12 Şubat 2014 Çarşamba



             İTTİHATÇILIK VE DEVLET

                                                                                                        Doç. Dr. Fahri SAKAL


            Abdülhamid II devrinde “hürriyet” kavgası veren ve bu yolda Osmanlı ile görülecek hesabı bulunan yerli yabancı herkesle işbirliği yapan İttihatçılar, 1908 ve 1909 yıllarında iki hareketle Meşrutiyeti ilan etmeyi başarmışlar ve gerçekten partileri, dernekleri ve özgür basını ile Osmanlı Devleti tam bir yasaksız demokrasiye yaklaşmıştı. Ancak İttihatçılar rejime tam hâkim olmadıklarından dolayı suikastlarla, darbelerle ve sair metotlarla iktidara yaklaşmaya çalışıyorlardı. Bu dönemde subaylar gırtlağına kadar siyasetle ilgileniyor, şurada burada darbe veya birilerine suikast hazırlıkları ile meşgul oluyorlardı. Trablusgarp’tan binbaşı M. Kemal (Atatürk), yazdığı bir mektupta askerin siyasetle iştigalini men ettiği için bu darbeci subay ve Jöntürk takımının kendisini idama mahkûm ettiklerini, askerin politikaya bulaşması yüzünden kurtarmak istedikleri Osmanlı Devleti’nin vaktinden önce yıkılacağını, esir, sefil ve perişan olacağımızı bildirmişti. (Bugünün Atatürkçüleri bu bilgiyi yok farz ediyorlar!) T. Zafer Tunaya’nın tesbitlerine göre İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde 44 adet parti ve dernek yasaksız olarak faaliyetini sürdürüyor ve onların çizgisinde basın yayın büyük bir özgürlükle faaliyetlerini devam ettiriyordu. 1913 Darbesiyle İttihatçılar tam iktidara gelebilmek için rakiplerinin kimini öldürmüşler, kimini yıldırmış ve korkutmuşlardı. Böylece tam iktidar olup, vaktiyle Abdülhamid’e karşı müdafaa ettikleri hürriyeti ve partileri yok etmişler; diğer bir söyleyişle 44 kadar parti ve derneğin içinde İttihatçı olmayanların tamamına yakını kapatılmış ve tam bir diktatörlük rejimi kurulmuştu. Bahsettiğimiz 1909–1913 dönemi tarihimizde tam ve yasaksız demokrasi sayılabilecek tek dönemdir. 1920’den 1923’e kadar geçen I. Meclis dönemindeki 1. ve 2. gruplar da birer parti gibi sayılmakta ve bu devir de kısmi bir demokrasi dönemi olarak araştırıcılar tarafından kabul görmektedir.
            Ancak Cumhuriyetin de ilan edildiği 2. meclis döneminde 2. grup tasfiye edilmiş ve tarihimizde CHP’nin tek parti olarak ve onun çizgisindeki Halk Evleri’nin de tek dernek olarak kaldığı bir döneme girilmiştir. Hatta gazeteler de aynı şekilde kapatılmış ve tek parti ideolojisine hizmet etmeyenler kapatılmıştır. Öyle ki Zonguldak’ta grizu facialarını yazan gazeteler bile kapanmaktan kurtulamamıştı. Bu tek partili ve tek dernekli dönem ikinci dünya harbinin sonuna kadar sürmüş ve Sovyet tehditleri karşısında artık bağlantısız ve tarafsızlık politikasını sürdüremeyeceğini anlayan İ. İnönü, çok partili hayatı desteklemeye başlamış ve bu ortamda Demokrat Parti’nin kurulmasını desteklemişti.
            İnönü’nün bu desteğine rağmen, DP’yi kurduran iç ve dış politik şartlardan habersiz olan CHP kadroları Demokratları iyi karşılamamış, daha önceki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’na yaptıkları gibi düzme bahanelerle Demokrat Parti’yi de kapattırmak istemişlerdi. Tabiatıyla kapatırlarsa dünyada nasıl yalnızlığa düşüleceğinden habersizdiler. Elimizdeki bir belgeden bazı bilgileri Türkiye’de ilk defa okurlarımızla paylaşıyoruz. Demokrasi Tarihimizin çok manidar bir gerçeği olarak değerlendirilmelidir.
            Belge 17. 9. 1949 tarihli ve CHP Üsküdar- Salacak Semt Ocağı Başkanı Orhan Ilgın imzalıdır: “Devleti, Milleti ve binnetice Yüce Partiyi yarının felaketlerinden uzak bulundurmak için muhalefet partilerine karşı mutlak ve sağlam varlıklara ihtiyacımız olduğunu his ediyor ve bu varlıkları ihtirasla kendimize bend etmenin lüzumuna inanıyoruz. Sağlam, devamlı ve mutlak olanı taleb ediyor, sarsılabilen ve karışık olan şeylere karşı müsamahalı davranmayı lüzumsuz bir hareket olarak düşünüyoruz.
            Bu günün başıboş hareketlerini hoş görmüyor, iyiyi değilse bile, hiç olmazsa tahammül edilebilen ve vasat bir duruma götüren, arabulucu bir şeklin ikamesinin dahi lüzumsuzluğuna kail bulunuyoruz.
            Kanunlarımızı haksız bulduklarından bahisle memlekete isyan tohumları atan muhalifler bünyelerinde kuvvet mevcut olan o kanunlara itaat ettirilmelidirler. Kuvvetin mevcudiyetini hatırlamayan bu efendilere kudret ve kuvvetimizin gösterilmesi zamanı gelmiştir. Unutmamalıdır ki kuvvet kürrei arzda yalnız hakiki hukuk değil,  meşru hukuktur da. Kanunlar aklıselim veya bir araya gelerek telif -i beyn(beyan?) etmiş şahısların armonisi değil, zaman ve mekâna bağlı olan devlet ve memleket menfaatinin kuvvetli bir koruyan unsurudur ki, memleketinin bekasını isteyenler buna itaate mecburdurlar. Bazı kanunlar hakikaten haklı olmaya bilirler, fakat bu haksızlık memleketin menafii umumiyesi icabı ise haklı sayılmalı ve onlara itaat edilmelidir. İcab ederse kuvvetin eli altında bulunmayan başka bir hakkın mevcut bulunmayacağı kendilerine anlatılmalıdır. Lüzumu halinde cebredilmelidirler.
            Onlar bilmelidirler ki karar verme hakkı kuvvetlinin,  yani iktidarın elindedir ve bu daha pratiktir. İktidar haklı ve kuvvetli olduğu ve başlı başına bir kuvvet teşkil ediğinden dolayı ona hörmet ve itaat elzemdir.
            Muhalefet öğrenmelidir ki memleketin idarecisi Halk Partisi’dir. Her siyasi teşekkül kendine mahsus sahada çalışmalı ve hududu geçmeye teşebbüs etmemelidir. Aksi halde bizim gibi küçük devletlerde bu bir felaket olur ki tarihi hayatın akışı göz önündedir.
Abdülhamid II devrinde “hürriyet” kavgası veren ve bu yolda Osmanlı ile görülecek hesabı bulunan yerli yabancı herkesle işbirliği yapan İttihatçılar, 1908 ve 1909 yıllarında iki hareketle Meşrutiyeti ilan etmeyi başarmışlar ve gerçekten partileri, dernekleri ve özgür basını ile Osmanlı Devleti tam bir yasaksız demokrasiye yaklaşmıştı. Ancak İttihatçılar rejime tam hâkim olmadıklarından dolayı suikastlarla, darbelerle ve sair metotlarla iktidara yaklaşmaya çalışıyorlardı. Bu dönemde subaylar gırtlağına kadar siyasetle ilgileniyor, şurada burada darbe veya birilerine suikast hazırlıkları ile meşgul oluyorlardı. Trablusgarp’tan binbaşı M. Kemal (Atatürk), yazdığı bir mektupta askerin siyasetle iştigalini men ettiği için bu darbeci subay ve Jöntürk takımının kendisini idama mahkûm ettiklerini, askerin politikaya bulaşması yüzünden kurtarmak istedikleri Osmanlı Devleti’nin vaktinden önce yıkılacağını, esir, sefil ve perişan olacağımızı bildirmişti. (Bugünün Atatürkçüleri bu bilgiyi yok farz ediyorlar!) T. Zafer Tunaya’nın tesbitlerine göre İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde 44 adet parti ve dernek yasaksız olarak faaliyetini sürdürüyor ve onların çizgisinde basın yayın büyük bir özgürlükle faaliyetlerini devam ettiriyordu. 1913 Darbesiyle İttihatçılar tam iktidara gelebilmek için rakiplerinin kimini öldürmüşler, kimini yıldırmış ve korkutmuşlardı. Böylece tam iktidar olup, vaktiyle Abdülhamid’e karşı müdafaa ettikleri hürriyeti ve partileri yok etmişler; diğer bir söyleyişle 44 kadar parti ve derneğin içinde İttihatçı olmayanların tamamına yakını kapatılmış ve tam bir diktatörlük rejimi kurulmuştu. Bahsettiğimiz 1909–1913 dönemi tarihimizde tam ve yasaksız demokrasi sayılabilecek tek dönemdir. 1920’den 1923’e kadar geçen I. Meclis dönemindeki 1. ve 2. gruplar da birer parti gibi sayılmakta ve bu devir de kısmi bir demokrasi dönemi olarak araştırıcılar tarafından kabul görmektedir.
            Ancak Cumhuriyetin de ilan edildiği 2. meclis döneminde 2. grup tasfiye edilmiş ve tarihimizde CHP’nin tek parti olarak ve onun çizgisindeki Halk Evleri’nin de tek dernek olarak kaldığı bir döneme girilmiştir. Hatta gazeteler de aynı şekilde kapatılmış ve tek parti ideolojisine hizmet etmeyenler kapatılmıştır. Öyle ki Zonguldak’ta grizu facialarını yazan gazeteler bile kapanmaktan kurtulamamıştı. Bu tek partili ve tek dernekli dönem ikinci dünya harbinin sonuna kadar sürmüş ve Sovyet tehditleri karşısında artık bağlantısız ve tarafsızlık politikasını sürdüremeyeceğini anlayan İ. İnönü, çok partili hayatı desteklemeye başlamış ve bu ortamda Demokrat Parti’nin kurulmasını desteklemişti.
            İnönü’nün bu desteğine rağmen, DP’yi kurduran iç ve dış politik şartlardan habersiz olan CHP kadroları Demokratları iyi karşılamamış, daha önceki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’na yaptıkları gibi düzme bahanelerle Demokrat Parti’yi de kapattırmak istemişlerdi. Tabiatıyla kapatırlarsa dünyada nasıl yalnızlığa düşüleceğinden habersizdiler. Elimizdeki bir belgeden bazı bilgileri Türkiye’de ilk defa okurlarımızla paylaşıyoruz. Demokrasi Tarihimizin çok manidar bir gerçeği olarak değerlendirilmelidir.
            Belge 17. 9. 1949 tarihli ve CHP Üsküdar- Salacak Semt Ocağı Başkanı Orhan Ilgın imzalıdır: “Devleti, Milleti ve binnetice Yüce Partiyi yarının felaketlerinden uzak bulundurmak için muhalefet partilerine karşı mutlak ve sağlam varlıklara ihtiyacımız olduğunu his ediyor ve bu varlıkları ihtirasla kendimize bend etmenin lüzumuna inanıyoruz. Sağlam, devamlı ve mutlak olanı taleb ediyor, sarsılabilen ve karışık olan şeylere karşı müsamahalı davranmayı lüzumsuz bir hareket olarak düşünüyoruz.
            Bu günün başıboş hareketlerini hoş görmüyor, iyiyi değilse bile, hiç olmazsa tahammül edilebilen ve vasat bir duruma götüren, arabulucu bir şeklin ikamesinin dahi lüzumsuzluğuna kail bulunuyoruz.
            Kanunlarımızı haksız bulduklarından bahisle memlekete isyan tohumları atan muhalifler bünyelerinde kuvvet mevcut olan o kanunlara itaat ettirilmelidirler. Kuvvetin mevcudiyetini hatırlamayan bu efendilere kudret ve kuvvetimizin gösterilmesi zamanı gelmiştir. Unutmamalıdır ki kuvvet kürrei arzda yalnız hakiki hukuk değil,  meşru hukuktur da. Kanunlar aklıselim veya bir araya gelerek telif -i beyn(beyan?) etmiş şahısların armonisi değil, zaman ve mekâna bağlı olan devlet ve memleket menfaatinin kuvvetli bir koruyan unsurudur ki, memleketinin bekasını isteyenler buna itaate mecburdurlar. Bazı kanunlar hakikaten haklı olmaya bilirler, fakat bu haksızlık memleketin menafii umumiyesi icabı ise haklı sayılmalı ve onlara itaat edilmelidir. İcab ederse kuvvetin eli altında bulunmayan başka bir hakkın mevcut bulunmayacağı kendilerine anlatılmalıdır. Lüzumu halinde cebredilmelidirler.
            Onlar bilmelidirler ki karar verme hakkı kuvvetlinin,  yani iktidarın elindedir ve bu daha pratiktir. İktidar haklı ve kuvvetli olduğu ve başlı başına bir kuvvet teşkil ediğinden dolayı ona hörmet ve itaat elzemdir.
            Muhalefet öğrenmelidir ki memleketin idarecisi Halk Partisi’dir. Her siyasi teşekkül kendine mahsus sahada çalışmalı ve hududu geçmeye teşebbüs etmemelidir. Aksi halde bizim gibi küçük devletlerde bu bir felaket olur ki tarihi hayatın akışı göz önündedir.

—İtalik kısım bir arşiv kaynağından alıntıdır. Arşiv numarası elimizdedir ve imla hataları metnin orijinalindedir. Aslına sadık kalınmıştır.-
           
Parti, kendini selamete erdiren planına göre, davasının karşısına muhalefeti bir engel olarak koymuştur ki böylece partinin davası memlekette daima tehlikeye maruz ve ümitsiz bir durumda bulunduğu hissini uyandırmaktadır. Bu davayı temsil eden birkaç kişi de yaradılışının icabı rakipleri gibi bozuk çıkmışlardır ki, yalnız Halk Partisi’nin lütfu onları ayakta tutmuştur. Fakat bugün bu lütuf da tehlikeye maruz bulunmakta olduğu içindir ki, buna son vermek lazımdır. Çünkü lütuf ve himaye hiçbir zaman sağlam bir mülk değildir.           
            Bütün insanların içlerinde tabii bir şekilde mevcut olan hukuk fikrinin kabili tatbik olamayacağı aşikâr bir keyfiyettir. İlk cemiyetlerde bile tabii hukuk kabileler ve hatta fertler arasında bitmez tükenmez mücadelelere yol açmış ve bu mücadeleler neticesindedir ki tabii hukukun yerini bu gün de cari olan kuvvetlinin hukuku almıştır. Devletimizin ve hükümetimizin devamı, fertlerin saadeti için birçok kaidelere bağlı olmadan, yerini temin eden, isyanların önüne gecen ve kanunu kendi kudret ve kuvveti üzerine kurulmuş bulunan ve lütfa varmayan, fakat müsamahakâr olan bir devlet baskısının mevcudiyetini ve harekete geçmesini arzu diyoruz.
            Bu baskıyı bir adaletsizlik saymak doğru değildir. Düşünmeli ki dünyanın kuruluşunda bile cebir vardır ve bu cemiyetlerin layık olduğu hakiki adalettir. Çünkü Allah bile bunu böyle istemiştir. Onun için devlet ve cemiyet içerisinde iyi bir vatandaş yeri tutmak takınılan tavırla, işgal edilen mevki arasında bir ahenk vücuda getirmektir ki, bu da devletin kuvvetine itaat etmekle mümkündür.
            Burada bizlere düşen vazife parti ve iktidar için mücadele etmektir. Eğer şahsi ihtiraslar partiyi zafere götürmek isteğinin altında gizlenirse, bu parti için bir felaket olur. Bunun için şahsi ihtiraslardan uzak bir mücadele ve yarından emin bir imtihan geçirmeye mecburuz. Bilmeliyiz ki muhalefet, partimize galebe çalmak için kudret ve kuvvetimizi hesaba katması ve yarının zaferi için elinde bir senet varmış gibi hareket ediyor.
            Muhalefete karşı müsamahakâr olabiliriz. Fakat bu hiçbir zaman bir acz ifade etmemelidir. Kudret ve kuvvetin partimizde olduğu her zaman için malumları olmalıdır. Her… zaman devletimiz bir emniyet devletidir. Emniyete almak istediği şey de ferdin hürriyetini, rahatlığını, huzur ve sükûnetin temini için de asayişidir.
            Bundan dolayı kuvvete dayanan ve kuvvetini muhalefete en geniş manada hissettiren ve kendisine itaati borçlu kılan ve bunun mukabili ferdin ve cemiyetin hürriyet ve emniyetini sağlayan parti hükümeti artık şımartıcı politikadan vazgeçmelidir. Memleketin mukadderatı devlet ve hükümetin idame ve bekasının buna amir olduğuna kani bulunduğumuz keyfiyetini arz ederiz.” CHP Salacak semt Ocağı İdare Kurulu Başkanı.
            Geçen haftaki yazı ile bu yazıyı birleştirip okuyunca ortaya bir faşist çıkıyor. Halkı sürü gibi kullanmak isteyen bir zorba ile tanışıyoruz... Bir militarist ki, milletten aldığı vergilerle milleti iradesinin haricinde bir düzende zapt u rapt altında tutmayı asayiş sanıyor. Öyle bir jakoben ki, kendisi gibi düşünmeyeni gayri meşru ilan ediyor, kendisinin yaptığı kanunları tenkit etmeye kalkanı ezilmeyi hak eden acizler ve zavallılar olarak görüyor. İşte bu öyle bir zihniyet uru, öyle bir ideoloji kanseridir ki, kendisini siyasi sebeplerle protesto edeni “baldırı çıplaklar” olarak tanımlıyor… Aklı sıra Avrupai sandığı bazı semtlere köylüleri sokmuyor… Halka “Haso Memo” diye aşağılayıcı sıfatlar takıyor… Hem halka giydirdiği şapkayı bir taraftan “devrim” kıyafeti ilan ediyor, hem de siyasi rakibini “kasketliler” olarak küçümsüyor. Halkın yüzde doksanında görülen kılık ve kıyafetleri “başörtüsü fahişe kıyafeti..” diye aşağıladığını sanırken, kendi yandaşlarının “cinsel özgürlük” dediğine halkın ne dediğini bile düşünemiyor. Bazen halka “bidon kafalı” derken, bazen de “göbeğini kaşıyan adam” diye hakaret ediyor… Ama işin ilginci, halk da bu hakaretlere tepki vermeyi bilmiyor.
            Şu son günlerde yaşadığımız, adeta Cumhuriyet tarihinin özeti gibi duran olayların temelindeki kültür işte bu fikir kanseridir. Halk uyanınca bu kanserden kurtulmanın yollarını düşünebilecektir. Halk uyanınca ve uyanırsa…!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder