahttan indirmek için tertip yapanlar olduğunu da düşünecek ve herkese şüphe ve endişe ile bakacaktır. Bu kabil şahsiyetlerin çözümlenmesi için klasik psikolojiden sosyal psikolojiye ve psikanalize kadar birçok sosyal bilim dallarına mensup insanların müşterek çalışması gerekli, hatta zorunludur.
[6]Burada Göka'nın bahsettiği "Türk Grup Davranışı" bilgisi, yakın yıllarda yaşadığımız bir tecrübeden bazı sonuçlar çıkarmamızı sağladı: 1990'ların sonlarında iki farklı ülke olan Türkiye ve Arjantin'de  büyük bir ekonomik kriz yaşandı. Türkiye'deki kriz daha derin olduğu halde, Arjantin'de mağazalar yağmalanırken aynı olaylar burada yaşanmamıştı. İslam'dan tasavvufa, kültürden terbiyeye kadar herhalde "Türk Grup Davranışı" etkilerini karşı tarafta da Arjantin Grup Davranışı etkilerini düşünmeliyiz, diyeceğim geliyor, ama "destursuz bağa girmeyelim" diyor ve değerlendirmeyi alanın uzmanlarına bırakıyorum.
[7] Ünlü İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, bilindiği üzere tarihi ve siyasi simalarla ilgili çok tutulan filmler yapmıştır. "Usta" bu filmlerin hazırlığı aşamasında ister İtalyan sineması yapımı olsun, ister Hollywood'da olsun ülkesinin, diğer batılıların ve ABD'nin biyografi alanındaki literatürünü iyi taramakta ve mevcut bilgi havuzunu iyi kullanmakta idi. Mesela Budha'nın tarihin sisleri arasındaki dinî ve menkıbevî kişiliği etrafında örülen inanç ve bilgi halesini mükemmel anlatan eserler olmasaydı Bertolucci'nin ustalığı ne kadar işe yarardı ki?
[8] Gençliğinde kullandığı soyadıdır. Mesela Ahmed Bey yaşadığı ülkeye ve devire göre soyadı kullanmak zorunda kalmıştır. Bu değiştirmeli isim macerası bile coğrafi ve kültürel kodların yaşanılan yer ve zamanla, yani bulunulan koordinatlarla ilişkisi çok manidardır. Ahmed Bey'in kullandığı isimler kronolojik sırayla: Ehmed Bey Agaef, Ahmed Agayef, Ağaoğlu Ahmed, Ahmet Ağaoğlu. Bu değişimin açıklanmaya muhtaç sebepleri vardır.
[9] Bu sözün bir benzeri de Gazi Mustafa Kemal tarafından söylenmiştir. Biyografi yazarlığı açısından güzel bir örnek ile burada karşılaşıyoruz: İki tarihi simanın biyografisi açısından da değerlendirilecek bir soru: Bu söz kime aittir ve kim kimden etkilenerek bu sözü söylemiştir. Kaynak kişi ve nakleden kişinin tespiti de önemlidir.
[10] Osmanlıcada bulunan bir söz bu konuyu aydınlatmak için söylenmiş gibidir: "Umumî adamların hususî hayatları olmaz".
[11] Batılıların Ankara ile ilgili ilk haberlerinde sıkça yapılan benzetmelerden biridir.
[12] Tarihçilik tekniğinde böyle sorulara yer olmadığını biliyoruz. Ancak yaşananların ve yapılanların insan kimliğini nasıl etkilediğini ve bu etkilerin biyografi öznesi olacak kişinin icraat ve hissiyatını nasıl değiştirebileceğini göstermek istedik.
[13] Antropolog Katherine Ewing hepsi ayrı özgeçmişlere sahip farklı ben'lere sahip olduğumuzu düşünüyor.
[14] Bundan 5-6 yıl kadar önce iki üsteğmen bölümdeki odama gelip benden Atatürk'ün bir vecizesini hatırlatarak "bu sözlerinden hareketle Atatürk'ün milletini ne kadar çok sevdiğini nasıl ispatlarız?" diye sordular ve yardım istediler.  Düşündüm, o sözlerden hareketle millet sevgisi ile ilgili bir değerlendirme yapılmayacağı kanaatine vardım. Ancak bunu onlara nasıl söylersin? Konu ellerine verilmiş ve oradan Atatürk lehine bir şeyler çıkarmaları istenmiş veya onlar öyle hissediyor. Ortaokulda vaktiyle yapıldığı gibi "bu sözleri açıklayan bir kompozisyon yazsak neleri, hangi argümanları savunur, hangi örnekleri veririz" sorusunu sorsalar bir şeyler söylerdik. Ama bir sözünden hareketle o sözle ilgisiz bir alanda Atatürk övgüsü yapmak istiyorlardı. Bazı kitapları gösterdim, onlara bakmalarını söyledim. Kitapları aldılar, gittiler. İsimlerini yazmamıştım, kitapları da bir daha geri getirmediler. İşte bu tavırdır ki Türkiye'de henüz kendisine layık bir Atatürk biyografisi yazılamadı. En az bir yüz yıl daha yazılacağına da inanmıyorum. Ama yabancılara bu işi havale edip, sonuçta bir yaptırım uygulamayacağımız garantisi verirsek belki onlar yazabilir. Tabii gönül isterdi ki Atatürk biyografisini bir Türk yazsın! İnşallah gelecek yüzyıla...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder