24 Eylül 2014 Çarşamba

ZAFERLER AYI AĞUSTOS: TARİHTE VE GELECEKTE ZAFER ALGISI
Prof. Dr. Fahri SAKAL·
İlkel klanlardan günümüz cemiyetlerine kadar sosyal değişimleri ve bugünkü girift toplumları inceleyen sosyal bilimler bireyleri birbirlerine, kurumlara ve bütün bunları da nihai olarak cemiyete bağlı olduklarını tespit etmişlerdir. İnsanlar, kurumlar ve cemiyet arasındaki bağlar korku, dehşet, gıpta, nefret, tahkir, kin, şüphe, itimatsızlık gibi ayırıcı tutumlarla hürmet, tapınma, bağlılık, teslimiyet, gurur, himaye, kahramana tapınma, merhamet, sempati, sevgi, itimat, nezaket ve yararlılık gibi sınırlayıcı tutumlardır.[1] Bu bağlar bir cemiyetin kültürünü oluşturdukları gibi, mevcut kültürden de etkilenmektedirler. Kültürü, tarihin günümüze kalmış izleri sayarsak, bunların tarihle günümüz arasındaki etkilerini anlarız.[2] Tarihin önemli noktalarından zaferler/bozgunlar toplumları o kadar etkilemiştir ki, sonraki yıllarda o toplumu diğerlerinden ayıran kültürlerinin bir parçası olmuşlardır. Diğer bir ifade ile zafer ve bozgunlar milli kültürün ve millet olgusunun belirleyicisi veya en azından tetikleyicisi durumundadır. Dolayısıyla toplumları millet yapan değerlerden oldukları için, eğitim yoluyla uluslaşma planları yapanlar milli tarihlerindeki bu tür olayları bazen abartarak başarı hikâyeleri uydurmayı, kahraman yaratmayı veya mevcut kahramanları olduğundan fazla ululamayı isterler. Böyle politikalar geliştirilir, eğitim ve kültür hayatı buna göre ayarlanır, böyle bir tarih için tarihçilere görev verilir.
Toplumlar başarılı oldukları alanlarda zaferler yaşamışlar ve bunları kutlamaktadırlar. Bir toplum millet olabilmek için ortak gurur kaynaklarına muhtaçtır. Kader ortaklığı, keder ortaklığı ve gurur ortaklığı insanları sürekli bir arada yaşama ülküsüne götürür. Sürekli bir arada yaşama arzusuna sahip olan halk da millettir. Dolayısıyla geçmişinizde zaferler yoksa yaratmak zorunda kalırsınız. Aksi halde milli ruhu edinemez ve millet olamazsınız. Siyasi ve askeri geçmişi parlak olmayan bazı toplumlar sokaklarını kahraman heykelleri ile doldururlar. Tarihsizliği ve belki ezilmişliği bu yolla telafi etmeye çalışırlar. Böyle toplumların tarihlerinde milli destanları bile yoktur Dolayısıyla milli destan arayışına girerler ve yarışmalar açarlar.[3] Tiyatro, sinema, opera, bale, resim, tarihi anıtlar gibi entelektüel ve sanatsal çalışmalarla tarihlerini zihinlere nakşederler.[4] Bu yolla tarihlerini o kadar güzel işlerler ki, o toplumun ferdi olan bir genç hiç sıkıcı ezberlere girmeden ve farkında olmadan tarihini özümser ve bir kültür olarak benimser.[5]
Diğer yandan bazı milletler de vardır ki, büyük askeri ve siyasi tarihe sahip olmalarına rağmen, medeniyetin bazı sahalarında geri kalmışlardır. Hep siyasi ve askeri zaferleri ile öğünürken, kültür, mimari, ekonomi, bilim ve sanatta başkalarının gölgesinde kalmışlardır. Mağluplarının bilim ve kültür ürünlerini kullanırken onların üzerindeki zaferleri ile övünürler.
Diğer bir grup millet de vardır ki, gelişmişlikleri yanı sıra, muhtelif alanlarda başarıları da vardır. Tarihlerini bir bütün olarak ele alıp, bütün başarılarını hem kendi gençliklerine hem de insanlığa sunarlar. Bu başarılarını sanatın, edebiyatın ve bilimin bütün araçlarını kullanarak muazzam bir propaganda ve tanıtım aracına dönüştürürler. Tarih böyle toplumlar için başarı ve başarısızlığı ile bir bütündür. Gocunmadan onu ele alır ve atalarının başarısızlıklarını, yanlışlarını ve hatalarını olduğu gibi anlatırken, bunların insani kusurlar olarak her toplumda bulunabileceğini, asıl olanın bu hataları gençliğe tanıtıp bundan sonra aynı hataların tekrar edilmemesi olduğunu anlatırlar. Milletlerinin tarihteki rollerini de -haklı olarak- abartır ve farklı tarih felsefeleri geliştirerek insanlığa “biz buyuz” diyebilirler.[6]
Türkler tarihleri boyunca hem mağlubiyetler hem de büyük muzafferiyetler yaşamıştır. Ancak son bin yılda, özellikle son beş yüz yılda hızla gerilemişlerdir. Tarihteki büyük askeri başarılar medeniyet alanında da tekrarlanamadığından “barbar Türk” yakıştırmaları yapılmaktadır. Türk zaferleri ve başka milletler üzerindeki hâkimiyetlerinin bugün barbarlık ve emperyalizm olarak anılması ilk bakışta yabancılar için sanki haklı gibi görülmektedir. Öyle ya sizin Anadolu’da yerli halk üzerinde ne hakkınız vardı da gelip buraya yerleştiniz. Balkanlarda, Orta Avrupa’da ne işiniz vardı? Yemen ve Mısır’da kaç Türk vardı ki oralara gidip devlet kurdunuz? İran ve Hindistan’da kendinizden daha medeni halklar üzerinde hegemonya kurarken emperyalist değil miydiniz? Askeri güçle hâkim olduğunuz bu toplumlara siz ne verdiniz, onlardan ne aldınız? Bunları soranlar kendileri şu cevabı vermektedirler: Türkler askeri güçleri olan, göçebe –dolayısıyla gayri medeni ve barbar- bir millettir. Çevrelerinde kendilerinden daha medeni milletleri istila ederek onları sömürmüşler ve her türlü gelişmelerini de engellemişlerdir.[7]
Hâlbuki bozkır coğrafyasının savaşçı insanlar yetiştirdiğini Grosset[8] ve diğer batılı tarihçiler yıllar önce belirtmişlerdir.[9] Göçebelik atın ehlileştirilmesine zemin hazırlamış ve Kiselev’in ifadesiyle dünya 3500 yıl boyunca savaş atı çağı yaşamış, ata hükmeden toplumlar çevre toplumlara da hükmetmişlerdir. Bu hâkimiyet sanayi devrimine[10] kadar sürecektir. O andan itibaren de sanayi toplumları diğerlerini sömürgeleştirmişlerdir. Diğer bir ifade ile medeniyetler bazı güç dengesi araçlarına sahip oldukları ve onları iyi kullanabildikleri ölçüde diğerlerine hâkim olmuştur. Hunların, Göktürklerin, Moğolların, Selçuklunun, Babürlülerin ve Osmanlı’nın hâkimiyetlerini başka türlü anlatamazsınız. Bunların karşısında tutunamayanlar elbet bunlara barbar ve emperyalist diyebilirler. Hâlbuki tabiatta boşluğa yer yoktur, boşluğu uygun konumdaki başka bir nesne doldurur. Mesela Balkanlara bir zamanlar hâkim olan Roma ve Osmanlılar olmasaydı, Balkanlılar o yıllarda bağımsız mı olacaktı. Ya dışarıdan başka bir güç gelecek veya en güçlü Balkanlı toplum diğerlerine hükmedecekti. Çünkü o çağda milli( ulus) devlet anlayışı yoktu.
Türkler bozkırdan getirdikleri bu savaşçı özelliklerini İslam Medeniyeti ile taçlandırarak Ortadoğu’ya da bir süre hâkim oldular. Haçlı Seferleri ve Moğol İstilası İslam Dünyasını biraz sarstığı gibi Haçlılar, İslam Dünyasından birçok şeyi bu seferler esnasında öğrendiler. Dokuma tezgâhlarını, birçok fen bilimini, hatta Arap rakamları denen şimdiki Avrupa rakam sistemini aldılar; Rönesans ve Reform hareketi bunların etkisiyle başladı. İkinci Dalga[11] denen sanayi devrimi ise Avrupa’yı yükselişe geçirerek diğer toplumları sömürgeleştirdi. Savaşta at gücünü iyi kullanan dünün göçebe toplumları yerine şimdi bilmem kaç beygir güçlü motorları kullanan sanayileşmiş toplumlar gelmiş oluyordu.
İşte bütün mesele güç dengesi faktörlerine kimlerin sahip olduğu, o faktörleri kimlerin daha iyi kullanabildikleri meselesidir. Babür ve Muhammed Kalaç vaktiyle küçük birer ordu ile Hindistan’ı fethetmişlerdi. Zamanı gelince de İngilizlerin Doğu Hint Kumpanyası adlı şirketi Hindistan’a egemen oldu ve son Babürlü olan II. Bahadur Şahı Hindistan’dan kovdu.[12] Hem Babür ve Kalaç’ın askeri başarıları hem de İngiliz tüccarlarının başarıları övülmeye, kutlanılmaya layık hareketlerdir. Şimdi birileri “ikisi de emperyalistti, biri askeri diğeri ekonomik emperyalist” diyebilir. O zamanlar şimdiki siyaset anlayışı yoktu. Hintliyi filan Raca mı yönetsin, falan Şah mı? Soru bu değildi. Soru Hintliyi kim daha iyi, daha baskısız ve daha az vergi ile yönetecektir? Cevabını verelim, göçebe ordular ve devletler tebaalarından en az vergi alan devletler olmuşlardır. Hâkimiyet ve askeri başarılarının bir sebebi de budur.
O halde bu başarılar çağların en iyi uygulamalarından süzülüp gelmişlerdir diyebiliriz. Bizim tarihimizde askeri seferlere yazın çıkıldığı için birçok zaferimiz yaz ortasına denk düşmüş ve Ağustos zaferler ayı olmuştur. İşte Osmanlı tarihindeki Ağustos zaferlerinin bazıları:
Kıbrıs, Estergon, Revan, Akkirman ve Cezayir’in fethi, I. Kosova, Otranto, Otlukbeli, Vâdi’s Seyl zaferleri ve Fas’ın Türk hâkimiyetine girmesi, Ukrayna’nın Türk Hâkimiyetine girişi, Çaldıran, Mercidâbık, Malazgirt, Mohaç ve Başkumandanlık Meydan Zaferlerimiz…
Toplumların tarihindeki her türlü başarı ve zaferleri onların medeni kabiliyetlerinin birer göstergesidir. O halde bunları kutlamak haklarıdır. Bunlar üzerinde bilim, sanat, kültür, siyaset ve benzerlerini etkili kılıp daha iyi tanınmalarını sağlamak, tarihin güncele taşınması, güncelle mukayesesi ve güncelde yaşatılmasıdır. Bu yapılırsa hata ve sevaplar yeni neslin gözü önüne getirilmiş olur. Tarihin böyle hatırlatılması milli bünyede akupunktur etkisi oluşturur ve şuurun uyanık tutulmasını sağlar. Ortak tarih şuuru oluşur ve sizi ortak bir gelecekte benzer başarılar için müşterek hedeflere yönlendirir.




· OMÜ Fen Ed. Fak. Tarih Bölümü, fahris56@hotmail.com
[1] R. M. MacIver ve Charles H. Page, Cemiyet I (Çev. Amiran Kurtkan), ME. Basımevi İstanbul 1994, s.47
[2] Fahri Sakal, “Tarih ve Günümüz Kültürü” History Studies Enver Konukçu Armağan Sayısı, 1012, s. 299-307.
[3] Rus milli destanı Slovo o Polku İgoreve böyle bir yarışma sonucu bulunmuştur. Üstelik Rus kahramanlığı ile bir ilgisi de yoktur. Prens İgor Kumanlara esir düşmüş ve esarette kendisine iyi bakılmıştır. Düşmanına iyi bakan Türklerin asaleti ve karşılıklı insani münasebetler anlatılmaktadır. Bkz. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yay. İstanbul 1983, s. 179.
[4] Biz maalesef bu kabil çalışmaları yeterince yapamıyoruz. Yahya Kemal tarihimizi iyi değerlendiremediğimizi, onu şiirleştiremediğimizi, destanlaştıramadığımızı söylemişti. Ciddi tarih bilgi ve şuuruna sahip olan şairimiz elbette haklı idi. Biz bir Firdevsî yetiştirebilseydik, şimdi destanlarımıza ve tarihimize farklı bakıyor olacaktık.
[5] Biz bunu yapmadığımızdan Türkiye’de tarih pek sevilmez, birçok kişi tarih denince sıkıcı ezber konuları ve gereksiz geçmişle öğünmeler olduğunu düşünür.
[6] Buna güzel bir örnek Rusya’dan olacaktır.  Ünlü tarih felsefecisi Nikolay Danilevski Rusya ve Avrupa adlı eserinde Avrupa’daki Rusya düşmanlığını eleştirmiştir. Ona göre Rusya doğuda Avrupa’yı barbarlardan koruyan bir set olmuştur. Milletleri medeniyet karşısında üçe ayıran yazar, Eski Mısır, Ortadoğu, Çin, Hind ve Avrupa kavimlerini “medeniyet inşa eden” toplumlar olarak adlandırmış; çok küçük toplumları da medeniyetin inşasında etnografik malzeme veya dolgu maddesi olarak görmüştür. Danilevski’ye göre üçüncü bir millet grubu vardır ki, onlar “can çekişen uygarlıklara coup de grace indiren olumsuz (yıkıcı) halklardır.”  Danilevski’ye göre bu yıkıcı halklar: “Mogollar, Hunlar, Türkler ve başkaları” oluyorlar. Yani bu kişiye göre Ruslar çok medeni değilse bile medeniyet beşiği olan Avrupa’yı bu barbar halklardan korumakla, medeniyet bekçiliği yapmış oluyorlar. Bkz. Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, (Ç. Mete Tunçay), Bilgi Yay. Ankara 1972, s. 62.
[7] Bazı ideolojik yaklaşımlı Türkler bile “biz Türkler barbarız, sağı solu hep istila etmişiz” derler. Ağaoğlu Ahmet “Biz adeta beşeriyetin arkasına binmiş, onun sayesinde yaşayan bir tufeyliyiz (asalakız)” derdi. Bkz. Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, TTK Yay. Ank. 1999. S.212-213.
[8] René Grousset, Bozkır İmparatorluğu, Ötüken Yay. İst. 1980, s. 11-19.
[9] Diğer çalışmalar için bkz. İbrahim Kafesoğlu,  Age., göçebelik, ordu, savaş ve at ile ilgili bölümler.
[10] Köroğlu’nun “tüfek icad oldu mertlik bozuldu” sözü dünya tarihindeki bu muazzam dönüşümü anlatan bir tespittir.  O andan itibaren ateşli silahlara hükmedenler bozkırların cihangirlerini itaat altına almışlardır.
[11] Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, Koridor Yay. İst. 2008.
[12] Fahri Sakal,  Türk’ün Soyağacı, Samsun 1998, s. 69.