ZAFERLER AYI AĞUSTOS:
TARİHTE VE GELECEKTE ZAFER ALGISI
İlkel klanlardan günümüz cemiyetlerine kadar sosyal değişimleri ve
bugünkü girift toplumları inceleyen sosyal bilimler bireyleri birbirlerine,
kurumlara ve bütün bunları da nihai olarak cemiyete bağlı olduklarını tespit
etmişlerdir. İnsanlar, kurumlar ve cemiyet arasındaki bağlar korku, dehşet,
gıpta, nefret, tahkir, kin, şüphe, itimatsızlık gibi ayırıcı tutumlarla hürmet,
tapınma, bağlılık, teslimiyet, gurur, himaye, kahramana tapınma, merhamet,
sempati, sevgi, itimat, nezaket ve yararlılık gibi sınırlayıcı tutumlardır.[1]
Bu bağlar bir cemiyetin kültürünü oluşturdukları gibi, mevcut kültürden de
etkilenmektedirler. Kültürü, tarihin günümüze kalmış izleri sayarsak, bunların
tarihle günümüz arasındaki etkilerini anlarız.[2]
Tarihin önemli noktalarından zaferler/bozgunlar toplumları o kadar etkilemiştir
ki, sonraki yıllarda o toplumu diğerlerinden ayıran kültürlerinin bir parçası
olmuşlardır. Diğer bir ifade ile zafer ve bozgunlar milli kültürün ve millet
olgusunun belirleyicisi veya en azından tetikleyicisi durumundadır. Dolayısıyla
toplumları millet yapan değerlerden oldukları için, eğitim yoluyla uluslaşma
planları yapanlar milli tarihlerindeki bu tür olayları bazen abartarak başarı
hikâyeleri uydurmayı, kahraman yaratmayı veya mevcut kahramanları olduğundan
fazla ululamayı isterler. Böyle politikalar geliştirilir, eğitim ve kültür
hayatı buna göre ayarlanır, böyle bir tarih için tarihçilere görev verilir.
Toplumlar başarılı oldukları alanlarda zaferler yaşamışlar ve bunları
kutlamaktadırlar. Bir toplum millet olabilmek için ortak gurur kaynaklarına
muhtaçtır. Kader ortaklığı, keder ortaklığı ve gurur ortaklığı insanları
sürekli bir arada yaşama ülküsüne götürür. Sürekli bir arada yaşama arzusuna
sahip olan halk da millettir. Dolayısıyla geçmişinizde zaferler yoksa yaratmak
zorunda kalırsınız. Aksi halde milli ruhu edinemez ve millet olamazsınız.
Siyasi ve askeri geçmişi parlak olmayan bazı toplumlar sokaklarını kahraman
heykelleri ile doldururlar. Tarihsizliği ve belki ezilmişliği bu yolla telafi
etmeye çalışırlar. Böyle toplumların tarihlerinde milli destanları bile yoktur
Dolayısıyla milli destan arayışına girerler ve yarışmalar açarlar.[3]
Tiyatro, sinema, opera, bale, resim, tarihi anıtlar gibi entelektüel ve
sanatsal çalışmalarla tarihlerini zihinlere nakşederler.[4]
Bu yolla tarihlerini o kadar güzel işlerler ki, o toplumun ferdi olan bir genç
hiç sıkıcı ezberlere girmeden ve farkında olmadan tarihini özümser ve bir
kültür olarak benimser.[5]
Diğer yandan bazı milletler de vardır ki, büyük askeri ve siyasi tarihe
sahip olmalarına rağmen, medeniyetin bazı sahalarında geri kalmışlardır. Hep
siyasi ve askeri zaferleri ile öğünürken, kültür, mimari, ekonomi, bilim ve
sanatta başkalarının gölgesinde kalmışlardır. Mağluplarının bilim ve kültür
ürünlerini kullanırken onların üzerindeki zaferleri ile övünürler.
Diğer bir grup millet de vardır ki, gelişmişlikleri yanı sıra, muhtelif
alanlarda başarıları da vardır. Tarihlerini bir bütün olarak ele alıp, bütün
başarılarını hem kendi gençliklerine hem de insanlığa sunarlar. Bu başarılarını
sanatın, edebiyatın ve bilimin bütün araçlarını kullanarak muazzam bir propaganda
ve tanıtım aracına dönüştürürler. Tarih böyle toplumlar için başarı ve
başarısızlığı ile bir bütündür. Gocunmadan onu ele alır ve atalarının
başarısızlıklarını, yanlışlarını ve hatalarını olduğu gibi anlatırken, bunların
insani kusurlar olarak her toplumda bulunabileceğini, asıl olanın bu hataları
gençliğe tanıtıp bundan sonra aynı hataların tekrar edilmemesi olduğunu
anlatırlar. Milletlerinin tarihteki rollerini de -haklı olarak- abartır ve
farklı tarih felsefeleri geliştirerek insanlığa “biz buyuz” diyebilirler.[6]
Türkler tarihleri boyunca hem mağlubiyetler hem de büyük muzafferiyetler
yaşamıştır. Ancak son bin yılda, özellikle son beş yüz yılda hızla
gerilemişlerdir. Tarihteki büyük askeri başarılar medeniyet alanında da
tekrarlanamadığından “barbar Türk” yakıştırmaları yapılmaktadır. Türk zaferleri
ve başka milletler üzerindeki hâkimiyetlerinin bugün barbarlık ve emperyalizm
olarak anılması ilk bakışta yabancılar için sanki haklı gibi görülmektedir.
Öyle ya sizin Anadolu’da yerli halk üzerinde ne hakkınız vardı da gelip buraya
yerleştiniz. Balkanlarda, Orta Avrupa’da ne işiniz vardı? Yemen ve Mısır’da kaç
Türk vardı ki oralara gidip devlet kurdunuz? İran ve Hindistan’da kendinizden
daha medeni halklar üzerinde hegemonya kurarken emperyalist değil miydiniz?
Askeri güçle hâkim olduğunuz bu toplumlara siz ne verdiniz, onlardan ne
aldınız? Bunları soranlar kendileri şu cevabı vermektedirler: Türkler askeri
güçleri olan, göçebe –dolayısıyla gayri medeni ve barbar- bir millettir.
Çevrelerinde kendilerinden daha medeni milletleri istila ederek onları
sömürmüşler ve her türlü gelişmelerini de engellemişlerdir.[7]
Hâlbuki bozkır coğrafyasının savaşçı insanlar yetiştirdiğini Grosset[8]
ve diğer batılı tarihçiler yıllar önce belirtmişlerdir.[9]
Göçebelik atın ehlileştirilmesine zemin hazırlamış ve Kiselev’in ifadesiyle
dünya 3500 yıl boyunca savaş atı çağı yaşamış, ata hükmeden toplumlar çevre
toplumlara da hükmetmişlerdir. Bu hâkimiyet sanayi devrimine[10]
kadar sürecektir. O andan itibaren de sanayi toplumları diğerlerini
sömürgeleştirmişlerdir. Diğer bir ifade ile medeniyetler bazı güç dengesi
araçlarına sahip oldukları ve onları iyi kullanabildikleri ölçüde diğerlerine
hâkim olmuştur. Hunların, Göktürklerin, Moğolların, Selçuklunun, Babürlülerin
ve Osmanlı’nın hâkimiyetlerini başka türlü anlatamazsınız. Bunların karşısında
tutunamayanlar elbet bunlara barbar ve emperyalist diyebilirler. Hâlbuki
tabiatta boşluğa yer yoktur, boşluğu uygun konumdaki başka bir nesne doldurur.
Mesela Balkanlara bir zamanlar hâkim olan Roma ve Osmanlılar olmasaydı,
Balkanlılar o yıllarda bağımsız mı olacaktı. Ya dışarıdan başka bir güç gelecek
veya en güçlü Balkanlı toplum diğerlerine hükmedecekti. Çünkü o çağda milli(
ulus) devlet anlayışı yoktu.
Türkler bozkırdan getirdikleri bu savaşçı özelliklerini İslam Medeniyeti
ile taçlandırarak Ortadoğu’ya da bir süre hâkim oldular. Haçlı Seferleri ve
Moğol İstilası İslam Dünyasını biraz sarstığı gibi Haçlılar, İslam Dünyasından
birçok şeyi bu seferler esnasında öğrendiler. Dokuma tezgâhlarını, birçok fen
bilimini, hatta Arap rakamları denen şimdiki Avrupa rakam sistemini aldılar;
Rönesans ve Reform hareketi bunların etkisiyle başladı. İkinci Dalga[11]
denen sanayi devrimi ise Avrupa’yı yükselişe geçirerek diğer toplumları
sömürgeleştirdi. Savaşta at gücünü iyi kullanan dünün göçebe toplumları yerine
şimdi bilmem kaç beygir güçlü motorları kullanan sanayileşmiş toplumlar gelmiş
oluyordu.
İşte bütün mesele güç dengesi faktörlerine kimlerin sahip olduğu, o
faktörleri kimlerin daha iyi kullanabildikleri meselesidir. Babür ve Muhammed
Kalaç vaktiyle küçük birer ordu ile Hindistan’ı fethetmişlerdi. Zamanı gelince
de İngilizlerin Doğu Hint Kumpanyası adlı şirketi Hindistan’a egemen oldu ve
son Babürlü olan II. Bahadur Şahı Hindistan’dan kovdu.[12]
Hem Babür ve Kalaç’ın askeri başarıları hem de İngiliz tüccarlarının başarıları
övülmeye, kutlanılmaya layık hareketlerdir. Şimdi birileri “ikisi de
emperyalistti, biri askeri diğeri ekonomik emperyalist” diyebilir. O zamanlar
şimdiki siyaset anlayışı yoktu. Hintliyi filan Raca mı yönetsin, falan Şah mı?
Soru bu değildi. Soru Hintliyi kim daha iyi, daha baskısız ve daha az vergi ile
yönetecektir? Cevabını verelim, göçebe ordular ve devletler tebaalarından en az
vergi alan devletler olmuşlardır. Hâkimiyet ve askeri başarılarının bir sebebi
de budur.
O halde bu başarılar çağların en iyi uygulamalarından süzülüp
gelmişlerdir diyebiliriz. Bizim tarihimizde askeri seferlere yazın çıkıldığı
için birçok zaferimiz yaz ortasına denk düşmüş ve Ağustos zaferler ayı
olmuştur. İşte Osmanlı tarihindeki Ağustos zaferlerinin bazıları:
Kıbrıs, Estergon,
Revan, Akkirman ve Cezayir’in fethi, I. Kosova, Otranto, Otlukbeli, Vâdi’s Seyl
zaferleri ve Fas’ın Türk hâkimiyetine girmesi, Ukrayna’nın Türk Hâkimiyetine
girişi, Çaldıran, Mercidâbık, Malazgirt, Mohaç ve Başkumandanlık Meydan
Zaferlerimiz…
Toplumların
tarihindeki her türlü başarı ve zaferleri onların medeni kabiliyetlerinin birer
göstergesidir. O halde bunları kutlamak haklarıdır. Bunlar üzerinde bilim,
sanat, kültür, siyaset ve benzerlerini etkili kılıp daha iyi tanınmalarını
sağlamak, tarihin güncele taşınması, güncelle mukayesesi ve güncelde
yaşatılmasıdır. Bu yapılırsa hata ve sevaplar yeni neslin gözü önüne getirilmiş
olur. Tarihin böyle hatırlatılması milli bünyede akupunktur etkisi oluşturur ve
şuurun uyanık tutulmasını sağlar. Ortak tarih şuuru oluşur ve sizi ortak bir
gelecekte benzer başarılar için müşterek hedeflere yönlendirir.
[1]
R. M. MacIver ve
Charles H. Page, Cemiyet I (Çev.
Amiran Kurtkan), ME. Basımevi İstanbul 1994, s.47
[2]
Fahri Sakal, “Tarih ve Günümüz Kültürü” History
Studies Enver Konukçu Armağan Sayısı, 1012, s. 299-307.
[3]
Rus milli destanı Slovo o Polku İgoreve
böyle bir yarışma sonucu bulunmuştur. Üstelik Rus kahramanlığı ile bir ilgisi
de yoktur. Prens İgor Kumanlara esir düşmüş ve esarette kendisine iyi
bakılmıştır. Düşmanına iyi bakan Türklerin asaleti ve karşılıklı insani
münasebetler anlatılmaktadır. Bkz. İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yay. İstanbul 1983, s. 179.
[4]
Biz maalesef bu kabil çalışmaları yeterince yapamıyoruz. Yahya Kemal tarihimizi
iyi değerlendiremediğimizi, onu şiirleştiremediğimizi, destanlaştıramadığımızı
söylemişti. Ciddi tarih bilgi ve şuuruna sahip olan şairimiz elbette haklı idi.
Biz bir Firdevsî yetiştirebilseydik, şimdi destanlarımıza ve tarihimize farklı
bakıyor olacaktık.
[5]
Biz bunu yapmadığımızdan Türkiye’de tarih pek sevilmez, birçok kişi tarih
denince sıkıcı ezber konuları ve gereksiz geçmişle öğünmeler olduğunu düşünür.
[6]
Buna güzel bir örnek Rusya’dan olacaktır.
Ünlü tarih felsefecisi Nikolay Danilevski Rusya ve Avrupa adlı eserinde
Avrupa’daki Rusya düşmanlığını eleştirmiştir. Ona göre Rusya doğuda Avrupa’yı
barbarlardan koruyan bir set olmuştur. Milletleri medeniyet karşısında üçe
ayıran yazar, Eski Mısır, Ortadoğu, Çin, Hind ve Avrupa kavimlerini “medeniyet
inşa eden” toplumlar olarak adlandırmış; çok küçük toplumları da medeniyetin
inşasında etnografik malzeme veya dolgu maddesi olarak görmüştür. Danilevski’ye
göre üçüncü bir millet grubu vardır ki, onlar “can çekişen uygarlıklara coup de
grace indiren olumsuz (yıkıcı) halklardır.”
Danilevski’ye göre bu yıkıcı halklar: “Mogollar, Hunlar, Türkler ve
başkaları” oluyorlar. Yani bu kişiye göre Ruslar çok medeni değilse bile
medeniyet beşiği olan Avrupa’yı bu barbar halklardan korumakla, medeniyet
bekçiliği yapmış oluyorlar. Bkz. Pitirim A. Sorokin, Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri, (Ç. Mete Tunçay), Bilgi
Yay. Ankara 1972, s. 62.
[7]
Bazı ideolojik yaklaşımlı Türkler bile “biz Türkler barbarız, sağı solu hep
istila etmişiz” derler. Ağaoğlu Ahmet “Biz adeta beşeriyetin arkasına binmiş,
onun sayesinde yaşayan bir tufeyliyiz (asalakız)” derdi. Bkz. Fahri Sakal, Ağaoğlu Ahmed Bey, TTK Yay. Ank. 1999.
S.212-213.
[8]
René Grousset, Bozkır İmparatorluğu,
Ötüken Yay. İst. 1980, s. 11-19.
[9]
Diğer çalışmalar için bkz. İbrahim Kafesoğlu,
Age., göçebelik, ordu, savaş
ve at ile ilgili bölümler.
[10]
Köroğlu’nun “tüfek icad oldu mertlik
bozuldu” sözü dünya tarihindeki bu muazzam dönüşümü anlatan bir
tespittir. O andan itibaren ateşli
silahlara hükmedenler bozkırların cihangirlerini itaat altına almışlardır.
[11]
Alvin Toffler, Üçüncü Dalga, Koridor
Yay. İst. 2008.
[12]
Fahri Sakal, Türk’ün Soyağacı, Samsun 1998, s. 69.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder