TARİHYAZIMINDA BİYOGRAFİ
BİOGRAPHY OF HİSTORİOGRAPHY
Özet
Biyografi,
eskiçağlardan beri bilinen bir çalışma türüdür. Diğer alanlarda olduğu gibi
tarihçilikte de yaygındır. Eskiçağlardan beri tarih araştırmalarında
kullanılmış, özellikle büyük kişiler tarih yapan aktörler sayıldığından onların
rolleri abartılarak anlatılmıştır. Rejimlerin temsilci ve kurucuları da rejimi
koruma ve güçlendirme amacı ile aşırı şekilde övülmüş, böylece kişiye tapınma
kültürü oluşmuştur. Bu da biyografinin itibar kaybetmesine yol açmış, özellikle
sosyal tarih, Annelesci ekol ve yapısalcı tarihçiler biyografiyi de onun
işlediği büyük kişileri de tarihten adeta kovmuşlardır. Ancak günümüzde sosyal
bilimlerde yaşanan gelişmelerin etkisi ile kişilerin iç dünyalarını açıklayan
psikoanalitik çalışmalar biyografiye yeni bir ruh vermiştir. Artık biyografi
itibar kazanmaya başlamış, kendisini soğuk karşılayan tarih ekolleri ile
birlikte yeni tarihi yorumlara ve açılımlara kalkışmışlardır. Biyografi
kişilerin hem bireysel hem toplumsal ve çevresel etkilerini ve etkilendiklerini
bir bütün olarak ortaya koyduğundan klasik tarihin açıklayamadığı bir çok soru
ve sorunu açıklayabilmektedir. Daha çok Anglo-Amerikan tarihçilikte tutulan
biyografi türü bu gelişmelerden sonra Kıta Avrupası’nda da kabul görmeye
başlamıştır. Büyükleri aklamak ve karalamak gibi peşin hüküm ve duygulardan
arındırılmış bir biyografi türü, tarihçiliğe de diğer kültür ve bilim
alanlarına da katkılar sunacaktır.
Anahtar
Sözcükler: Biyografi; Tarihyazımı;
Tarihselcilik; Tarihçilik; Büyük Adamlar; Kahramanlar; Karizmatik
Kişiler.
Abstract
Biography is a kind
of work known since the ancient times.
As in other disciplines, biography is commonly used in writing history. This genre has been
used since the ancient times, and in it the roles of great men have been
exaggerated as actors that made history.
Founders and representatives of regimes have been praised excessively
with the aim of protecting and strengthening the regime, leading to a cult of
leadership. This resulted in a loss of
credibility in the biographical genre, and many historians, particularly social
historians, the Annales school, and structuralist historians, have virtually
removed from history biography and the great men whom it studied. However,
today, the impact of developments in the social sciences, along with psychoanalytical
studies describing the inner world of individuals, have given biography a new
spirit. Biography has started to regain credibility and has enabled new
historical interpretations and directions in conjunction with the schools that
have treated it coldly. Biography is capable of explaining many questions and
problems that cannot be explained through conventional history, because it
considers holistically both personal and social and environmental factors and
interactions affecting individuals. While more popular in Anglo-American
historiography, after these developments biography began to gain currency in
continental Europe as well. A
biographical genre that has been cleansed from preconceived judgments and
notions regarding, for instance, the slandering of leaders would make important
contributions to historiography as well as to other fields of culture and
science.
Key Words: Biography; Historiography; Historicism;
Great Men; Heroes; charismatic people.
Giriş
Biyografiler tarihin
en eski türleri arasında bulunan eserlerdir. Çünkü eski çağlarda büyük adamlar
tarih yapıcı, baskın, sürükleyici ve gerektiğinde caydırıcı aktörler olarak
insanların ilgisini çekmişler ve bu ilgi sonunda çok erken dönemden itibaren
onların hayatları methiyelerle süslenerek kitlelerin gözlerini kamaştıracak
şekilde hayat hikayeleri, yani biyografi türü eserler yazılmıştır. Gerçi tarihin
kimlerin eseri olduğu, gerçek kahramanların kimler olduğu tartışmaları halen
süregitmektedir. Bu devamlı olarak tartışılmış, birçok tarihçi, politikacı,
sosyolog ve bunlar gibi daha niceleri bu alanda eserler ve(ya) yazılar yazmıştır.
Mesela Thomas Carlyle (Carlyle, 1976,) tarihin büyük adamların hayat hikâyesi
olduğunu, tarihi onların yaptığını ilginç örneklerle anlatmıştı. Başkaları da
bu doğrultuda kalem ve fikir oynatmış, başka örnekler vermişlerdir (Halkin,1989,59).
Sokrates'ten İskender'e, Buda'dan Babür'e, hak peygamberlerden mezhep imamlarına,
Fatih'ten Atatürk'e, Sezar'dan Napoleon gibi şahsiyetlere kadar nice büyük adam
tarihi yönlendirmişlerdir. Büyük adamlar etrafında "ilhama mazhar kişiler
doktrini" oluşmuş ve bu doktrine inananlar, bu kişilerin kendi dönemlerinde
adeta tarih yapan asıl faktörler olduğunu dile getirmiş, tarihte etkili olmuş
nice “kahraman”ın hayatı onların sihirli ifadeleriyle çağdaş destana
dönüşmüştür (Car, 1992, 34-37). Bunlara örnek olarak Stefan Zweig’i
gösterebiliriz, ki bir çalışmasında büyük adamların tarihteki rollerini güzel ve
edebi bir üslupla yazmıştır (Zweig, Bs. tar.yok). Bunlar bazen büyük adamları
yücelten ve onların karizmatik bir güç edinmesine vesile olan çalışmalar; bazen
de mezkur kişileri yerin dibine batıran iftira nameler olabilmektedirler.
Günümüzde biyografi artık siyasi,
dini ve sair sebeplerden yapılan övgü-yergi hastalığından kurtulmaya
çalışmaktadır. Bazı tarih ekolleri yirminci yüzyılda biyografiye soğuk bakmış
olsalar da son yıllarda bu türle ilgili güzel örnekler yazılmış, metodolojik ve
felsefi yorumların sayısı artmıştır.
Övgü ile Yergi Arasında
Biyografinin en çok şikayet edilen kusuru övgü
ve yergi gibi iki hastalık arasında sıkışmış olmasıdır. Büyük ve etkili
kişilere övgü veya yergi anlayışıyla yazılan biyografilerin nesnel olamayacağı
herkesçe dile getirilmektedir. Büyük adamları olumsuzlaştıran çalışmalar sadece
o kişilere değil, bu çalışmaları yapan yazarların kendi güvenilirliklerine de
halel getirmektedir. İster yüceltsin, ister yerin dibine batırsın, bu tür
çalışmalar biyografi için de diğer türler için de kabul edilemez. Ancak
eskilerin indî mütalaa dedikleri şahsî değerlendirme ve hükümler biyografilerde
diğer türlere oranla daha baskın görülen kusurlardır. Bunlar biyografiyi
itibarsızlaştıran eğilimler olarak kabul edilmektedir (Halkin, 1989, 55). Özellikle
yücelticilere karşı aydınlar arasında ciddi tepkiler oluşmaktadır. Kahramanları
yüceltme kültürüne karşı olan aydınlardan biri olan Voltaire’e göre: "Tanımaya değmeyecek bir buyurganın hangi
yıl, uygarlıktan yoksun bir toplumda bir başka kralın yerine geçmiş olduğunu
bilmek" bize hiçbir şey öğretemez ve "her hanedanın soy kütüğünü kafasında toplayabilen bir kişi boş
sözlerden başka bir şey öğrenmiş sayılamaz" (Car-Fontana, 1992, 36).
Gerçi Voltaire'in buradaki "uygarlıktan yoksun bir toplum" ifadesinde
Avrupa-merkezci bir yaklaşımı da seziyoruz, ama konumuz farklı olduğundan bunu
geçiyoruz. Bu tür aydınlar eski çağların
kült yaratma ve tapınma kültürünün etkisiyle hâlâ ululama alışkanlığının
sürdüğünü haklı olarak düşünmektedirler. Bunlara göre tarihi yönlendiren temel
faktör toplumlardır, hatta toplumbilim bu açıdan tarihle adeta aynı şeydir, en
azından birbirine çok yakın ve birbirini tamamlayan alanlardır (Giddens, 2005,
VIII). Dolayısıyla tarih araştırmalarında sosyoloji ve sosyal psikoloji tarihin
en temel yardımcı bilimleridir. Tarih yapan aktörler olarak önemli kişiler
alınırsa, büyük adamlar psikolojisi ve psikanaliz hem tarih araştırmalarında
hem de biyografide vazgeçilmez metodolojik kaynaklar olarak ele alınmak
durumundadır. Tarihi yapan aktör olarak toplumları alırsak, bu defa da sosyal
psikoloji ve grup psikolojisi çalışmaları en temel yardımcı durumunda
oluyorlar. Son iki yüz yılda sosyal tarih ve ona yakın duran anlayışlar tarihi
yapan faktör olarak büyük adamlar yerine kitleleri yerleştirmişlerdir. Gustave
Le Bon'dan beri gelişen bu akım özellikle Fransa ve Almanya'da biyografiyi
epeyce itibarsızlaştırmıştı. Bu anlayış Annales ekolü ve sosyal tarih ile zirve
yapmış, Türkiye dahil birçok ülkeyi etkilemiştir. Ama sosyal tarih her zaman
kişilerin etki ve rollerini inkar etmiyor. Mesela Arthur Schlesinger, tarihin
itici gücü olarak kitleleri alırken, seçkinleri ve büyük adamları vasıta olarak
görmektedir. Bu da bir şeydir ve bu sebepten biyografın dikkate alacağı bakış
açısı sayılmalıdır (Breisach, 2007, 460). Zira vasıtaları da tanımak
gereklidir.
Başka
yaklaşımlar da vardır, ancak onlar konumuzun dışında olduklarından biz bu iki
tezden hareketle, tarih boyunca toplumları üzerinde etkili olan kişilerin
biyografilerinin yazımı yöntemiyle ilgili bazı hususları tartışmaya açmak
istiyoruz. Gerçekten kahramanlara tapınma, kült inşa etme, güçlüler karşısında “müdahene ve tabasbus” kültürleri, çağdaş
tarihçilik kadar fikir ve demokrasi hayatı için de ciddi tehlikedir. Özellikle
demokrasi tarihi yöntembilimi açısından bu tavrı ilim-irfan bahçemizi işgal
eden ayrık otlarına benzetmeliyiz. Bir kişiyi halktan ayırıp yücelten, o
yüceltildikçe adeta diğer aydınları, siyasetçi ve bürokratları sıfır derekesine
indiren tapınma veya yaltaklanma kültürü üzerinde çok ciddiyetle durmak
gerektir. Bu konuyu bizde işleyen aydınlardan biri, biyografisini yazdığımız
Ağaoğlu Ahmed Bey olmuştur (Sakal, 1999, 116-134). Ahmed Bey “müdahene ve tabasbus” dediği ikiyüzlülük ve yaltaklığın şark istibdadından,
özellikle Fars devlet ve edebiyat geleneğinden kültürlerimize bulaştığını sıkça
işlemiştir. Ona göre gerçeğe tahammül edemeyen despotların her yanlış söz ve
fiiline çevresindeki zayıf şahsiyetliler “hakk-ı
âliniz vardır, siz en iyisini bilirsiniz” gibi sözlerle destek verirken, söz
konusu tavırların yanlış olduğunu söyleyenlerin “ikbalden idbara” nasıl düştüklerini, istikballerinin nasıl
karardığını, zindanlara veya en azından sürgünlere maruz kaldıklarını
anlatmıştır. Bunu gören gelecek nesillerin de artık hiçbir konuda yöneticilere
yanlış yolda olduklarını söyleyemediklerini, doğruyu söyleme cesaretinin
kalmadığını, herkesin böylece “müdahene
ve tabasbus” vadisine saptığını, zamanla bu halin bir kültüre dönüştüğünü
ifade etmiştir. Bu tavrı doğu kültür ve edebiyatının beslediğini düşünen
Ağaoğlu, edebiyattaki büyüklere yazılan methiyelerin, gazel ve kasidelerin,
özellikle “fahriye” bölümlerinin bu sahada etkili olduğunu düşünmektedir.
İnsanlık tarihinin erken dönemlerinde
büyük adamlar, eğer devlet başkanı iseler birçok yerde tanrı olarak kabul
edilmişlerdir. Eskiçağ arkeoloji ve tarih çalışmaları bunun binlerce örneği ile
doludur. Daha sonra yarı tanrı, tanrı vekili, tanrının gölgesi, tanrı adına
hüküm süren kişi (karizmatik lider) olarak anılmışlardır. Firavunlar Mısır'ın
ilk bin yılında tanrı, sonraları yarı tanrı durumunda idiler. Hatta İskender
bile doğu seferi sırasında önüne gelen "barbar" toplumları kesip
doğrama "başarısı" sonunda yarı tanrı ilan edilmişti. Toplumların
kültürel seviyesi yükseldikçe tanrısal sıfatlar gökten yere ve halka doğru
yaklaşmıştır. Diğer bir ifade ile kültür seviyesi yükseldiği oranda iktidar
gökten yere inmiş, yönetici veya kahraman ilahi sıfatlardan arınarak
dünyevileşmiş (sekülerleşmiş), ancak yine de olabildiği kadar mütehakkim,
despot veya tiran olarak hüküm sürmeye çalışmışlardır. Halkın kültürü daha da yükseldikçe yetkiler
peyderpey halka geçmiş, diğer bir ifade ile halk kendi içinden çıkardığı güç ve
baskı odakları yoluyla iktidara ortak olmaya başlamıştır. Yönetime ortak
oldukları oranda da yöneticinin tahakküm derecesi azalmıştır. Gerçekten geri toplumlar üzerinde liderlerinin
"eşsiz-benzersiz büyük adam" olduğu her zaman kolay işlenmiştir. Bir
toplum ne kadar geri ise, liderini o kadar yüceltir, onu insanüstü sıfatlarla
techiz eder, karizma yüklemesi yapar. Kitleler bu fikre bir kere inanınca,
artık büyük adama ve onun rejimine itaat de Rabbülalemine itaatin bir parçası
sayılır. Neticede şöyle ironik bir durum ortaya çıkmaktadır: Toplum ne kadar
geri ve içe kapalı ise lideri o kadar "büyük" ve "eşsiz"
dir. Çünkü sosyal, siyasal, ekonomik ve sair şartlar buna uygundur. Yirminci
asrın totaliter ve despot liderleri bu yöntemle ululanmışlardır. Son örneği Kuzey
Kore'de görmüşüzdür. Kim İl Sung onların devlet literatüründe "bütün çağların dünya üzerinde gördüğü en büyük
devlet adamı, en büyük filozof, en büyük teorisyen, iktisatçı, asker"
vs. Her alanda en büyük deha![1]
Kültürel yükselmeye paralel olarak
halkın yetkilere ortak olması, diğer bir tabirle demokrasinin kültürle doğru
orantılı olarak gelişmesini biz N teorisi dediğimiz bir örnekle açıklıyoruz (Şekil
ve açıklaması için Ek'e bkz.), (Sakal, 2012,395-412). Burada iki değişim
istikameti fark edilmiştir: A) Dünya siyaset ve rejimler tarihinde "tek
adam rejimleri" olan tiranlık veya despotizmlerden demokrasiye doğru
gidilmiştir. B) Din ve rejim bağlamında da teokratik kültür ve tavırlardan
sekülerizme (dünyevileşmeye) yönelim başlamıştır.
Büyük adama verilen ilaî sıfatlarla
kazanılan güce karizmatik güç, bu şekilde gerçekleştirilen hakimiyete de
karizmatik hâkimiyet adı verilmiştir.[2]
Türklerdeki Oğuz Han ve neslinin tanrı tarafından ülkenin yönetimi için seçilmiş
insanlar olduğu inancına "kut"
denir ve bu anlayış karizmatik hâkimiyet anlayışının Türklere bir yansıması
olarak bilinmektedir.[3] Bu
anlayıştan dolayı ne kadar güçlü bir kişi de olsa Türk toplumlarında Oğuz
boylarından olmayan birileri hükümdarlığını ilan edemezlerdi (Kafesoğlu, 1983,
236-239). Nitekim Aksak Timur, devletleri ve hanedanları bir bez parçası gibi
kesip doğradığı ve parçaladığı halde "kut"lu olmadığı için kendisini
halkına "han" olarak kabul ettirememiş, yanında Cengizlilerden kukla
bir Han taşımıştır. Max Weber karizmatik otoritenin bu psikolojisini sadece
dini ve tarihi faktörlerin oluşturmadığını ve psiko-ekonomik boyutların da
mevcudiyetini düşünmüştür (Weber, 1986,217-220). Kanaatimize göre Türk
karizmatik anlayışı Weberyen anlayıştan farklıdır. Ancak konumuz bu husus
olmadığından geçiyoruz. Her halükarda tarihi biyografiler yazılırken
kahramanımızın karizmatik kültürle alakasının olup olmadığı da dikkate
alınmalıdır. Halk tapınmak için birilerine sadece eskiçağda değil, modern
çağlarda da temayül eder. Aksi halde tarihte birçok zorba kahraman ilan
edilmezdi. Cemil Meriç'in "yığın kadın gibidir, ırzını teslim edeceği bir
zorba arar" sözü burada hatırlatılması gereken bir örnektir. Zaten
Carlyle'ın "kahramanlara tapınma
kültürü asla yıkılmaz, yıkılamaz. Sadakat ve hakimiyet ebedidir" (Carlyle,1976,194)
sözleri tamamen yanlış da değildir. En azından günümüzde modern tapınma
yöntemleri diyebileceğimiz alışkanlıkları görebiliyoruz.
Karizmatik
hâkimiyet anlayışını günümüzde besleyecek bu büyük adamlar edebiyatını ve kült
inşa geleneğini biyografi tarihçiliğinden (ve diğer disiplinlerin biyografi
yazım geleneğinden) çıkarmak için bugün yeterli yöntem bilgisine sahibiz. Ancak
yine de tamamen bu hastalıktan kurtulduğumuzu söyleyemeyiz. Özellikle kurulu
düzenin savunusu anlamındaki “Türk Büyükleri
eleştirilemez, sen kim, filancayı eleştirmek kim” anlayışı, demokrasi
tarihini araştırma ve “milli tarih”teki yanlışlıkları sorgulama söz konusu
olunca, önümüze ciddi bir engel olarak çıkmaktadır. Bu eğilim biyografi
yazarları için tarih dışı alanlarda da maalesef böyledir. Sanatçılardan
politikacılara ve bilim insanlarına kadar birçok kişinin biyografisine başta
siyasi-ideolojik saikler olmak üzere birçok nedenden dolayı övgü veya yergiler
karıştırılmaktadır. Bu tür eğilimler özellikle siyasi-ideolojik kimlik
taşıyanlar söz konusu olunca belirginleşmekte; kişileri yerme, karalama,
hatalarını siyasi ve sair nedenlerle abartıp onları hain, gafil, cahil, dinsiz,
dinci, gerici, vatanı satan, şunun bunun uşağı, komünist ve faşist gibi keskin
ifadelerle suçlama anlayışları tahammül edilemez ölçülere varmaktadır. Zira
Türkiye için bu kabil suçlamalar elan geçerlidir. Özellikle devletin kurulu
siyaset zemininde bu suçlamalar destek de bulmaktadır. Yerli yersiz mahkûm
edilen veya siyasi isnatlarla katledilen aydınlar, faili meçhuller, kapatılan
gazete, dergi, dernek ve partiler bu hastalıklı siyaset ve kültür dokusunda
oluşmuş urlardır. Türkiye, nüfusuna oranla yukarıdaki suçların en çok işlendiği
insanlar ülkesidir. Suçlu İnsanlar Ülkesi adıyla bir kitap yazılsa tam bizi
anlatıyor diyeceğiz. İç savaş yaşayan ülkeler hariç, en çok askeri darbe, en çok
faili meçhul suç, en çok sıkıyönetim ve en çok parti kapatılması bu ülkede
görülmüştür. Gerçekten bu kadar hastalıklı tipler mi yetiştiriyoruz, yoksa
hoşgörüsüz ortamımızda insanlar mı birbirini yok ediyor? Bu insanlık ve
demokrasi ayıbı yanlı ve çarpık biyografya yazma geleneğinden acaba hiç
etkilenmemiş midir? Bizce biyografiyi de
içeren yanlış tarihçilik anlayışı başta olmak üzere ülkedeki genel ideolojik ve
siyasi peşin hükümlerin yönlendirdiği bir "kesin inançlı" kamuoyu bu
hoşgörüsüz ortamı beslemektedir.
Tarihçinin Hissiyatı
Tarihçinin en fazla taraflılık
tuzağına düşme riski bulunduğu alan biyografidir. Biyografisini yazarken kişiye
peşin olarak karşı veya yandaş, hatta avukat gibi savunmacı bir duruş içine
girmiş olabilirsiniz. Uzun süre ile adeta onunla yatıp onunla kalkmış
oluyorsunuz. Bir fikri övmek veya yermek için, o fikri taşıyan, belki de o
fikrin banisi olan kişiye karşı hissi davranmak durumunda kalabiliyorsunuz. Bunlardan dolayı biyografi ya methiye veya
reddiye illetiyle malul olabilir. Methiye de, reddiye veya hicviye de tarih
değildir. Yerin dibine batırılmış melunlar, uğursuz insanlık düşmanları gibi
kesin inançlı suçlamaların bilimde yeri olmadığı gibi; gerçeklerin ötesinde
inşa edilmiş, destansı bir şekilde resmedilmiş hayatların da yeri yoktur.
İnsan hayatının birçok psiko-sosyal
dehlizi vardır ki biyografi yazarı bu dehlizde ilerlemek ve onun bütün bilinmez
veya az bilinenlerini açıklamak durumundadır. Her birey bu dehlizlerin bazı
yerlerini hatırlar, bazı noktalarını ya bilerek veya bilmeden şuur altına iter.
Anılarında, size verdikleri mülakatlarda onları gizleyebilir. Kişilerin birçok
hayatı vardır, bazılarını sahiplenmek istemezler. Biyograf onların bu
zaaflarına alet olmamalıdır. Çünkü "bizim kesinliğe (...) psikolojik
ihtiyacımız var." Kimliğe ve bir hayatın bütün veçhelerine "tutarlı
bir anlam ve şekil vermeye ihtiyaç duyuyoruz." Birçok bilinmeyeni,
tuhaflığı veya dolambaçlı yolları mitlerle ve hayal gücümüzle tamamlıyoruz (Kırmızı,2013,26-27).
Bu noktada biyograf bazen anılardaki yanlılıkların doğrusunu arayıp bulurken,
bazen de kendi yanlılığını metne yerleştirebilmektedir. Bu durumda her
"nesil tarihini yeniden yazmalı" sözü gibi, her nesil biyografi
edebiyatını yenilemeli, diye bir hüküm versek yanlış olmaz.
Günümüz tarihçileri kendilerini
etkileyecek değer yargılarından tamamen arınmayı denemektedirler. Ama
tarihçinin bu çabası yeterli değildir. Demokratik bir devlet ve toplum yapısı
da gereklidir. Biyografi kişisini araştırırken hiç bir konuda sınırlama, baskı
ve yasaklama ile karşılaşmaksızın serbestçe yazabilme ve yorumlama özgürlüğü bu
alanın vazgeçilmezidir. Modern devletler bir taraftan özgürlüğün geliştiği
ortamları bize sunarken, diğer yandan tarihtekilerden daha fazla baskı ve beyin
yıkama imkanına sahiptirler. Tarihi çağlarda halkın vergileriyle kurulmuş
propaganda bakanlıkları hiç bir zaman olmamıştır. Ama XX. yüzyılda insanlık
birçok otoriter ve totaliter rejim tarafından propaganda ile geniş kitlelerin
beyinlerinin nasıl yıkandığını görmüştür. İndoktrinasyon XX. yüzyılın bizce en
vahim hastalığıdır. Adeta hakim gücün istemediği bir şeyi düşünemez, onun ak
dediğini aklar, kara dediğini karalar, ağladığına ağlar duruma getirilirsiniz.
Bunu bir yazımızda beynin devletleştirilmesi diye adlandırmıştık. (Sakal,
Demokrasi) Bu usulde belgeler değiştirilir, bilgilerin içindeki negatifler
azaltılır, pozitifler artırılır. Yani araştırmamıza konu olacak kişinin devlet
ve/ya rejim tarafından aklanması yapılmış olur. Aksi de geçerlidir: Resmi ideolojinin
"ötekisi" ise bu durumda da o kişiyle ilgili belge ve bilgilerde
karalama-negatifleştirme çalışmaları yapılmış olacaktır. Devletler ve rejimler
bir de konu dayatma hastalığına sahiptirler. İstedikleri kişi ve konularla
ilgili çalışmaları teşvik ederler. Tabii teşvik verdikleri konuların
kendilerinin istedikleri gibi yazılmasını da beklemektedirler.
Avrupa ve ABD'de Durum
Batılılar biyografi ve otobiyografi
alanlarını kendilerinin geliştirdiklerini iddia etmişlerdir (Bostan, 2013,
155). Her alanda olduğu gibi tarihçiliğin bu dalında da Batı-merkezcilik
rahatsız edici bir sırıtkanlıkla karşımızda durmaktadır. Çünkü doğu toplumları
da çok ciddi biyografi geçmişine sahiptir. Üstelik Avrupalıların biyografiye
büyük hizmetleri de geçmiş değildir. Avrupa tarihçiliğinde biyografiye karşı
farklı tavırlar olmuş ve bu tavırlar ülkeden ülkeye değişim göstermiştir.
Özellikle Annales, yapısalcı tarih ve sosyal tarih okulları mensupları büyük
adamları son sıraya ittikleri oranda biyografiyi de önemsemez oldular. Bu
anlayışlarda "biyografi çalışmaları giderek -bazen haklı nedenlerle-
tarihe çağdışı ve düşünce yoksunu bir yaklaşımın göstergesi olarak
görüldü." Adeta sosyal tarihin karşıtı gibi kabul ediliyordu. Biyografiye
karşı böyle "kökleşmiş önyargılar" iki nesil boyunca tarihçileri
etkilemiştir. Ancak tüm bunlara rağmen biyografiden tamamen uzaklaşmaları da
mümkün olamamıştır. Alman ve Fransız tarihçilerdeki bu biyografiye soğuk ve
mesafeli tavır, Anglo-Amerikan üniversite muhitinde görülmemiştir.
"Anglo-Sakson dünyada, biyografi, tarihçiliğin son derece saygı görmüş ve
halen de gören bir dalı olmuş, bilimsel tarih yazımı ile akademik çevrelerin
malum fildişi kuleleri arasında okuyucuya ulaşmayı başarabilen ve aynı zamanda
bilimsel araştırmanın en yüksek seviyesine varan merkezi köprülerden biri
olarak algılanmıştır." Anglo-Sakson gelenek Annalesçilerden ve sosyal
tarihten ne kadar etkilenseler de biyografilere karşı olan Alman önyargısından
uzak durdular (Laessig, 2013, 29-31; Halkin, 56-57). Böylece zamanla bireyin tarih içindeki yeri ve
etkisinin inkar edileceği, birçok kişinin tarihteki rolü hakkında yeterli
araştırmalardan ve yeni teorilerden uzak durulması gibi sonuçların ortaya
çıkacağı tartışılır oldu.
Bu çalışmalar ve tartışmalar sonunda
tarihte rol oynayan kişiler hata ve sevaplarıyla birlikte ele alınmıştır. Kişi
ne kadar “büyük” olsa da zaaflarıyla birlikte yaşamış ve insani hasletleri,
meziyet ve kusur olarak birlikte gelişmiştir. Üstelik bize bulunduğumuz
konumdan kusur gibi görülen hasletler belki göremediğimiz bir meziyetten
kaynaklanıyor da olabilir. Biyografi yazarı renkleri görmeye çalışmalı, eline
boya fırçası alıp kendince düzeltmelere kalkmamalıdır. Bu anlayış son yıllarda
güçlenmeye başlamış, adeta bir "biyografik dönüşüm" 1980'lerde
başlamış 90'lara hakim olmuştur. "Bilimsel biyografi bir kaz daha sadece
Anglo-Amerikan değil, aynı zamanda Alman ve Fransız üniversitelerindeki
biyografi dostu akademik çevrelerden gördüğü kabulün keyfini çıkarmaktadır. Şu
anda "birey aktörleri tekrar sahneye çıkarma" talebi tartışılmak bir
yana, bu konuda yaygın bir mutabakatın tadını çıkarıyor ve geniş kabul
görüyor."
Diğer Sosyal Bilimlerin Yardımı
Tarihçi biyografileri görmezden
gelemez;[4]
ancak anlatılmakta ve şikayet edilmekte olan kendisini itibarsızlaştıran
zaaflarından kurtulabilmek için psikolojiden ve psikanalizden yardım almak
durumundadır. Kişinin çeşitli ruhsal durumlarını bu yollara başvurmadan anlamak
ve açıklamak mümkün olmayabilir (Halkin, 55-56). Ancak psikolojik izahın birçok
güçlükleri olduğunu da kaydetmeliyiz. Biyografi yazarı bu güçlüğünden dolayı
ondan kaçınmamalı, psikolojik inceleme yöntemlerini bilen uzmanlarla birlikte
çalışmalıdır. Aksi halde araştırılan kişiyi yeterli tanımlayamamış olabiliriz.
Psikoanaliz bu alanda çok ihmal edilen ancak yıllar geçtikçe daha da
yaygınlaşacak bir yöntem olacaktır. "Tarihçinin
sübjektivizmini biyografi kadar iyi gösteren hiçbir şey yoktur. Hemen hemen
daima konu ve yazar arasında, gizli fakat derin bir yakınlık mevcuttur.(…) Psikanaliz,
klasik psikolojiden daha ileri gitmek ve incelenen kişinin karakterini objektif
bir biçimde tespit ederek özde var olan bu sübjektivizme çare bulmak istedi.
Kişinin davranışının, özellikle çocukluğunun ve hissi hayatının tetkiki,
başarıya ulaşmamış eylemlerin, ahlaki bunalımların, hiç bir insanın
kaçamayacağı muhtelif komplekslerin tahliline yol açmaktadır." Eski ve Ortaçağ kişileri hakkında psikoloji/psikanaliz
testleri yapacak kadar bilgi bulunmayabilir. Ama yine de zaman zaman güzel
örnekler buluyoruz. Mesela Şarlman'ın biyografisi psikoanaliz yöntemleri
dikkate alınarak yazılmış, kişiliğin otorite figürü olarak değerlendirilen süper
egonun onun kişiliğinde önemli bir yere sahip olduğu düşünülmüştür. Annesinin
ve babasının onun kişiliğindeki etkisi psikobiyografi yöntemiyle tespit
edilmiştir (Genç, 2013,88-91). Ancak çağdaş dünyanın önemli adamları hakkında
yeterli günlükler ve ayrıntılı notlar bulunduğu takdirde psikanaliz
uzmanlarının yardımlarıyla başarılı biyografiler yazılacaktır (Halkin, 58).
Ancak bu noktada bir sakıncalı durumu da gözden uzak tutmamalıyız: Bu analiz
işlerini en iyi tarihçilerin bile yapamayacağı bilinmektedir. Tarihçiyi geçtik,
sıradan psikologlar, psikanaliz ustaları bile yanlışa düşebilirler. Tarihçi ile
söz konusu uzman arasında çok iyi etkileşim olmalı, tarihçi uzmana istediği her
bilgiyi sunabilmeli ki, biyografisi yazılacak olan kişinin davranış kodları
doğru tespit edilebilsin.
Biyografi aynı zamanda esas itibarıyla
psikolojik boyutları da olan bir alandır. Kahramanın şahsiyeti, bir insanın
kendi hareket alanı içerisinde geliştirdiği enerji payından ibaret değildir. Bu
şahsiyet onun duygularıyla, geçici hevesleriyle, bizim gözümüzden kaçan
binlerce şeyle örülmüştür. Şahsiyetin arşivi yoktur. Onu psikolojinin
yönteminden başka aydınlatacak bilgileri bir yerde bulamazsınız. Dolayısıyla biyografi
güç bir sanattır. Kendi tekniği, icapları ve sınırları vardır. Seçilmiş
hususiyetleri murakabe eden ve sunan onun tekniğidir. İcapları özellikle psikolojik
hakikati ön plana çıkarmayı hedef alan gereklilikleridir. Sınırları ise
bildiklerimiz, yani tarihin ve tarihçinin sınırlarıdır.
XIX. Yüzyıldan itibaren sırasıyla
Wilhelm Wundt, Wilhelm Dilthey ve Sigmund Freud gibi kişiler tarihe ruhu,
zihniyeti ve psiko-tarihsel çözümleme geleneğini soktular. Bu çalışma türleri
en çok biyografide psiko-biyografi tarzı olarak gerekli olmaktadırlar. Bazı uç
örnekler, Korkunç İvan, Hitler ve Stalin gibi tipler, çocukluklarından beri
yetişme tarzlarıyla ve hayatlarının bir döneminde bilinçaltlarına kazınmış
tecrübeleriyle yetişmiş olabilirler (Breisach, 2007,430-436). Korkunç İvan gibi
zalimler ve Sultan I. Mustafa ve İbrahim gibi "deli"ler hep yetişme
tarzlarından etkilenmişlerdir.[5]
Son yıllarda sosyal bilimlerdeki gelişmeler
yeni bilim dalları ve disiplinlerin doğmasını tetiklemiştir. Artık tarih ve
psikanaliz, tarih ve antropoloji, tarih ve sosyoloji konularında çalışmalar
yapılıyor ve kitaplar yazılıyor (Göka, 2011, 471-475; Certau,2009). İnsan bir
sosyal varlık olarak bir topluluk ve grup içinde yaşadığına göre gerek birey
olarak gerek topluluk olarak insan davranışları çevresinden bağımsız
olamayacaktır. Buradan hareketle grup davranışları üzerinde yeni başlamış olan
araştırmalar "psikotarih" denen yeni bir alanı yakın zamanda
tarihçilerin gündemine sokacaktır. "İnsanın grup-varlığı" veya
"grup davranışı" artık araştırılmakta, toplumların kendilerine mahsus
davranış biçimleri ve kodları tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bu minvalde
"Türk Grup Davranışı" da incelenmeye başlanmıştır. O halde şimdiye
kadar öylesine gelişmiş olaylar sandığımız birçok gerçeğin ardındaki
nedenleri/niçinleri bundan sonra belki farklı açıklayabileceğiz. Grup
davranışlarının psikolojik belirleyenleri araştırılırken psikanalistin
değişimin nedenleri ve değişmeyenleri sorgulaması biz tarihçilere yeni açıklama
imkanları sunacaktır (Göka, 475-483).[6]
Tarihçilikte
verilere boğularak insanı adeta ihmal eden yapısalcılıktan uzaklaşma yanında
bireyleri ve hayat tarzlarını araştırmaya yönelik yeni sahaların (mikrotarih,
gündelik hayat, tecrübe ve düşünce tarihi, cinsiyet tarihi ve tarihsel
antropoloji) keşfi kadınlar ve isimsiz bireylerin biyografinin kapsama alanına
girmesini sağlamıştır. Böylece son yıllarda yönetici elitlerin dışında sosyal
grup telakkisini geliştiren modern biyografi anlayışı güçlenmiştir. Artık
imtiyazsız sosyal gruplar biyografinin ilgi alanı içine girmektedir. Daha
açıkçası biyografi ile birlikte tarihçilikte de büyük şahsiyetler dışında aşağı
sınıflar da araştırılmakta, işçi, esnaf, sıradan bir erkek veya kadın araştırma
konusu olabilmektedirler. Buna örnek olarak Carlo Ginzburg, Laurel Thatcher
Ulrich, Giovanni Levi, Natalie Z. Davis (Laessig,37-38). ve bizde Cemal
Kafadar'dır. Kafadar burada Osmanlı'da
halktan dört kişinin hayatından bir kesiti ele almış ve çok güzel
sosyobiyografik bir örnek ortaya çıkarmıştır. Dört Osmanlı: derviş, hatun, tüccar
ve yeniçeridir (Kafadar,2012).
Biyografiye kadın kahramanların
girmesi ile kalmayarak yeni eğilimler müşterek biyografi anlayışını da ortaya
koymuşlardır. Tek bir kişinin değil, eşi, çocukları ve sırrını bilen bir yakını,,
misal sekreteri ile birlikte kolektif biyografileri de yazılmaya başlamıştır.
Böylece kişilerin bütün hayatları boyunca geçirdikleri değişimin çok yönlü
açıklaması yapılabilmektedir.
Biyografiye sosyal bilimlerin
desteğinde verilen bu önem yeni bir çığırı daha beraberinde getirmiştir: Son
zamanların nöroloji çalışmaları "özgür bireylerin" hayatlarını öyle
sanıldığı gibi "özgürce" yönlendiremediklerini göstermektedir.
Nörolojinin algılama, hafıza ve hatırlatma hakkındaki tezleri sadece yerleşmiş
felsefi teorileri değil, tarihçiliğin temel varsayımları üzerinde de şüpheler
uyandırmıştır (Laessig, 43). O halde bireyin tarihi yazılırken yeni bir kavramı
karşımızda bulabiliriz: nöro-psiko-sosyohistory(!).
Batı düşüncesi Descartes, Locke ve
Hume'dan beri benlik meselesi üzerinde epey kafa yormuştur. Locke kişi
hatırladığı ölçüde vardır düşüncesinde iken, Hume rasyonalistlerin 'ben'
dediklerinin gerçek değil, farklı algılar demeti olduğunu; benlik dediğimiz
şeyin bu algılardan oluşmuş psikolojik bir inşa olduğunu ileri sürmüştür. Ona
göre bu kavramın bir ontolojik karşılığı yoktur. Batılı epistemoloji insanı
liberal, ampirist, rasyonalist ve sair görüşlerde farklı yanları ile ele almış,
ben ve biz olarak nasıl rol oynayabildiğini görmeye çalışmıştır. Değişen
zamanla değişmeyen bir 'öznenin' varlığı inkar edildiğinde bunun farklı alanlarda
ciddi sonuçları olabileceği Hume tarafından vurgulanmıştır (Kırmızı, 19-20).
Farklı tanımlamaları Weber, Le Play, Kant ve Marks gibi düşünürlerde de
görmekteyiz. Bu düşünürler din sosyolojisinden (Weber), ferdin aileden topluma
kadar rolüne (Le Play), hürriyet için savaşmaya hazır ide'ye (Kant) ve ekonomik
dinamiklerin altyapıyı oluşturduğu (Marks) tezine kadar kişiyi kuşatan
atmosferi bütün yönleriyle tartışmaya açmışlardır. Bu hazırlıkların sonunda
ister otobiyografi, ister biyografi olsun kronolojik sıraya göre yazılan basit
anlatı tekniğini çoktan aşmış durumdadır. Bu çalışmalar sonucunda günümüzde
artık çoklu biyografiler yazılabileceği gibi, bir hayatın önemli görülen bir
kesimini ayrıntılı işleyen biyografiler de yazılabilmektedir (Kırmızı, 24).
Demek oluyor ki, klasik biyografi muhteva olarak da, biçim olarak da artık
yerinde durmuyor, epeyce evrime uğramıştır ve halen evrilme sürmektedir.
Biyografi Neye Yarar
Biyografi diğer tarihi türlerden
daha fazla olarak bazı ayrıntıları öğrenmemize de yarar. Çünkü biyografi, bütün
diğer türlerden daha iyi bir şekilde ve aynı anda hem ferdin yaratıcı rolünü ve
hem de onun topluma bağlılığını açıkça göstermektedir. Nihayet biyografi aynı
insanın farklı hayatlarının, karmaşık ve çok yönlü bir şahsiyetin hakiki
portreleri olabildiğini göstermekte ve ispat etmektedir. Merak edilen başarılı
ve sıradışı hayatları biyografilerden öğreniriz. Örnek alabileceğimiz
kişilikleri biyografilerle tanırız. Herhalde iyi biyografiler yazılan ülkede
iyi Bertolucci'ler yetişir, "Son İmparator" ve "Küçük
Budha"lar yapılır.[7] Diğer
taraftan kişilerin şuur altını, benliklerini, davranışlarının ardındaki
saikleri biyografi yoluyla öğrendiğimize göre, birçok bilim dalı veya farklı
mesleklerdeki insanların başarı hikayelerini en kestirme şekliyle biyografiden
öğreniriz. Diğer bir ifadeyle iyi biyografiler hem tarihe, hem de diğer bilim
ve sanat dallarına çok şey kazandıracaktır. Ancak bunların yapılması için
kişinin maddi, manevi, ekonomik, sosyal ve kültürel dünyasını ve bu dünya içindeki
konumunu doğru tespit etmeliyiz. Biz bu konum belirlemeyi çoklu koordinat
tespiti diye adlandırıyoruz.
Biyografi Kişisinin Çoklu Koordinatları
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız
nedenlerden dolayı biyografi çalışması yaparken konumuz olan kişiyi bütün
yönleriyle anlamak ve onun gerçek anlamıyla coğrafyasını bilmek kadar ruhsal (manevi),
ideolojik, siyasi, kültürel ve dini coğrafyasını da tanımak zorunda olduğumuzu
düşünüyoruz. Bu çok yönlü coğrafya kişinin çoklu koordinatlarını bize
gösterebilir. Söylemek istediğimiz şudur ki, kişinin koordinatlarını bilirsek bütün
özellikleriyle nerede durduğunu daha iyi açıklayabiliriz. Sosyal arka plan ve
ailevi izler her insanın hayatında belirleyici oluyorlar. Bu sebepten kişinin
aile içinde kazandığı alışkanlıklar ve sermaye (kültürel ve sosyal sermaye
dahil) bir biyografinin koordinatları ve temel taşlarıdır. Sosyal, kültürel, genetik ve tıbbî sebeplerden
ötürü bireyin özgürlüğü her zaman kısıtlanmıştır. Biyograf bunu dikkate almak
durumundadır (Laessig,44). Çocukluğunda yaşadığı ve şuur altında yer etmiş bazı
yaşanmışlıklar onun davranışlarını hala etkiliyor olabilir, bunun sonucu olarak
toplum düşmanı, kadın düşmanı veya düşkünü, zengin düşmanı ve sair olabilir.
Sıradan tarihçi onun çocukluk anılarını ne kadar dikkatli okusa bile bunları
görüp değerlendiremez. Hepimizin kendimize ait bir dünyamız olduğunu biliriz
bilmesine de, bunun sınırlarını ve diğer kodlarını açıklayamayız. Şairin “o
mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” deyişindeki gibi kendi dünyamızı,
oradaki yerimizi, sınırlarımızı, kısaca bu yazıdaki terimle koordinatlarımızı
bilemeyiz. Herkesin dünyasını bizimki gibi sanırız. Yazdığımız anılarda,
günlüklerde ve diğer notlarda bunlar gizli birer şifre ile anlatılmıştır.
Onları çok iyi ruh ve davranış bilimleri uzmanları ile değerlendirmek biyografi
yazarı için kaçınılmazdır.
Alvin Toffler'in açıkladığı
değişiklikler biyografiye de etki etmek üzeredir. Çalışma hayatı, evlerin
bürolaşması, iletişim ve enformasyon devrimi vs bireye farklı roller yüklemiş,
artık cinsiyet ve makam farkı ortadan kalkmıştır(Toffler, 2008).
Coğrafi Koordinatları ve Bölgesel
Kimliği
Kişinin yaşadığı mekanlar ve
coğrafyayı tanımak yani salt coğrafi malumat biyografi yazarı için yeterli
değildir. Bunun ötesinde bilgilere ulaşabiliriz. Mesela Ağaoğlu Ahmed
biyografisinden çıkaracağımız bilgilerden hareketle şunları söyleyebiliyoruz: Agayef[8]
gençliğinde Kafkaslardaki İran Şii mezhebi ve kültürü ile Rus narodnik - nihilist
akımlarından etkilenmişti. O coğrafyayı ve o kültürel-ideolojik iklimi yeterli
anlamadan böyle bir kişinin biyografisine girişilmemelidir. Bu coğrafi
değerlendirmeler zaman içinde değişebilmekte olduklarından hem zaman hem mekân
açısından önemli bilgilerin dikkate alınıp işlenmesi elzemdir. Coğrafyanın
şahsiyeti ve milliyeti belirleyici rolünü unutmamalıdır. Mesela farklı
coğrafyaların farklı isim verme eğilimleri bile vardır. Bu eğilimler şüphesiz
salt coğrafi faktörlerden değil, o yörenin çoklu kültürel değerlerinden
kaynaklanır. Örnek olarak söylemek gerekirse Giresun'da "Pamuk" ve "Yosma"
gibi isimler kadınlara verilebilmekte; Samsun'da “Kurtça”, Adıyaman'da “Abuzer”,
Maraş da “Ökkeş” gibi isimler adeta yörelerin alamet-i farikası gibi
durmaktadır. İsimler bile coğrafi olarak değişebildiğine göre demek ki
şahsiyetler de etkilenebilir.
Farklı coğrafyaların farklı insan
tipleri yetiştirdiğini bugün iyi biliyoruz. Bozkır coğrafyasının Türkistan'da
yetiştirdiği muharip, çoban ve süvari tipi insan, Büyük Sahra'nın Touareg'leri,
çölün bedevileri, sulak ve bitek ovaların köylüleri, ticaret yolları ve kavşak
noktalardaki tüccar kafalılar ve nihayet şehirlerin entelektüel sakinleri arasındaki
bu farkı coğrafi şartların değişik olmasına bağlıyoruz. Neticede bu
farklılıkları coğrafya imal etmektedir.
Başka bir açıdan yerleşik yöresel değerleri
de tartışmalıyız. Daha doğrusu hiçbir değer konusunda ön kabuller tartışılmadan
hüküm vermemeliyiz. Çevresi kişiyi etkiler ve kişi bu açıdan biraz da
çevresinin sesidir. Biyografide bu da dikkate alınacak bir realitedir. Görülüyor
ki coğrafya milli veya mahalli kimliğimizi, kültürel kodlarımızı ve dünya
görüşlerimizi ciddi ölçüde belirleyebilmektedir. Mimariden kıyafete kadar
coğrafi etkiler bilinmektedir. Biyografi yazarı bu coğrafi realiteleri dikkate
almalıdır.
Dinî/Mezhebî Konumu:
Din karşısındaki tutumları, dinden
etkilenmeleri, dini etkilemeleri kişiyi anlamak ve sağlıklı değerlendirmek için
gereklidir. Özellikle bazı çağlarda ve coğrafyalarda bu konunun etkisi çok
olmuştur. İlk işimiz, kişimizin bu etkilere ne kadar açık olduğunu veya
olmadığını tetkik etmek ve anlamak olmalıdır. Din sosyolojisi ve sosyal
psikoloji biyografi kişisi ile tarih ve toplum arasındaki karşılıklı etkileri
açıklamak için biyografi yazarı tarafından epeyce tetkik edilmeli, hatta bu
alanların uzmanlarının danışmanlığına başvurulmalıdır. Biz burada herkesin bir
inancı olacağını, onu saygı ile karşılamamız gerektiğini unutmuş değiliz. Bizim
kastettiğimiz, kişi dini veya mezhebinden dolayı bazı önyargılara, saplantılara
sahip midir? Onun araştırılması ve hakkında hüküm vermeden önce bunlar dikkate
alınarak ona göre hüküm verilmelidir. Örneğimiz Ağaoğlu üzerinden hareket
edecek olursak, Kafkasya’da Ağaoğlu’nun çevresinde Şii mezhebinin o dönemdeki
halk ve Ağaoğlu üzerindeki etkilerini, bu etkilerin oldukça olumsuz olduğunu
görüyoruz. Ağaoğlu’nun seküler dünya görüşünün oluşumunda orada “vahî meseleler
etrafında saatlerce tepinip duran” yakınlarının tavırları etkili olmuştur (Sakal,
1999,7-8). Mezhebin etkileri konusunda başka bir örneği yine o bölgeden
verebiliriz: Bilindiği gibi Azerbaycan çokluk itibarıyla Şii’dir. Bu durdum mezhep
tercihinden öte ülkede bir Fars kültür egemenliğine sebep olmuştur. Söz konusu
İran etkisine ancak seküler ve batılı zihniyete sahip aydınlar döneminde
başkaldıranlar çıkmıştır. Bir başka grup
aydın da Sünni mezheplilerdir ki Hasan Zerdabi bunlardan biridir. Onun Ekinci adlı gazetesine Şii Ahundlar, “kafir icadı” diye karşı çıkmışlardır.
Zerdabi biraz da mezhep farkından dolayı Şii mollaların Farsça ve Fars kültürü
ağırlıklı tavrına karşı çıkmış ve sade dil kullanan ilk Türkçe gazeteyi neşre
başlamıştır (Sakal,1999,4-5; Memmedov, 1976,3 vd). O ortamda Fars-Şii kültürü
hâkimiyetine bir aydının isyanı için ya Sünni veya Seküler zihniyette birisi
olmalıydı. Gerek kişinin gerek coğrafyanın din ve mezhep eğilimlerinin
etkilerini bundan daha iyi gösteren örnekler bulmamız zordur.
Zamanının Değerleri Karşısındaki Tutumu
Zamanın değerleri dediğimiz
olguların ilk etkileri bireyler üzerinde görüleceğinden bunları önce biyografi
yazarları fark ederler. Daha doğrusu etmelidirler. Bu etkiler bireylerden
zamanla çevrelerine ve en sonunda topluma sirayet ederler. Toplumların
özelliğinden ötürü ilk etkiler genellikle tepkiyle karşılaştığından, bu
tepkiler ilk önce söz konusu etkiye açık olan bireye yapılır. Ağaoğlu, bu
konuda da iyi bir örnektir. O fikirlerinden dolayı orada suçlanmıştır: Muhafazakâr
Azeri muhiti onu “Frenk Ehmed” diye
anarken Ruslar da “Panislamist,
Pantürkist ve Osmanlı işbirlikçisi” olarak lekelemeye çalışmışlardır.
Bundan ötürü Azerbaycan’dan kaçıp Türkiye’ye sığınmış; burada da daha sonra çok
partili rejimi istediğinden Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesinden sonra “sığıntı” diye suçlanmıştır. Üstelik o inkılâplar
ve Atatürk karşısında muhalif değil destekçi konumdadır. Ama aldığı demokrasi
eğitimi ve diğer şartlar yüzünden aynı zamanda yeri geldikçe eleştirici olmuştur.
Çünkü Kafkasya ve Fransa'da aldığı eğitim “hürriyet mücadelesi vermek" üzere
onu yönlendirmiştir. Özellikle onun üzerinde Kafkasyalı ve Rusyalı nihilist
aydınların ve Fransa’da ihtilal sonrası Fransız liberalizminin etkileri çok
belirgindir.
İdeolojik Kimliği
İdeolojik yapı ve alt fraksiyonlar,
aydının fikir, söz ve fiillerini daima etkiler. Bizde sol aydının değişim hikâyesi
bu açıdan çok manidardır. Osmanlı kültür dünyası içinde imparatorluğun büyük
devlet ideali ve İslami etkilerle bir zamanların solcuları "Yükselir Kur'an/ Nurlanır Turan/ Saliple o
çan/ Susar inşallah" diye şiir yazmışlardır (Sadi, 1994,509-510). Sonraki
dönemlerde aynı kişiler materyalist, ateist ve ırk-milliyet konularında
Marksizm'in bilinen yorumları ile milli değerlere mesafeli, hatta "Türkiye
halkları" ifadesiyle bazıları tarafından özgürlükçü olarak adlandırılırken,
başkalarının ve resmi çevrelerin "bölücü" sıfatını üzerlerine
çekmişlerdir. Şimdilerde ise tekrar -en azından bazıları- ulusalcı çizgide
görünmektedirler. Bu değişimleri yaşayan kişileri araştırırken değişimi
zorlayan ve etkileyen şartlar dikkate alınmalıdır. Biyografiye konu olan kişi
toplumdan ve dünyadan etkilenmekte ve etkilendikçe de bu tür değişiklikler
yaşanmaktadır. Bu tür değişimler konusunda en güzel örneklerden biri Kerim Sadi’nin
yaşadıkları sayılmalıdır. Onun Şevket Süreyya'yı sabık Bolşevik olarak, Hikmet
Kıvılcımlı'nın onu benzer şekilde suçlamaları ve eski Marksist Cemil Meriç'in
ona övgüleri biyografi metodolojisi açısından dikkate alınacak örneklerdir.
Diğer taraftan Ağaoğlu örneğine
dönersek "şarkta despotlar yüzünden
müdahene ve tabasbus kültürü gelişmiştir" diye şikâyetine rağmen
Osmanlı'da "yaşasın hilafet-i
İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye" diye yazarken, Cumhuriyet döneminde
"Osmanlılar Türk Milletinin
saltanatına vazıülyed olmuşlardır"[9]
diyerek saltanat ve hilafetin kaldırılmasına yazılarıyla en çok desteği veren
iki kişiden biri olmuştur. Diğeri Ziya Gökalp'tır (Heyet,1339). Ağaoğlu'nun bu
tutarsız görülen değişiminin nedeni elbet tartışılmalıdır. Başka gidecek yeri
olmadığından bu ülkede etrafını müemmen görmek için mi böyle hareket etti? Zira
daha sonra 1933 de Akın gazetesi
kapatılır ve kendisi üniversiteden kovulurken bizzat Atatürk ona "unutma sen burada bir sığıntısın"
denmişti. (Sakal, 60-61). Vaktiyle Ruslardan kaçarak Türkiye’ye gelmişti,
buradan nereye kaçabilirdi? Demek ki serdengeçtiliğin de bir sınırı vardı.
Zaten yazılarında bunu hissettirmektedir.
Zihinsel ve Ruhsal Bünyesi
Gerekiyorsa yukarıda anlatıldığı
üzere psikoloji, psikanaliz ve sosyal psikoloji alanında uzman görüşü alınarak kişinin
ruhi dünyası ve davranış kodları iyice değerlendirilmelidir. Tüm bu bilgiler
ışığında hedef kişinin kişiliği, kimliği, değerler örgüsünün nasıl etkilendiğini
veya belli tavır ve sözlerinde bu yaşanmışlıkların yerinin ne olduğunu göstermeliyiz.
Örnek Zeynelabidin Takiyef: Sovyet
döneminde "milyoncu" diye
tanındı. Bu ifade milyoner demekti; ama negatif anlam yüklü, sanki soyguncu,
hırsız ve gasıp gibi anlamlarda kullanılmıştır. Çünkü dönemin Marksist değer
yargıları zenginliğe düşmandı. Zenginler halkın, emekçilerin düşmanı idi. Sınıf
kavgasını onları tepelemek için vermeliydik. Hatta o dönemde “sınıf barıştırıcı” olmak bile suçtu. Sonra
"el atası" oldu (İsmail-İbrahimov,1994,41-55).
Aynı kişi aynı ülkede bugün ilin, ülkenin atası ilan edilmiştir... Tarihçi bu
değerlendirmeleri dikkate alırken, hükümlerin ardındaki faktörleri de dikkate
almalıdır. Her rejim ve her kişi kendi kültür ve ideoloji dünyasının kodlarına
uygun belgeler üretir; biz tarihçiler de o belgeleri “güvenilir” olarak
kullanırız.
Bu hususta Yusuf Akçura'nın anıları
da bize aynı fikirleri ihsas ettiriyor. Çevre, rejim, din ve ideoloji gibi
faktörler kişileri nasıl etkiler? Bu sorunun en güzel cevabı olacak biyografi
Yusuf Akçura'nın biyografisidir. O da hayatının farklı coğrafyalarda geçen
farklı kesimlerinde farklı davranmıştır. Bir zamanlar hem sola yakın hem de
Pantürkizm'in babası olan Akçura, Türkiye'de Atatürk Cumhuriyeti'nin sadık
aydınlarından biri olarak tarihe geçmiştir (Georgeon, 1986). Oysa sonraki
yıllarda milliyetçilerin ve özellikle Turancıların idollerinden biri olmuş,
onların idolü olduğu oranda sol ve cumhuriyetçi aydınlar tarafından unutulmaya
başlamıştır.
Toplumlara mal olmuş, kitleleri
yönlendiren kişilerin geçmişleri, etkileri, inançları, kin ve sevgileri, özel
hesapları, diğer bir ifade ile hususi hayatları bazen umumi hayatı da
etkilemektedir.[10]
Buna örnek olarak genç Mustafa Kemal'in Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan
ile evlenmek istediğini, ancak Sultan'ın Şehzade Ömer Faruk Efendi'yi seçtiğini
hatırlayıp şöyle bir soru sorsak (Kırmızı, 2013,11): O evlilik gerçekleşseydi,
M. Kemal saraya damat olsaydı. -Mütareke döneminde İstanbul'da Harbiye Nazırı
olmak istemiş ve olamamıştı.- Önce Nazır sonra Sadrazam olsaydı... Saraylardaki
hayatı bırakıp Ankara'nın bozkırına kurbağa vakvakları dinlemeye[11]
gider miydi? Saltanatı ve hilafeti kaldırır ve kayınpederini, Osmanlı ailesini
ve sevgili eşini yurt dışına sürer miydi?[12]
Kişinin içinde farklı özgeçmişlerin farklı benler beslediğini düşünen
araştırmacıların fikirlerini biliyoruz(Kırmızı, 14).[13]
Farzımuhal Mustafa Kemal ile, yaşamış Kemal Atatürk arasında, tarihi rolleri ve
bulunacakları yerlerin koordinatları arasındaki fark bu yaşanılan farklı
özgeçmişle açıklanabilirdi. Bu koordinatlar hem kişi hem de onun uyum veya
çatışma içinde bulunduğu çevreler açısından değerlendirilmelidir. Hangi
koordinatta ve hangi irtifada olduğunu bilmeden bir nesneyi tanımlamak, yerini,
gücünü, kapasitesini ve sair özelliklerini anlatmak nasıl imkânsız ise,
kişilerin de zihin, inanç, politika ve ideoloji dünyalarının koordinatlarını
öğrenmek de aynı şekilde onları iyice tanıma ve tanıtmamıza yardımcı olacaktır.
Osmanlı'dan Cumhuriyete
Türkiye'deki Durum
Türkiye'de anı, günlük ve benzeri
notlar yazma geleneğinin çok zayıf olması biyografi yazarlığının en büyük
talihsizliğidir. Belli alanlarda toplumu etkileyen kişiler bu tür notları
tutmanın dışında otobiyografilerini de yazarlarsa diğer araştırıcıları da bu
işe teşvik etmiş olacaklardır. Üstelik anı, günlük ve otobiyografi tarzları
kişinin tarih karşısında kendini savunması demek oluyor ki, savunma vermeden
bir kişinin hakkında hüküm verilmesi nasıl sağlıksız ise, böyle bir biyografi
yazarlığı da aynı şekilde sağlıksız sayılmalıdır. Bu az yazma kusurumuza rağmen
Türk tarihçiliğinde biyografi yazıcılığı belli bir gelişim içindedir. İslam
ülkeleri tarih yazıcılığı içinde "Tabakât" kitapları gerek bir
kişinin hayat ve sanatını anlatan, gerek ansiklopedik biyografi (hal
tercümeleri) kitapları olarak önemli bir geleneği oluşturmuşlardı. İslami
ilimlerden sanatlara kadar bir çok alanda yazılan tabakât kitapları Batı
biyografi geleneğinden daha geri değildir. (Tabakât, TDVİA C.39,288-301).
Osmanlılarda bu gelenek Taşköprülüzade'nin Şakayiku'n-Nu'maniyye'si ile en
bariz örneğini vermiştir. Gelibolulu Mustafa Âlî'den Katip Çelebi'ye kadar bu
alanda bir çok biyografi yazarı eser vermiştir. (Özcan, 299-301). Osmanlının klasik
dönemlerinde biyografi ve monografiyi andırır çalışmaları geçiyoruz. Ancak son
dönemde Bursalı Mehmet Tahir, (Tahir,1972-1975) İbnül Emin Mahmut Kemal İnal (İnal
1965,1970,1998) ve Mehmet Süreyya Bey gibi otoriteleri hatırlatmalıyız. Bu
çalışmalar toplu biyografik eserlerdir. Ancak müstakil biyografiler de
yazılmaktadır. Tarihçiliğin gelişmesi için olduğu kadar, genel kültürel zeminin
yükselmesi için de, bu tür çalışmalar kaçınılmazdır. Biyografik malzeme tarih
yazımını hem desteklemekte hem de tarihten destek almaktadır (Ortaylı, 2009,
142).
Biyografi Üzerine Son Dönemdeki
Metodolojik Anlayış ve Denemeler
Artık günümüzde birçok tarihçi
biyografi için yeni arayışlar ve denemeler içindedir. Metot, kavramsallaştırma,
kaynak kullanımı, yapı ve üslup için yeni yaklaşımlar gibi konularda yeni eğilim ve denemeler görülmektedir: (Laessig,
48-54).
1-Yazılan hayatın biyograf
tarafından "kurgulanmış bir plan" olduğu anlayışı eleştirilmektedir.
Yazarın kendi epistemolojik ilgi ve sınırlarını, kaynak sorunlarını, yapı ve
sunumun arkasındaki esasları ve yorumların koordinatlarını açığa çıkarması ve
okuyucuya kesin deliller sunması beklenmektedir.
2- Geleneksel tarihçilikte olduğu
gibi, anlatı tarz ve anlayışı artık biyografide de terk edilmektedir.
Ulysses'deki gibi hiçbir şekilde bir hikaye anlatmayan, hayatı bağımsız
bölümler halinde tasavvur eden roman benzeri biyografiler yazılabilir. Çizgisel
anlatımlar yerine süreksizlik ve aynı yaşamın farklı zaviyelerden yorumlanması
deneniyor.
3-Bireyin ortaya çıkışında yakından
uzağa doğru çevresel halkaların ihata ediciliği çok iyi fark edilmektedir.
Yazılan öznenin ait olduğu dönem, sosyal, kültürel, dini, etnik, politik
belirleyiciler veya bu yazıda adlandırılan şekliyle çoklu koordinatların
dikkatle işlenmesi eğilimi oluşmaktadır. Bu sosyal çevre etkisini hiçbir tür
biyografi kadar derinlemesine işleyemez. Christoph Gradmann'ın
"bireyselleşmiş sosyal yapı" (Laessig, 51) dediği bu yapı, ne birey,
ne toplum, toplum içindeki birey olarak açıklanmaktadır. Bu haliyle son biyografik
çalışmalar sosyal tarihi yerinden etmedi, onunla birlikte ve/ancak onun ihmal
ettiği bireyi çevresiyle birlikte açıklamaya başladı.
4-Psikoanalitik yaklaşımlardan
modern tıbbın emrimize sunduğu cinsiyet ve beden tarihi ile ilgili malumatı ne derece
kullanacağız? Kişinin hayatındaki bazı "şehevi detaylar" ve
cinsellikleri, onun şahsiyetini ve tarihteki rolünü açıklama durumundaysalar,
onları nereye kadar biyografik veri, nereden sonra röntgencilik sayacağız?
Halen tartışılmaktadır, daha da tartışma bir süre devam edecek gibidir.
5-Yazar ile konusu arasında
etkilenmeler söz konusu olduğuna göre, empati, sempati ve antipatiler
gelişecektir. Buna dikkat edilmelidir, diyor; önceki sayfalarda açıklandığından
geçiyoruz.
Biyografi tarihi kimin yaptığına
bakmadan, -ister kahramanlar ister cemiyet olsun- kayda değer verilere sahip
hususi hayatları bize öğretmenin ötesinde, onları çevreleriyle beraber,
etkiledikleri ve etkilendikleri halelerle birlikte ele almaya başlamıştır.
Sosyal tarih, yapısalcılık ve Annales ekolü gibi grupların muhalefeti son
yıllarda zayıflamış ve biyografi tabir caizse sosyal tarihle yakınlaşma
sürecine girmiştir. Kişiyi toplumdan tecrit mümkün olmadığına göre toplumsal
olguların bireylerden bağımsız olabileceğini düşünmek en azından bazı
gerçekleri görememek anlamına gelir.
Kötü biyografilerle devlet ve toplum
yapısında kişi kültü yaratma, karizmatik hakimiyetler ve totaliter rejimler
kurma emellerine hizmet edileceği gibi, iyi biyografilerle de bizi bu
hastalıklardan koruyabilecek entelektüel çabalara katkı sağlayabiliriz. Son
yıllarda Almanya'da biyografiye ilginin artması, bu "şairler ve düşünürler
toprağında" insanların neden katil bir rejimi desteklediğini sorgulama
kültürünü geliştirecektir. Zaten Anglo-Amerikan tarihçiliğinde biyografinin
gelişkin olması bu iki ülkede kıta Avrupa'sına oranla liberal anlayışların daha
güçlü olmasına bağlanabilir.
Toplumların genel kalkınma ve kültür
seviyeleri yükseldikçe ve demokrasi yerleştikçe bireylerin de daha sağlıklı
değerlendirileceği, kişiye tapınma ve kulluk kültürünün zayıflayacağı
aşikardır. Böyle bir ortamda biyografi geleneğinin de güçleneceği izahı
gerekmeyecek bir vakıadır. Dinlerin mensupları, devletler, partiler, ideolojiler
ve çıkar grupları belli kişileri övmek ve karşıtlarını yermek isteyeceklerdir.
Hain ve kahraman yaratma eğilimi dediğimiz bu hastalık da en iyi şekilde
bilimsel biyografiler geleneği ile tedavi edilebilir.
Biyografi günümüzde soyuttan somuta
ve sistemden bireye olan dönüşümü desteklemektedir. Devrimler ve ideolojiler
çağı geçmiş, özne olan birey ve uygulamaları gündemde yerini almaya
başlamıştır. Böylece sosyal tarihin görmediği birey, cemiyet içinde etkileri ve
rolleriyle birlikte tarih ilmindeki yerini almaya başlamıştır. Artık tipik
hayatların ötesinde alternatif yaşantılar ve uç örneklerin farklılıkları
tanınmaya başlanıyor. Kolektif biyografiler yoluyla grupların ortak kimlikleri
daha iyi tanımlanıyor.
Ayrıca biyografi somut, bir kişiye
yönelmiş bir çalışma olduğundan, okuru diğer türlerden daha fazla duyarlı yapan
bir alandır. Dolayısıyla metodolojik uzlaşmayı diğerlerinden daha çok teşvik
eder. Gündelik hayatı daha iyi kavratır, hassasiyetleri artırır. Hem bireyi,
hem çevresindeki etkilenmeler zincirini kavramamızı sağlar. Birey konulu
kültürel çalışmaların da alt yapısını güçlendirir. Edebiyattan, sinemaya,
tiyatrodan plastik sanatlara kadar birçok alana bu yönüyle katkıda bulunur.
Akira Kurosava ve Bernardo Bertolucci gibi başarılı yönetmenler herhalde böyle
ortamlarda daha başarılı eserler yaratır. Bertolucci'nin elinde iyi
biyografiler olmasaydı "Son
İmparator" ve "Küçük Budha"
çalışmaları bu nefasette eserlere dönüşebilir miydi?
Biyografisi
yazılacak kişiyi değerlendirirken Odin, Firavun ve Molok gibi ilahi sıfatlarla
iktidarını perçinleyen tanrı/tanrı-krallardan ve yöneticilerden günümüze kadar,
insanlığın takip ettiği çizgiyi veya skalanın neresindeki bir toplumu
incelediğimizi dikkate almalıyız. Zira kişilerin halk indindeki konumu gerçeklerden
farklı olabiliyor. Bizim halkımız boşuna dememiş: Şeyh uçmaz, müridi uçurur.
Biz tarihçiler de sonradan o müritlerin yazdıklarını ana kaynak olarak
değerlendiriyoruz. Şeyhine, müridine, paşasına veya bilmem hangi sıfat veya
unvanı taşıyan efendisine düzdüğü methiyeleri dikkate alarak yazacağımız
biyografiler de birer methiye olacaktır.[14] Biyografi
ölü bir kişinin hayatını kağıt üzerinde canlandırmaktır. Yanlış yazıldığında
şarkının birinde söylendiği gibi müteveffanın "beni baştan yarat" diye
haykırması mı gerekecektir. Binlerce örneği olabilecek bir hayatı tek bir
kalıba döker gibi yazmak, onu değiştirilmesi imkansız bir hale sokmaktır (Kırmızı,
2013.26). Bu da bir vebali beraberinde getirmektedir. Tekdüze bir biyografi,
bir kişinin görüp açıklayabileceği basitlikte bir çalışma, en hafif
söylenişiyle hayatını yazacağınız kişiyi ruhundan ve benliğinden soyutlayıp
basit bir kas ve kemik yığını olarak sunmaktır. Herhalde bu tavır epistemik ve
ontolojik bir cinayet sayılmalıdır.
Kaynakça:
1-
Bostan, H., (2013) Neydim Ne Oldum?:
Amerika'da Köleleştirilen Afrikalı Bir Prens, (Haz. A. Kırmızı) Otur Baştan Yaz
Beni Oto/Biyografiye Taze Bakışlar, İstanbul, Küre Yayınları.
2-
Breisach, E. (2007), Tarihyazımı, İstanbul,Yapı Kredi Yay.
3-
Bursalı Mehmet - Tahir (1333), Osmanlı
Müellifleri, İstanbul, Matbaa-i Amire.
4-
Carlyle, Th., (1976), Kahramanlar (Çev. Behzat Tanç), İstanbul,
Kutluğ Yay.
5-
Carr, E.H. - J. Fontana, (1992), Tarih
Yazımında Nesnellik ve Yanlılık, Ankara, İmge Kitabevi.
6-
Certau, M. de, (2009), Tarih ve
Psikanaliz, (Çev. A. Sönmezay), İstanbul, İş Bankası Yay.
7-
Genç, Ö., (2013), Birleşik Avrupa'nın
Mimarı Şarlman ve Karolenj Rönesansı, Ankara.,Lotüs Yay.
8-
Georgeon, F., (1997), Türk
Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura, Ankara, Yurt Yay.
9-
Giddens, A., (2005), Sosyoloji Kısa Fakat Eleştirel Bir Giriş,
Ankara, Phoenix Yay.
10-
Göka, E.,(2011) "Tarih ve Psiklojik Bilimler: Bir İmkân Olarak Sosyal
Psikoloji ve Psikodinamik Yaklaşım" Vahdettin Engin-Ahmet Şimşek (ed.)Türkiye'de Tarihyazımı, İstanbul, Yeditepe
Yay.
11-
Halkin, L. E. (1989), Tarih Tenkidinin Unsurları, (Çev. B. Yediyıldız), Ankara,
TTK Bas.
12-
Heyet, (1339), Hilafet ve Milli Hâkimiyet, Ankara, Matbuat ve İstihbarat Matbaası.
13-
İnal, İ. M. K., (1965), Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar, İstanbul,
MEB Basımevi.
14- "
" , (1970), Son Hattatlar, İstanbul, MEB. Bas.
15-
" " , (1998), Son Asır Türk Şairleri, İstanbul, Dergay Yay.
16-
İsmail, M.-M. İbrahimov, (1994), El Atası,
Baku, Azerbaycan Dövlet Neşriyyatı.
17-
Kafadar, C., (2012), Kim Var İmiş Biz
Burada Yoğ İken, İstanbul, Metis yayıncılık.
18-
Kafesoğlu, İ., (1983), Türk Milli
Kültürü, İstanbul, Boğaziçi Yay.
19-
Kerim Sadi, (1994), Türkiye'de
Sosyalizmin Tarihine Katkı, İstanbul, İletişim Yay.
20- Kırmızı, A., (Haz.), (2013), Otur
Baştan Yaz Beni, İstanbul, Küre Yayınları.
21-
Laessig, S., (2013), "Modern
Tarihte Biyografi- Biyografide Modern Tarihyazımı", Otur Baştan
Yaz Beni, (Hazırlayan Abdulhamit Kırmızı), İstanbul, Küre
Yayınları.
22
- Mehmed Süreyya, (1990), Sicill-i Osmanî,
İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay.
23-
Memmedov, V., (1976) Ekinci
Gezeti, Bakı, Azerbaycan Dövlet Neşriyatı
24-
Ortaylı, İ., (2009), Tarih Yazıcılık Üzerine, Ankara, Cedit
Neşriyat.
25-
Özcan, A., "Tabakat" (Osmanlı
Dönemi), TDVİA C.39. İstanbul, TDV
Yay.
26
- Sakal, F., (1999), Ağaoğlu Ahmed Bey, Ankara, TTK Basımevi.
27-
Sakal, F., (2012) “Medeniyet Tarihinde
Din Faktörü”, Prof. Dr. Enver Konukçu
Armağanı, Ankara, Berikan
Yayınevi.
28-
Toffler, A., (2008), Üçüncü Dalga Bir Fütürist Ekonomi Analizi
Klasiği, İstanbul, Koridor Yay.
29-
Weber, M., (1986), Sosyoloji Yazıları (Türkçesi Taha Parla), İstanbul, Hürriyet Vakfı
Yay.
30-
Zweig, S., (bas. tar. yok) Yıldızın Parladığı Anlar, Ankara,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayını.
Ek:
· OMÜ, Fen-Ed. Fak. Tarih
bölümü, Samsun, fahris56@hotmail.com
[1] Bu,
çocuklarda görülen egosantrizm halinin gelişmemiş toplumlardaki benzeridir.
Çocuğun, hayatı bütün yönleriyle kavrayamayan masumiyeti ile paralel bir durum
bu gelişmemiş toplumlarda görülür. Çocuklara göre kendi babaları herkesin
babasını döver, aynı şekilde geri kalmış ve açık olmayan toplumların liderleri
de herkesin liderinden üstündür. Bu toplumların hemen hepsinde şu öğünme
örnekleri görülür: "Ne mutlu bize ki, bu yüzyılın en büyük lideri bizden
çıktı, kıymetini bilelim."
[2] Bir
yanlış anlamaya yer bırakmamak için belirtmeliyiz ki, bu büyüklere tapınma
eğilimi sadece dindar çevrelerin zaafı değildir. XIX. ve XX. yüzyıllar nice
ateist veya laik/seküler lider çıkarmıştır ki, tarihin eski çağlarında
göremeyeceğimiz ölçüde abartılı ve üstelik eskiçağda göremeyeceğimiz sığlık ve
kabalıkta "önder" profilleri çizilmiştir.
[3] Selçuk
Bey'in torunlarından birinin adının Kutalmış (Kut almış, Tanrı'dan Türk
devletini yönetme yetki ve yetisi almış) olduğunu biliyoruz.
[4] Örneğin
Annales ekolünden Jacques Le Gof biyografik çalışmalar yapmış ve biyografiyi
"tarihi metodolojide var olan temel problemleri irdelemek için
"ayrıcalıklı bir bakış açısı" olarak görmüştür. S. Laessig, s.34.
[5] Burada
Sultan İbrahim'in şehzadeliğinde yetişme tarzından bir kesiti örnek olarak
hatırlatmak istiyoruz: Gelecekte koca bir cihan imparatorluğunun başına geçecek
olan İbrahim şehzadeliğini eğitim alanlarında ve mekteplerde değil, zindanda
geçirmiştir. Dışarıda IV. Murad kasırgası eserken koridorda şehzadenin yanına
gelen kişilerin ayak sesleri onu hem ümitlendirmekte, hem de korkutmaktadır.
Gelenler "Sultan Murad vefat etti, sizi cülus için götürüyoruz"
diyebilecekleri gibi; cellatlar geliyor olabilir ve onu oracıkta yağlı urganla
boğabilirlerdi de. Böyle bir halet-i ruhiye içinde yetişen bir kişi sonra tahta
geçince, bu defa kendisini tahttan indirmek için tertip yapanlar olduğunu da
düşünecek ve herkese şüphe ve endişe ile bakacaktır. Bu kabil şahsiyetlerin
çözümlenmesi için klasik psikolojiden sosyal psikolojiye ve psikanalize kadar birçok
sosyal bilim dallarına mensup insanların müşterek çalışması gerekli, hatta
zorunludur.
[6]Burada
Göka'nın bahsettiği "Türk Grup Davranışı" bilgisi, yakın yıllarda
yaşadığımız bir tecrübeden bazı sonuçlar çıkarmamızı sağladı: 1990'ların
sonlarında iki farklı ülke olan Türkiye ve Arjantin'de büyük bir ekonomik kriz yaşandı. Türkiye'deki
kriz daha derin olduğu halde, Arjantin'de mağazalar yağmalanırken aynı olaylar
burada yaşanmamıştı. İslam'dan tasavvufa, kültürden terbiyeye kadar herhalde
"Türk Grup Davranışı" etkilerini karşı tarafta da Arjantin Grup
Davranışı etkilerini düşünmeliyiz, diyeceğim geliyor, ama "destursuz bağa
girmeyelim" diyor ve değerlendirmeyi alanın uzmanlarına bırakıyorum.
[7] Ünlü
İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, bilindiği üzere tarihi ve siyasi simalarla
ilgili çok tutulan filmler yapmıştır. "Usta" bu filmlerin hazırlığı
aşamasında ister İtalyan sineması yapımı olsun, ister Hollywood'da olsun ülkesinin,
diğer batılıların ve ABD'nin biyografi alanındaki literatürünü iyi taramakta ve
mevcut bilgi havuzunu iyi kullanmakta idi. Mesela Budha'nın tarihin sisleri
arasındaki dinî ve menkıbevî kişiliği etrafında örülen inanç ve bilgi halesini
mükemmel anlatan eserler olmasaydı Bertolucci'nin ustalığı ne kadar işe yarardı
ki?
[8]
Gençliğinde kullandığı soyadıdır. Mesela Ahmed Bey yaşadığı ülkeye ve devire
göre soyadı kullanmak zorunda kalmıştır. Bu değiştirmeli isim macerası bile
coğrafi ve kültürel kodların yaşanılan yer ve zamanla, yani bulunulan
koordinatlarla ilişkisi çok manidardır. Ahmed Bey'in kullandığı isimler
kronolojik sırayla: Ehmed Bey Agaef, Ahmed Agayef, Ağaoğlu Ahmed, Ahmet
Ağaoğlu. Bu değişimin açıklanmaya muhtaç sebepleri vardır.
[9] Bu sözün
bir benzeri de Gazi Mustafa Kemal tarafından söylenmiştir. Biyografi yazarlığı
açısından güzel bir örnek ile burada karşılaşıyoruz: İki tarihi simanın
biyografisi açısından da değerlendirilecek bir soru: Bu söz kime aittir ve kim
kimden etkilenerek bu sözü söylemiştir. Kaynak kişi ve nakleden kişinin tespiti
de önemlidir.
[10] Osmanlıcada
bulunan bir söz bu konuyu aydınlatmak için söylenmiş gibidir: "Umumî
adamların hususî hayatları olmaz".
[11]
Batılıların Ankara ile ilgili ilk haberlerinde sıkça yapılan benzetmelerden
biridir.
[12]
Tarihçilik tekniğinde böyle sorulara yer olmadığını biliyoruz. Ancak
yaşananların ve yapılanların insan kimliğini nasıl etkilediğini ve bu etkilerin
biyografi öznesi olacak kişinin icraat ve hissiyatını nasıl değiştirebileceğini
göstermek istedik.
[13] Antropolog
Katherine Ewing hepsi ayrı özgeçmişlere sahip farklı ben'lere sahip olduğumuzu
düşünüyor.
[14] Bundan
5-6 yıl kadar önce iki üsteğmen bölümdeki odama gelip benden Atatürk'ün bir
vecizesini hatırlatarak "bu sözlerinden hareketle Atatürk'ün milletini ne
kadar çok sevdiğini nasıl ispatlarız?" diye sordular ve yardım istediler. Düşündüm, o sözlerden hareketle millet
sevgisi ile ilgili bir değerlendirme yapılmayacağı kanaatine vardım. Ancak bunu
onlara nasıl söylersin? Konu ellerine verilmiş ve oradan Atatürk lehine bir
şeyler çıkarmaları istenmiş veya onlar öyle hissediyor. Ortaokulda vaktiyle
yapıldığı gibi "bu sözleri açıklayan bir kompozisyon yazsak neleri, hangi
argümanları savunur, hangi örnekleri veririz" sorusunu sorsalar bir şeyler
söylerdik. Ama bir sözünden hareketle o sözle ilgisiz bir alanda Atatürk övgüsü
yapmak istiyorlardı. Bazı kitapları gösterdim, onlara bakmalarını söyledim.
Kitapları aldılar, gittiler. İsimlerini yazmamıştım, kitapları da bir daha geri
getirmediler. İşte bu tavırdır ki Türkiye'de henüz kendisine layık bir Atatürk
biyografisi yazılamadı. En az bir yüz yıl daha yazılacağına da inanmıyorum. Ama
yabancılara bu işi havale edip, sonuçta bir yaptırım uygulamayacağımız
garantisi verirsek belki onlar yazabilir. Tabii gönül isterdi ki Atatürk
biyografisini bir Türk yazsın! İnşallah gelecek yüzyıla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder