İTTİHATÇILIK VE DEVLET
Doç. Dr. Fahri SAKAL
Abdülhamid
II devrinde “hürriyet” kavgası veren ve bu yolda Osmanlı ile görülecek hesabı
bulunan yerli yabancı herkesle işbirliği yapan İttihatçılar, 1908 ve 1909
yıllarında iki hareketle Meşrutiyeti ilan etmeyi başarmışlar ve gerçekten
partileri, dernekleri ve özgür basını ile Osmanlı Devleti tam bir yasaksız
demokrasiye yaklaşmıştı. Ancak İttihatçılar rejime tam hâkim olmadıklarından
dolayı suikastlarla, darbelerle ve sair metotlarla iktidara yaklaşmaya
çalışıyorlardı. Bu dönemde subaylar gırtlağına kadar siyasetle ilgileniyor,
şurada burada darbe veya birilerine suikast hazırlıkları ile meşgul
oluyorlardı. Trablusgarp’tan binbaşı M. Kemal (Atatürk), yazdığı bir mektupta
askerin siyasetle iştigalini men ettiği için bu darbeci subay ve Jöntürk
takımının kendisini idama mahkûm ettiklerini, askerin politikaya bulaşması
yüzünden kurtarmak istedikleri Osmanlı Devleti’nin vaktinden önce yıkılacağını,
esir, sefil ve perişan olacağımızı bildirmişti. (Bugünün Atatürkçüleri bu
bilgiyi yok farz ediyorlar!) T. Zafer Tunaya’nın tesbitlerine göre İkinci
Meşrutiyet Dönemi’nde 44 adet parti ve dernek yasaksız olarak faaliyetini
sürdürüyor ve onların çizgisinde basın yayın büyük bir özgürlükle faaliyetlerini
devam ettiriyordu. 1913 Darbesiyle İttihatçılar tam iktidara gelebilmek için
rakiplerinin kimini öldürmüşler, kimini yıldırmış ve korkutmuşlardı. Böylece
tam iktidar olup, vaktiyle Abdülhamid’e karşı müdafaa ettikleri hürriyeti ve
partileri yok etmişler; diğer bir söyleyişle 44 kadar parti ve derneğin içinde
İttihatçı olmayanların tamamına yakını kapatılmış ve tam bir diktatörlük rejimi
kurulmuştu. Bahsettiğimiz 1909–1913 dönemi tarihimizde tam ve yasaksız
demokrasi sayılabilecek tek dönemdir. 1920’den 1923’e kadar geçen I. Meclis
dönemindeki 1. ve 2. gruplar da birer parti gibi sayılmakta ve bu devir de
kısmi bir demokrasi dönemi olarak araştırıcılar tarafından kabul görmektedir.
Ancak
Cumhuriyetin de ilan edildiği 2. meclis döneminde 2. grup tasfiye edilmiş ve
tarihimizde CHP’nin tek parti olarak ve onun çizgisindeki Halk Evleri’nin de
tek dernek olarak kaldığı bir döneme girilmiştir. Hatta gazeteler de aynı
şekilde kapatılmış ve tek parti ideolojisine hizmet etmeyenler kapatılmıştır.
Öyle ki Zonguldak’ta grizu facialarını yazan gazeteler bile kapanmaktan
kurtulamamıştı. Bu tek partili ve tek dernekli dönem ikinci dünya harbinin
sonuna kadar sürmüş ve Sovyet tehditleri karşısında artık bağlantısız ve
tarafsızlık politikasını sürdüremeyeceğini anlayan İ. İnönü, çok partili hayatı
desteklemeye başlamış ve bu ortamda Demokrat Parti’nin kurulmasını
desteklemişti.
İnönü’nün
bu desteğine rağmen, DP’yi kurduran iç ve dış politik şartlardan habersiz olan
CHP kadroları Demokratları iyi karşılamamış, daha önceki Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’na yaptıkları gibi düzme
bahanelerle Demokrat Parti’yi de kapattırmak istemişlerdi. Tabiatıyla
kapatırlarsa dünyada nasıl yalnızlığa düşüleceğinden habersizdiler. Elimizdeki
bir belgeden bazı bilgileri Türkiye’de ilk defa okurlarımızla paylaşıyoruz.
Demokrasi Tarihimizin çok manidar bir gerçeği olarak değerlendirilmelidir.
Belge 17.
9. 1949 tarihli ve CHP Üsküdar- Salacak Semt Ocağı Başkanı Orhan Ilgın
imzalıdır: “Devleti, Milleti ve binnetice
Yüce Partiyi yarının felaketlerinden uzak bulundurmak için muhalefet
partilerine karşı mutlak ve sağlam varlıklara ihtiyacımız olduğunu his ediyor
ve bu varlıkları ihtirasla kendimize bend etmenin lüzumuna inanıyoruz. Sağlam,
devamlı ve mutlak olanı taleb ediyor, sarsılabilen ve karışık olan şeylere
karşı müsamahalı davranmayı lüzumsuz bir hareket olarak düşünüyoruz.
Bu günün başıboş hareketlerini hoş
görmüyor, iyiyi değilse bile, hiç olmazsa tahammül edilebilen ve vasat bir
duruma götüren, arabulucu bir şeklin ikamesinin dahi lüzumsuzluğuna kail
bulunuyoruz.
Kanunlarımızı haksız bulduklarından
bahisle memlekete isyan tohumları atan muhalifler bünyelerinde kuvvet mevcut
olan o kanunlara itaat ettirilmelidirler. Kuvvetin mevcudiyetini hatırlamayan
bu efendilere kudret ve kuvvetimizin gösterilmesi zamanı gelmiştir. Unutmamalıdır
ki kuvvet kürrei arzda yalnız hakiki hukuk değil, meşru hukuktur da. Kanunlar aklıselim veya bir
araya gelerek telif -i beyn(beyan?) etmiş şahısların armonisi değil, zaman ve mekâna
bağlı olan devlet ve memleket menfaatinin kuvvetli bir koruyan unsurudur ki,
memleketinin bekasını isteyenler buna itaate mecburdurlar. Bazı kanunlar
hakikaten haklı olmaya bilirler, fakat bu haksızlık memleketin menafii
umumiyesi icabı ise haklı sayılmalı ve onlara itaat edilmelidir. İcab ederse
kuvvetin eli altında bulunmayan başka bir hakkın mevcut bulunmayacağı
kendilerine anlatılmalıdır. Lüzumu halinde cebredilmelidirler.
Onlar bilmelidirler ki karar verme
hakkı kuvvetlinin, yani iktidarın
elindedir ve bu daha pratiktir. İktidar haklı ve kuvvetli olduğu ve başlı
başına bir kuvvet teşkil ediğinden dolayı ona hörmet ve itaat elzemdir.
Muhalefet öğrenmelidir ki memleketin
idarecisi Halk Partisi’dir. Her siyasi teşekkül kendine mahsus sahada çalışmalı
ve hududu geçmeye teşebbüs etmemelidir. Aksi halde bizim gibi küçük devletlerde
bu bir felaket olur ki tarihi hayatın akışı göz önündedir.
Abdülhamid II devrinde “hürriyet” kavgası veren ve bu yolda
Osmanlı ile görülecek hesabı bulunan yerli yabancı herkesle işbirliği yapan
İttihatçılar, 1908 ve 1909 yıllarında iki hareketle Meşrutiyeti ilan etmeyi
başarmışlar ve gerçekten partileri, dernekleri ve özgür basını ile Osmanlı
Devleti tam bir yasaksız demokrasiye yaklaşmıştı. Ancak İttihatçılar rejime tam
hâkim olmadıklarından dolayı suikastlarla, darbelerle ve sair metotlarla
iktidara yaklaşmaya çalışıyorlardı. Bu dönemde subaylar gırtlağına kadar
siyasetle ilgileniyor, şurada burada darbe veya birilerine suikast hazırlıkları
ile meşgul oluyorlardı. Trablusgarp’tan binbaşı M. Kemal (Atatürk), yazdığı bir
mektupta askerin siyasetle iştigalini men ettiği için bu darbeci subay ve
Jöntürk takımının kendisini idama mahkûm ettiklerini, askerin politikaya
bulaşması yüzünden kurtarmak istedikleri Osmanlı Devleti’nin vaktinden önce
yıkılacağını, esir, sefil ve perişan olacağımızı bildirmişti. (Bugünün
Atatürkçüleri bu bilgiyi yok farz ediyorlar!) T. Zafer Tunaya’nın tesbitlerine
göre İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde 44 adet parti ve dernek yasaksız olarak
faaliyetini sürdürüyor ve onların çizgisinde basın yayın büyük bir özgürlükle
faaliyetlerini devam ettiriyordu. 1913 Darbesiyle İttihatçılar tam iktidara
gelebilmek için rakiplerinin kimini öldürmüşler, kimini yıldırmış ve
korkutmuşlardı. Böylece tam iktidar olup, vaktiyle Abdülhamid’e karşı müdafaa
ettikleri hürriyeti ve partileri yok etmişler; diğer bir söyleyişle 44 kadar
parti ve derneğin içinde İttihatçı olmayanların tamamına yakını kapatılmış ve
tam bir diktatörlük rejimi kurulmuştu. Bahsettiğimiz 1909–1913 dönemi
tarihimizde tam ve yasaksız demokrasi sayılabilecek tek dönemdir. 1920’den
1923’e kadar geçen I. Meclis dönemindeki 1. ve 2. gruplar da birer parti gibi
sayılmakta ve bu devir de kısmi bir demokrasi dönemi olarak araştırıcılar
tarafından kabul görmektedir.
Ancak
Cumhuriyetin de ilan edildiği 2. meclis döneminde 2. grup tasfiye edilmiş ve
tarihimizde CHP’nin tek parti olarak ve onun çizgisindeki Halk Evleri’nin de
tek dernek olarak kaldığı bir döneme girilmiştir. Hatta gazeteler de aynı
şekilde kapatılmış ve tek parti ideolojisine hizmet etmeyenler kapatılmıştır.
Öyle ki Zonguldak’ta grizu facialarını yazan gazeteler bile kapanmaktan
kurtulamamıştı. Bu tek partili ve tek dernekli dönem ikinci dünya harbinin
sonuna kadar sürmüş ve Sovyet tehditleri karşısında artık bağlantısız ve
tarafsızlık politikasını sürdüremeyeceğini anlayan İ. İnönü, çok partili hayatı
desteklemeye başlamış ve bu ortamda Demokrat Parti’nin kurulmasını
desteklemişti.
İnönü’nün
bu desteğine rağmen, DP’yi kurduran iç ve dış politik şartlardan habersiz olan
CHP kadroları Demokratları iyi karşılamamış, daha önceki Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’na yaptıkları gibi düzme
bahanelerle Demokrat Parti’yi de kapattırmak istemişlerdi. Tabiatıyla
kapatırlarsa dünyada nasıl yalnızlığa düşüleceğinden habersizdiler. Elimizdeki
bir belgeden bazı bilgileri Türkiye’de ilk defa okurlarımızla paylaşıyoruz.
Demokrasi Tarihimizin çok manidar bir gerçeği olarak değerlendirilmelidir.
Belge 17.
9. 1949 tarihli ve CHP Üsküdar- Salacak Semt Ocağı Başkanı Orhan Ilgın
imzalıdır: “Devleti, Milleti ve binnetice
Yüce Partiyi yarının felaketlerinden uzak bulundurmak için muhalefet partilerine
karşı mutlak ve sağlam varlıklara ihtiyacımız olduğunu his ediyor ve bu
varlıkları ihtirasla kendimize bend etmenin lüzumuna inanıyoruz. Sağlam,
devamlı ve mutlak olanı taleb ediyor, sarsılabilen ve karışık olan şeylere
karşı müsamahalı davranmayı lüzumsuz bir hareket olarak düşünüyoruz.
Bu günün başıboş hareketlerini hoş
görmüyor, iyiyi değilse bile, hiç olmazsa tahammül edilebilen ve vasat bir
duruma götüren, arabulucu bir şeklin ikamesinin dahi lüzumsuzluğuna kail
bulunuyoruz.
Kanunlarımızı haksız bulduklarından
bahisle memlekete isyan tohumları atan muhalifler bünyelerinde kuvvet mevcut
olan o kanunlara itaat ettirilmelidirler. Kuvvetin mevcudiyetini hatırlamayan
bu efendilere kudret ve kuvvetimizin gösterilmesi zamanı gelmiştir. Unutmamalıdır
ki kuvvet kürrei arzda yalnız hakiki hukuk değil, meşru hukuktur da. Kanunlar aklıselim veya
bir araya gelerek telif -i beyn(beyan?) etmiş şahısların armonisi değil, zaman
ve mekâna bağlı olan devlet ve memleket menfaatinin kuvvetli bir koruyan
unsurudur ki, memleketinin bekasını isteyenler buna itaate mecburdurlar. Bazı
kanunlar hakikaten haklı olmaya bilirler, fakat bu haksızlık memleketin menafii
umumiyesi icabı ise haklı sayılmalı ve onlara itaat edilmelidir. İcab ederse
kuvvetin eli altında bulunmayan başka bir hakkın mevcut bulunmayacağı
kendilerine anlatılmalıdır. Lüzumu halinde cebredilmelidirler.
Onlar bilmelidirler ki karar verme
hakkı kuvvetlinin, yani iktidarın
elindedir ve bu daha pratiktir. İktidar haklı ve kuvvetli olduğu ve başlı
başına bir kuvvet teşkil ediğinden dolayı ona hörmet ve itaat elzemdir.
Muhalefet öğrenmelidir ki memleketin
idarecisi Halk Partisi’dir. Her siyasi teşekkül kendine mahsus sahada çalışmalı
ve hududu geçmeye teşebbüs etmemelidir. Aksi halde bizim gibi küçük devletlerde
bu bir felaket olur ki tarihi hayatın akışı göz önündedir.
—İtalik kısım bir arşiv kaynağından alıntıdır. Arşiv
numarası elimizdedir ve imla hataları metnin orijinalindedir. Aslına sadık
kalınmıştır.-
“Parti, kendini selamete erdiren planına göre, davasının karşısına
muhalefeti bir engel olarak koymuştur ki böylece partinin davası memlekette
daima tehlikeye maruz ve ümitsiz bir durumda bulunduğu hissini uyandırmaktadır.
Bu davayı temsil eden birkaç kişi de yaradılışının icabı rakipleri gibi bozuk
çıkmışlardır ki, yalnız Halk Partisi’nin lütfu onları ayakta tutmuştur. Fakat
bugün bu lütuf da tehlikeye maruz bulunmakta olduğu içindir ki, buna son vermek
lazımdır. Çünkü lütuf ve himaye hiçbir zaman sağlam bir mülk değildir.
Bütün insanların içlerinde tabii bir
şekilde mevcut olan hukuk fikrinin kabili tatbik olamayacağı aşikâr bir
keyfiyettir. İlk cemiyetlerde bile tabii hukuk kabileler ve hatta fertler arasında
bitmez tükenmez mücadelelere yol açmış ve bu mücadeleler neticesindedir ki
tabii hukukun yerini bu gün de cari olan kuvvetlinin hukuku almıştır.
Devletimizin ve hükümetimizin devamı, fertlerin saadeti için birçok kaidelere
bağlı olmadan, yerini temin eden, isyanların önüne gecen ve kanunu kendi kudret
ve kuvveti üzerine kurulmuş bulunan ve lütfa varmayan, fakat müsamahakâr olan bir devlet baskısının mevcudiyetini ve
harekete geçmesini arzu diyoruz.
Bu baskıyı bir adaletsizlik saymak
doğru değildir. Düşünmeli ki dünyanın
kuruluşunda bile cebir vardır ve bu cemiyetlerin layık olduğu hakiki
adalettir. Çünkü Allah bile bunu böyle istemiştir. Onun için devlet ve cemiyet
içerisinde iyi bir vatandaş yeri tutmak takınılan tavırla, işgal edilen mevki
arasında bir ahenk vücuda getirmektir ki, bu da devletin kuvvetine itaat etmekle mümkündür.
Burada bizlere düşen vazife parti ve
iktidar için mücadele etmektir. Eğer şahsi ihtiraslar partiyi zafere götürmek
isteğinin altında gizlenirse, bu parti için bir felaket olur. Bunun için şahsi
ihtiraslardan uzak bir mücadele ve yarından emin bir imtihan geçirmeye
mecburuz. Bilmeliyiz ki muhalefet, partimize galebe çalmak için kudret ve
kuvvetimizi hesaba katması ve yarının zaferi için elinde bir senet varmış gibi
hareket ediyor.
Muhalefete karşı müsamahakâr
olabiliriz. Fakat bu hiçbir zaman bir acz ifade etmemelidir. Kudret ve kuvvetin
partimizde olduğu her zaman için malumları olmalıdır. Her… zaman devletimiz bir
emniyet devletidir. Emniyete almak istediği şey de ferdin hürriyetini,
rahatlığını, huzur ve sükûnetin temini için de asayişidir.
Bundan dolayı kuvvete dayanan ve
kuvvetini muhalefete en geniş manada hissettiren ve kendisine itaati borçlu
kılan ve bunun mukabili ferdin ve cemiyetin hürriyet ve emniyetini sağlayan
parti hükümeti artık şımartıcı politikadan vazgeçmelidir. Memleketin
mukadderatı devlet ve hükümetin idame ve bekasının buna amir olduğuna kani
bulunduğumuz keyfiyetini arz ederiz.” CHP Salacak semt Ocağı İdare Kurulu
Başkanı.
Geçen
haftaki yazı ile bu yazıyı birleştirip okuyunca ortaya bir faşist çıkıyor.
Halkı sürü gibi kullanmak isteyen bir zorba ile tanışıyoruz... Bir militarist
ki, milletten aldığı vergilerle milleti iradesinin haricinde bir düzende zapt u
rapt altında tutmayı asayiş sanıyor. Öyle bir jakoben ki, kendisi gibi
düşünmeyeni gayri meşru ilan ediyor, kendisinin yaptığı kanunları tenkit etmeye
kalkanı ezilmeyi hak eden acizler ve zavallılar olarak görüyor. İşte bu öyle
bir zihniyet uru, öyle bir ideoloji kanseridir ki, kendisini siyasi sebeplerle
protesto edeni “baldırı çıplaklar” olarak tanımlıyor… Aklı sıra Avrupai sandığı
bazı semtlere köylüleri sokmuyor… Halka “Haso Memo” diye aşağılayıcı sıfatlar
takıyor… Hem halka giydirdiği şapkayı bir taraftan “devrim” kıyafeti ilan
ediyor, hem de siyasi rakibini “kasketliler” olarak küçümsüyor. Halkın yüzde
doksanında görülen kılık ve kıyafetleri “başörtüsü fahişe kıyafeti..” diye
aşağıladığını sanırken, kendi yandaşlarının “cinsel özgürlük” dediğine halkın
ne dediğini bile düşünemiyor. Bazen halka “bidon kafalı” derken, bazen de
“göbeğini kaşıyan adam” diye hakaret ediyor… Ama işin ilginci, halk da bu
hakaretlere tepki vermeyi bilmiyor.
Şu son
günlerde yaşadığımız, adeta Cumhuriyet tarihinin özeti gibi duran olayların
temelindeki kültür işte bu fikir kanseridir. Halk uyanınca bu kanserden
kurtulmanın yollarını düşünebilecektir. Halk uyanınca ve uyanırsa…!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder