BİR BELDENİN
TARİHİNE KATKI: KURUPELİT YÖRESİNİN SON YÜZYILI
Dr. Fahri SAKAL·
Türk halkının
ezelden beri çok okumayan ve yazmayan bir kültüre sahip olduğu söylenir. Kitap
varlığı ve okur yazarlık oranı bakımından kendi seviyemizde kalkınmışlığa sahip
ülkelerden bile çok geride olduğumuz bilinmektedir.[1]
Tarihi olayları nesilden nesile destan, menkıbe veya halk hikayesi şeklinde
anlatma geleneği bir bakıma okuma ve yazma geleneğinin kökleşmesini de
önlemiştir. Hatta bazı tarihçilerimiz Türkiye’deki kitap azlığını buna, yani
Türk halkının kültür ihtiyacını tarih boyunca böyle geleneksel anlatı
yollarıyla karşılamış olmasına bağlamışlardır.[2] Bizden sonra bu konuyu araştıranlar da aynı
bilgilere ulaşmışlardır. Meslektaşımız Abdullah Saydam bu konuda yaptığı
araştırmasının[3] sonucunu şöyle
bağlamıştır: “Trabzon’da yaklaşık yarım asırlık zaman dilimi içerisinde vefat
eden, muhtelif gelir düzeyine sahip insanlar arasında, yirmiden fazla kitaba
sahip olanların sadece 15 kişi olduğu bir dönemde; bırakalım ülke meselelerini,
vilayetin dahi problemlerini çözebilecek bir idarî ve akademik zihniyetin
mevcut olduğunu söylemek oldukça zor olsa gerektir.” Bu araştırmayı yaparken
Kurupelit yöresindeki Karaköy, Büyük Oyumca Küçük Oyumca; Karaoyumca ve Aksu
köylerindeki aile terekelerinde kitap mevcudunu da dikkate almak istedik, ancak
adı geçen köylerdeki ailelere ait 66 adet tereke ve hükümde tek bir kitap
varlığını tespit edemedik.[4] Gerçekten az yazan bir halk olarak
tarihimizle ilgili birçok olayı da kaydetmemişiz. Osmanlı dönemindeki şer’iyye
sicilleri de olmasa halk kitlelerinin sosyoekonomik durumu hakkında bilgi
verecek bir kaynağımız olmayacaktı. Aile şeceresini tutanlar yok denecek kadar
az olduğu gibi, şahsı veya ailesi için geçmişlerini unutturmayacak bir
anı/hatıra edebiyatı da halka ulaşmamıştır. Gerçi bunun her millette böyle
olduğunu söyleyenler çıkabilir, ama yine de birçok önemli olayı öyle veya böyle
kaydedenler çoklukla yabancılar arasından çıkmıştır. Elit kesimde bir yere
kadar anı yazıcılığı yerleşmişse de halk arasında anı, günlük veya belli
vakaları yazma geleneği yok mesabesindedir.
Bu tür
kayıtları tutmayan bir halkın müşterek hafızasını kim nasıl koruyacaktır? Bu
soruya sözlü tarih çalışmaları bir yere kadar cevap verebiliyor. Ama maalesef
Fransa ‘da ünlü tarihçi Jules Michelet[5] ile
başlayan sözlü tarih geleneğini Türkiye’de hala yadırgayanlar çıkabiliyor.
Halbuki bizim halkımız yazıyı az kullandığına ve sözlü sazlı anlatımda çok
ileri olduğuna göre, halkın dilinde anlatılan son nesillerin hayat hikaye ve
tecrübelerini muhakkak derlemeliyiz. Üstelik tarihimizin en önemli dönemlerinden
üçünü oluşturan Seferberlik Yılları, İstiklal Harbimiz ve Atatürk Dönemi
hatıralarını yaşayanlar bugün (2009) itibarıyla aramızdan ayrılarak bilgi,
görgü ve anılarını kendileriyle birlikte kara toprağa götürmüşlerdir.
İşte biz
Samsun’da Üniversite’nin bulunduğu Kurupelit Yöresi’nin sözlü tarihini bu
açıdan ele almayı uygun bulduk. Yazılı belgeler de incelenmiş ve
değerlendirilmiştir. Ancak ciddi bir şekilde tarihin canlı tanıklarının
anlattıkları dikkate alınmıştır. Bugün bir üniversite semti olan Kurupelit’in
geçmişi hakkında sorulacak sorulara cevap verecek yazılı vesikalar çok azdır.
Yöre ile ilgili vakfiyeler, Mühimme ve Temettüat Defterleri, Tahrir Defterleri,
Şer’iyye Sicilleri ve benzeri Osmanlı kaynakları önceki dönemde belediye
başkanı olan[6] Sayın Turan Çakır’ın
desteği ile taranmış ve gerçekten yöredeki Büyük Oyumca, Küçük Oyumca, Kara
Oyumca, Karaköy (şimdi Üniversite’nin ana kampus alanı), Aksu ve İncesu hakkında çok az bilgiye
ulaşılmıştır. Halbuki -yukarıda söylendiği üzere geç kaldığımız halde- sözlü
tarihle yörenin geçmişi hakkında çok güzel ve yazılı kaynaklarda bulamadığımız
bilgilere ulaşabiliyoruz. Tabii bunların doğru bilgiler olup olmadıkları
tartışmalarında ileri sürülecek fikirlere saygımız vardır ve biz de aynı
hassasiyete sahibiz. Ancak sözlü Tarihin bu söz konusu sakıncasının yanı sıra
bir de üstünlüğü vardır. Son derece hinoğlu hin olan devletleri yöneten siyaset
ve bürokrasi ustalarının icraatlarından gelecekte gerek mahkemelerde, gerekse
milletin ve tarihin vicdanında mahkum duruma düşmemek için kirli çamaşırlarını
gizlediklerini, suç izi bırakmadıklarını, en azından buna gayret ettiklerini
biliyoruz. Böyle durumlarda halkın dilinde bazen bir çocuk masumiyeti ile
politikacıların hataları da anlatılmaktadır.[7]
Biz bu
çalışmamızda zaman zaman yazılı kaynakları kullanmış olsak da büyük kısmı sözlü
kaynaklara dayanmaktadır. Diğer bir ifade ile ilk defa büyük ölçüde halkın
dilindeki bilgileri kullanarak bir bildiri hazırlamayı deniyoruz. Burada yöre
köylerinin 1860-1960 arası olan bir bakıma son yüzyılını sosyoekonomik,
politik, askeri ve kültürel yönleriyle değerlendireceğiz. Diğer bir ifadeyle
belki ilk defa birkaç köyün tarihi bütün yönleriyle ele alınacaktır.
Etnik Yapı: Yöreye Rumların ve
yerlilerin dışında önce Çerkezler gelmiş, sonra 93 Harbi sırasında Gürcüler iskan
edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde iş için ve bazen de içgüveyi
olarak Trabzon ve Rize’den de bazı vatandaşların geldiğini biliyoruz. Ama bu köyler dışarıdan gelecek olan yabancıları pek
de istememiştir. Hatta Gürcülerin sulak alanlara yerleşmemesi için halk pınar
çevrelerini samanla kapatmıştır.[8]
Rumların silahlı faaliyetleri: Helvacı
Dayı[9] Rumların yöredeki tüm faaliyetlerini bütün
ayrıntıları ile anlatmıştır: “Rumlar silahlı idi, bizim insanlarımızın hepsinin
silah alacak gücü yoktu. Aramızda para toplardık. Silahsızlara silah alıp
verirdik. Köy girişinde siper alır, gece boyu Rumları beklerdik. Ben de nöbete
giderdim. Yaşım 19 civarında idi. Rumlara uzaklardan adamlar gelir ve silah
getirirlerdi. Ellerine geçirdikleri adamları dağa götürürler, ailesinden fidye
isterlerdi. Uzaklarda birçok köyü bastıklarını duyuyorduk. Bu çeteler bir
zamanlar komşuluk yaptıkları Türklere çok kötülükler yaptılar; öldürme, dağa
kaçırıp fidye alma, mal gaspı ve tehdit falan…”
Aynı konuda
başka bir canlı tanık da hemen hemen aynı bilgileri aktarmaktadır. Büyük
Oyumca’dan Yusuf Oğlu Şakir Tan,[10] 75
yaşında ve olayların bir kısmını iyi hatırlamakta ise de Rumların Milli Mücadele ve Mütareke
dönemlerindeki tavırlarını büyüklerinden duyduğu şekliyle aktarmaktadır: “Çocukluğumuzda
Türkler sahile yakın, Rumlar ise yükseklerde otururlardı. Büyüklerimizden
dinlerdik, düğünümüze ve cenazemize gelirlermiş.” Aynı konuyu Helvacı Dayı da
kabul etmektedir: “Seferberlikten önce Rumlarla komşuluğumuz iyi idi. Uzağa
giderken birbirlerine mallarını emanet ederlerdi. Yardımlaşma ve her türlü
komşuluk yapardık.”[11]
Şakir Tan bu
mutlu yılların maalesef seferberlikle bozulduğunu şu şekilde ifade etmektedir:
“Seferberlik çıkınca düşmanlık başlamış. Rumlar Osmanlıyı zayıf görüp isyan etmişler, köylerimizi sarıp soymuşlar.
Haraca bağlamışlar küçük köyleri. Bizim köye zarar verememişler. Köyümüzde
Gürcülerden biri açık alanda bir ateş yakmış, ateşin yakınında 93 harbinden
kalma bir top mermisi varmış, ateşin etkisiyle top patlamış. Rumlar da bizim
köyde ağır silahlar olduğunu sanmışlar ve köyümüze saldırmaktan vaz geçmişler.”
Maşatlardan
Rasim Göz[12] de bu konuyu benzer
şekliyle anlatmaktadır: Mehmet Göz’ün evi karakoldu. Devlet herkese silah
dağıttı. Gavurlar Oyumca’yı basmak istemişler. Tam o sırada Çilingir’in evinde
bir silah patlamış, Türkler silahlanmış sandıkları için Oyumca’ya saldırıdan
vaz geçmişler.
Bir başka
canlı tanığımız, Şakir Tan’ın annesidir. 1332 (1916) doğumlu Fatma Tan’ın ifadesi:
“Rumlar Karakoç’u yakmışlar.[13] Aksu
ile Oyumca’yı birlikte basacaklarmış. Çilingir Dede’nin Batum’dan getirdiği bir
topu varmış, Gürcülerin tepeye çıkmış, odun ve çalı toplamış, çalıyı
tutuşturmuş, topu da oraya koymuş. Mermi ateşte kızınca patlamış, duyan
gavurlar da köyde top var diye düşünüp kaçmışlar. Başka bir zamanda köyü
basacaklarını babam duymuş. Köylü kaçmış, gavurun mermilerinin sesi köyden
duyuluyordu. Köyde kalan erkekler silahlandılar ve köyün girişinde nöbet
beklediler. Rumlar Topalağa’dan buğday ve giyim eşyası istemişler, “vermezsen iki köyü de yakacağız”
demişler. Bizimkiler de köyde istihkam kazdılar ve silah kucakta beklediler.
Harpten önce Rumlarla ilişkileri çok iyiymiş.”[14] Maşatlardan
Rasim Göz de benzer bilgilere sahiptir: “Rum çeteler silahlı idi. Bizim
insanlara kurşun sıkarlardı. Bizimkiler de nöbet tutardı. Ada’da Anastas’ın
evinde Rumları toplamışlar. 12 yaşında bir kız kaçmış, ona dokunmamışlar, ama
diğerleri orada yanmışlar. Helvacı Dayı’nın bu konudaki fikirleri ileri yaşına
rağmen çok netti: “Günün birinde
büyüklerimiz, Rumların Yunanistan’a oradaki Türklerin de buraya
nakledilmek üzere olduğunu söylediler.
Atatürk Yunanlılara “alın adamlarınızı,
verin adamlarımızı” demiş. Bunun üzerine Rumları “sizi Yunanistan’a göndereceğiz” diyerek Ada Köyü’nde bir ahşap evde
toplamışlar. Sonra o evde bir yangın çıkmış ve bazı Rumlar orada telef olmuş.
Haberi duyunca üzülmüştük, ne de olsa can taşıyordular.”
Rasim
Göz’e göre Rumlara karşı savunmasız köylere ya jandarma veya silah
veriyorlardı. Burada diğerlerinden farklı bir bilgi var ise de bu bilgi bizce
doğru olmalıdır. Çünkü diğerleri devletin hiçbir tedbirinden veya silah
dağıttığından bahsetmiyorlar. Onca Rum taşkınlığı karşısında hiçbir tepki
gösterilmemiş olması mümkün olamazdı.
Kafkas ve Doğu Karadeniz Muhacirleri: Bir
başka canlı tanığımıza göre “93 muhacirleri gelince, Gürcüler Toplu Konutların
olduğu yerde bir çeşmenin yanında yerleştiler. Orda sivrisinek çoktu, bunun
üzerine, daha yukarılarda bir akar su çevresi aradılar. Köylüler kaynak suyunu
gizlediler.”[15]
Şakir Tan: “Köye
gelen ilk muhacir Trabzonlu Temel’in Halil, içgüveyi olarak gelmiş buraya
Akçaabat’tan. Laz Hasan da Rize’nin Kendirli köyünden gelip içgüvey olarak köye
yerleşenlerden. Bunlar ikisi de seferberlikte gelip köye sığınanlardan.”
1960
ve1970’lerde Karaoyumca Köyü’nde muhtarlık yapmış olan Mehmet Aslan’a göre ise
yörede zaman zaman yabancı karşıtlığına varan bir etnosantrizm vardır: “Gürcüler
buraya göçmen gelince sahile yerleşmeyi istememişler. Su kaynaklarına ve
ormanlık yerlere yerleşmeyi istiyorlarmış. Topal Ağa’nın Hüseyin’in orda bir
çeşme var. Oraya Gürcüler yerleşmesin diye oradaki kaynak suyun yerini ot ve
çalılarla gizlemişler. Gürcüler de yukarılara gitmiş, dağın dibine çıkmışlar.
Bu Cemal Gülhan’lar, sıtmadan ve başka şeylerden dağa kaçmışlar. Burada bir söz var: “Bakkala borç olmasın Gürcüden
dost olmasın” derler.[16] Bu kaynak kişimiz yabancı ve ötekine karşı
olan etnik ayrımcılığı daha sonra şu kelimelerle ifade etmektedir: “Bu köy
yabancıyı istemedi. Yabancı gelin almak isteyeni bile döverlerdi. Lazlardan
filan… Bu köy tutkundu, aramıza yabancı sokmadık. Köye yabancı giremezdi.
Halbuki Aksu Laz dolu. Mamados Laz dolu
ve dışardan gelme. Kayadibi Gürcü zaten. Mamados’a üç tane Kürt geldi. Atatürk
Dersimlileri kırdırdı. Alanos da yabancı, Kavaklı da var Laz da var. Kozulca
Gürcü, Karagöl Gürcü, Aşağı Aksu çoğu yerli. Yukarı Aksu karışık. Afanlı da
karışık. Karakoç yerli, Mevrek ve Kocadağ da karışık. Çamlıyazı yerli. Alanos
da kavaklı çok, iç güvey olarak gelme. Burada Şükrü dayıdan başka gelme yok.” Karaoyumca Karabudaklar ailesinden Hacı Aslan[17] da
Gürcülerin köy tarafından kabul edilmediğini ifade etmiştir. “Onlar yukarıda su
kaynağı olan yerde yerleşmeyi kendileri istediler.” Aynı Köyden Hüseyin Çakır[18] da
bu konudaki fikirlerini şöyle ifade etmiştir: “Yabancıyı köye sokmamak için
kızları yakınlarına verirlerdi. Dışarıdan evlenmek isteyene bu sebepten karşı
çıkılır, yabancıyı köye sokmayalım anlayışı vardı. Köyün büyüklerin toplanır ve
kız babasına resmen baskı yapardı: kızını şuna vereceksin, şunun kızını oğluna
alacaksın, içimize yabancı girmesin.”Görülüyor ki burada görücü usulünden daha
beter bir anlayış hakimdir: Görücülükte gençlerin tercihi sorulmazken burada
kız veya erkek tarafın hiç birinin temayülleri dikkate alınmıyordu. Köy ihtiyar
heyeti hem gençler hem de aileleri adına karar veriyor ve bunun uygulanması
için muazzam bir mahalle baskısı oluşturuyorlardı. “İçimize yabancı girmesin”
derken büyük ölçüde akraba evliliğine kendilerini mahkum ettiklerinin farkında
değillerdi. Yabancı karşıtlığı hususunda Rasim Göz’ün verdiği şu bilgi de gayet
manidardır: Aslan Ali, bir toplantıda Laz Hasan’ı köy uslularının oturduğu
köşede otururken görünce “orası senin yerin değil, kalk oradan” dediydi. Oraya
gelmeler oturamazdı yani. Köye dışarıdan sadece Laz Hasan ve Laz Temel
gelmişti. Daha önce Gürcüler gelmiş.Rüzgarla çalışan Gürcü ve Çerkez (yel)
değirmenleri vardı. Onların daha girişimci insanlar oldukları yerlilerin
ifadelerine böyle yansımaktadır. Bu girişim üstünlüğü aşağıda tartışılacaktır.
Rasim Göz’ün
Çerkezler hakkında anlattıkları yazılı belgelerde de doğrulanmaktadır. Ona göre
Karaköy, bugün Üniversitenin yerleşme alanı olan yer, Çerkez köyü idi.
Bazılarının konakları vardı. Sonra bir salgın hastalık olmuş hepsi ölmüşler. Bu
yörede üç Çerkez mezarlığı var. Burada sözü edilen Çerkezlerin ölümü hakkında
Başbakanlık Osmanlı Arşivinde de bilgi ve belgeler vardır[19]. “Kurupelit
mevkiinde tecemmu eden muhacirin-i Çerakise’den seksen senesi temmuzu
iptidasından mah-ı mezburun sekizinci gününe kadar[20] sekiz
gün zarfında bâlâda gösterildiği vechiyle dört yüz yetmiş üç nüfus marifet-i
acizanemle sarf ve ita olunan kefin bezi otuz yedi buçuk top bir buçuk zira’dan
ibaret bulunmuş olduğunu mübeyyin iş bu defter-i terkim Canik Meclisine takdim”
kılındığından bahseden belgenin diğer bir yazısında şöyle devam etmektedir:
“mevki-i mezburda ikamet ve amed ü reft eden[21]
muhacirinden vuku bulan vefeyat dört yüz yetmiş üç nüfus olduğu ve kefenlik
olarak memurlardan mumaileyhim
marifetiyle sadaka ve ita’ kılınan Amerikan bezi otuz yedi top ve yirmi üç buçuk zira’a baliğ bulunduğu tahakkuk
etmiş olmakla..” ifadesinden burada salgın bir hastalıktan,[22] ölen Çerkezlerin gelip geçenler ( amed ü reft
eden) ve ikamet edenlerin sekiz gün içinde kitlesel olarak öldükleri
anlaşılıyor. Bizim yöredeki sözlü tarih
çalışmalarımız da bunu doğrulamaktadır.
Bu konuda Mehmet
Aslan da benzer bilgiler vermiştir: “Kör Hasanlar Karaköy’den gelmiş. Çerkezler
orda oturuyorlardı. Çerkezler Gölele (kolera)(?) hastalığından hep birlikte
ölmüşler. Ölmeyenler de gitmiş.” Hüseyin Çakır: “Karaköy Çerkez köyü imiş. Orada, Arslan Ali’nin evinin yanında
mezarları varmış. Bir hastalık gelmiş ve Çerkezler kırılmışlar. Şakir Tan:[23] “Çerkezlerden
bazıları Karaköy’den gelip buraya yerleştiler. Oradaki Çerkezlerin kimi hastalıktan
kimi de harplerden ölüp gittiler. İşittiğimize göre böyle üç kere yıkıma
uğramışlar. Günün birinde oraya bir hastalık çöküyor, oraya kimse yaklaşamamış,
cenazeler sokakta kalmış. Giren hasta oluyormuş, hep kırılmışlar. Dağda taşta
yıllarca kelle ve insan vücudu bakiyeleri bulunurdu.” Belgede dağıtılan kefenlik amerikan bezi
burada bahsi geçen birinci kırgın içindir. Sonuncusunun 1912 de olduğu
biliniyor, demek ki arada bir kırgın daha yemişler.
Rasim Aslan
devam ediyor “Çerkezler fakirdi. At çalarlardı, atı kaybolan gidip onların
ağalarına para verir, ertesi gün at gelirdi. Akordeonları vardı, Gürcülerinki
gibi. Yukarı Aksu Karagöl ve Mamados’a dersim Kürtleri geldi, sonra gittiler.” Karaoyumca’dan
Mustafa Çakır[24]: “Bizim köye muhacir ve mübadil gelmedi. Bu
köy dört haneden türemiş. Köse oğulları, İmamın Uşağı, Kökçü oğulları,
Aslanlar. Yabancı olarak Oflular geldi. 80’lerde. Gürcülerin gelmesine köy
karşı çıktı.” Rasim Aslan: “Karaköy’de 60 hane idiler, atları çalıyorlarmış.
Atı yiten aramaz, gidip Çerkez ağasına para verir, at ertesi gün gelirdi. Şakir
Tan da benzer ifadeler kullanmıştır. Şakir Tan[25] bu
konuda şunları söyledi: “Lazlar ve Gürcüler birbirlerini tutuyorlar. Bizim
Türkler tutkun değil.” Karaoyumca’dan Mehmet Aslan “Mamados’a Dersim Kürtlerinden
üç aile yerleştirildi.”
Sosyoekonomik Durum: Hüseyin Çakır:
Köyde dört beş hanede koyunculuk vardı. Keçi yoktu. Çakmak taşı kullanıyorduk. “Akkiren yemeğine bayıldı” derler burada,
onu yapardık. Ramazanda yavan ekmekle sahura kalkardık. Mehmet Çakır, “dört sene mısır ekmeği ile oruç tuttum”
derdi. Çakırlar çavdar ekerlerdi. Çok fakirdiler. Kara hızar ile tahta
biçerlerdi. Bazı ahşap ustalığı işlerini ve ekin biçmeyi Kavaklılara
yaptırırlardı. Kavaklılar fakir olduğu için gelir, buğdayımızı biçerlerdi. Biz
tütün işi yaptığımız için buğdayı onlara biçtirirdik. Köyün çobanlarını da
oralardan tutardık. Gebi’den çoban tutardık.
Açlık ve sefalet: Şakir Tan:
“Seferberlikte erkekler asker olmuştu, köydeki kadın ne kadar eker – biçer? Çok
zerürlük[26] çekmişler. Alman harbinde
kuru üzüm ve nohut yoktu. Almanlara gitmişti. Ekmek karne ile idi. Köylü şehre
gidince, şehirli köylünün çantasını gözlüyordu. Köylü idare ediyordu. Şehirli
ne yapsın. Buğday yemeye 1950 de başladık. Önceleri arpayı buğday ile
karıştırırdık. Mısır da yerdik. 46-48’lerde keçi yasaklandı. Ali Hasanların,
Yamalıoğullarının ve Aziz Kaptanların keçileri vardı.” Süt Yoğurt yoktu.
Nereden alacaksın sütü yoğurdu? Hayvanın beslenmesi zordu. Samanı, hatta evdeki
bulguru bile öküze verirdik. Öküz şimdiki traktörün yerinde idi. Beslenme
önceliği vardı. O zamanlar inekler de bizim gibi garipti yani.” Fatma Tan
fakirlikten çoklarının kurban kesemediğini anlatmıştır.
Şakir
Tan: “Ben o yılları hatırlarım. Küle mısır unu katardık, açlık yıllarıydı.
Köyün Çörçilleri[27] İsmet Paşa’yı tutardı.
Paralarda İsmet Paşa resimleri vardı, Bayar gelince tekrar Atatürk’ün resmini
koydu. Millet sevindi.”
Mehmet
Aslan’ın anlattıkları daha da uç örneklerdir: “Askere giderken üç gün Bafra
kahvesinde bekledim. Şubeden bir çul vermişlerdi. Onu kahveye astım. Giderken
aldım. Kardeşim 39 ay askerlik yaptı. 24
ay da ben yaptım.” “Tahta kurusu çok olurdu. Asker ocağında da çoktu. Bit- pire muayenesi yapılırdı.
Köylerde bit pire çoktu. Milletin yakası pire pisliğinden simsiyah olurdu.
Rahmetli Çakır da uyuz oldu. Başka duymadım.”
Sağlık: Hüseyin Çakır: Aspirin ve kinin iğnesinden başka
ilaç kullanmazdık. Bit ve verem yaygındı. Verem bir eve girince bitirirdi. Sıtma, veba ve kolera yaygınmış.
Sıtmaya karşı kinin ilacı verirlerdi. İğnesi de vardı. Ben de sıtma oldum. İğne
vurdurmaya Siyek Mehmet’e giderdik. Başka iğne vuran yoktu. Onun için onu alıp
iğne vurdurmaya götürürlerdi. Her gelen onu evde bulamazdı. Helvacı Durmuş
Sevindik’in anlattıkları daha eski ve Çerkezlerin yöredeki toplu ölümlerinin
halk arasındaki hazin anlatımı olsa gerektir: “Golela hastalığı gelince, evin
kapısına kıble tarafından üç kere vurur ve içeri girermiş. Bir eve golela bir
düşmesin, herkesi alıp götürürmüş. Benim çocukluğumda oldu bu salgın,
Çerkezleri öldürdü, bizim insanlardan da ölenler oldu. Adamın birinin hanımı
bundan ölmüş. Adam on saat cenaze ile uğraşmış, hiç yemek yiyememiş, cenaze
defnedilecekken adamın oğlu da golela olmuş, mezarlıkta beklemişler hasta oğulu,
ölsün de gelmişken onu da gömelim diye. Sonra oğul ölmüş ve gömmüşler, ama iki
cenazeyi defnedene kadar saatlerce aç, uykusuz, ayakta ve yorgun bitkin adam
eve gelince eş ve evlat acısına rağmen
“aç da durulmuyor ki, beni kınamayın da” demeye getirmiş, hem ağlamış hem de “bir
kavurma ısıtın da yiyeyim” demiş.
Mehmet Aslan
“Atatürk döneminde tütün ucuzdu. İnönü gelince tütün yükseldi. Ecevit gelince
kooperatifle köylüye traktör verdi. Ecevit gelince zenginler yağı sakladı. Ben
Ecevit döneminde 24 teneke yağ aldım. Köye verdim. Öbür muhtarlar bunu halka
para ile sattılar. Benim devrimde Derecik muhtarı ve bir de ben dürüst
muhtarlık yaptık.”
Köye kızılağaç
diktirmek istediler. Ne olur kızılağaçtan?”
Toprak Mahsulleri Vergisi: Şakir Tan’a
göre maliyeci memur buğday yığının başına geçer, yığından bir sap çeker,
başakların doluluğunu kontrol ederdi. Köylü de “sen bunu ambar mı sandın, bunun
yarısı saman” derdi. Pazarlık yaparlar ve sonunda 20-30 teneke buğdayı alır
Samsun’a götürürlerdi. Torpili olan ürünün vergisini hemen ofise teslim eder, yoksa
iki üç gün orada bir de sırada beklemek mecburiyetinde kalırdı. Buna aşar
vergisi denirdi. Başlangıçta aşar olabilir, ama sonraları bu vergi kaldırılmış
olduğuna göre Toprak Mahsulleri Vergisi olmalıdır. Fatma Tan da şunları
söylemiştir. “Vergi tahsildarı gelir, yığınlardaki buğdayı keşfederdi. Yığından
bir buğday çeker, dene(başak) keşfi yapardı. Hep ot-gübür olurdu. Çünkü gübre
ilaç bilinmezdi.” Bu işi yapanlara “ta’şirci”[28]
denirdi. Hüseyin Çakır “Vergiden dolayı ceza yiyen hapse giren oluyordu. Köylüler
hayvanlarını vergi ödememek için dağlara kaçırıyorlardı.”[29]
Ekonomi: Hacı Aslan tütünün Samsun
yöresi ekonomisi için zararının daha çok olduğunu ilginç bir tespitle
bildiriyor. “Mısır, tütün buğday ekilirdi. Tütün bütün yılımızı işgal
ederdi. Çobanı Kavaktan getirirdik.
Buğdaylarımızı da kavaklılar biçerdi. Eskiden tütün yüzünden başka iş
yapamazdık. Mıh çakmaya usta yoktu. Ustalar da Lazlardan olurdu. Tütünün
yasaklanması iyi oldu. Şimdi herkes ustalığı öğrendi.”
Rasim Göz “Bu
mahallenin en zengini Karadayıgil idi. Buğday alıp yiyen bir tek onlardı.
Buğday çok az olurdu. Hükümet istiyor diye bazı uyanıklar köylünün elinden
buğdayını vergi olarak alırlardı. Köylü kimseye bunları şikayet edemezdi.
Zeytinyağı da çok zenginlerde ve arasıra bulunurdu. Lappa Hasan “Oyumcalılar zeytinyağı yediği için suratları
parlıyor” derdi. Bazıları Çarşambadan mısır getirirler fakat memurlar
yakalayınca ellerinden alırdı. Açlıktan her acayipliği yapanı makul
karşılardık” diyor R. Dayı “Atların gübrelerinden arpa seçip yerlermiş, bizim
askerler bit ve açlıktan ölmüş.”
Kooperatifçilik ve kalkınma: Şakir Tan
“Kooperatif 1948 de Caminin lojmanında
başladı. Üstü okuldu, altı kooperatif. Biz orda okuyorduk. Bir gün bir bankacı
geldi “Size kooperatif kuracağız”
dedi. Köylü bu kelimeyi hiç duymamıştı. Hacı Yusuf’un babası kooperatif’i ‘Kör Fadik’ diye anlamış! “Kör Fadik Batum’a gitti” demiş. Memur da
“bırak Kör Fadiği, biz burada bir banka
kuracağız, size para verecek” demiş. Köylüler “o zaman tamam” demişler. 1949 da okulumuzu biz köylüler olarak
kendimiz inşa ettik. Kooperatifi Ziraat Bankası yaptı. 1948-49 larda faiz %7
idi. Duvarlara afiş yapıştırırlardı. “Al %7 faiz” diye ilanlar ilgimizi
çekerdi.”
H. Çakır:
Köylerde geleneksel el zanaatlarının bazıları bilinirdi. “Düzen denen dokuma
tezgahları vardı, şimdi kalmadı”. Mısır, ekin (buğday), arpa, çavdar, siyez,
mahluç, dut, incir, ayva ve bazılarında ceviz bulunurdu. Bazılarının bir iki
kovan arısı bulunurdu.
Rasim Aslan’a göre
: “Samsun’da sokaklar lüks lambalarıyla aydınlatılırdı. Lüksü makara ile direğe
çekerlerdi, bayrak gibi. Peltek Hasan isimli biri bu işi yapardı.”
İmece işleri: Köylü zor işleri imece
usulü ile yapardı, mesela öküzü veya atı olmayanların odunlarını, köylü hep
birlikte kesip taşırdı. Tarla ve bahçe işlerinde de imece usulü iş tutulurdu.
Oyumca’dan Ali Osman Tan[30] da aynı bilgileri vermiştir: “Odunu imece ile
taşırlardı. Özellikle öküzü olmayana öküzü olanlar hep birlikte gider ve yardım
ederlerdi.”
Değirmenler: Ş. Tan “Barajın olduğu
yerde değirmen vardı. Hıtanların dedelerinin değirmeni idi. Yazları susuzluktan
6 ay çalışmazdı. Değirmenci 16 da 1 pay ile çalışırdı. İkinci değirmen Hacı
Şaban’ın idi, birincinin bin metre kadar aşağısında, Saya’nın tam hizasında
idi. Ondan 300 metre aşağıda Gürcü değirmeni vardı. En aşağıda Ali Ağa’nın
değirmeni vardı. Ona Churchill derlerdi. Öbür derede de Cede’nin değirmeni
vardı. Değirmenlerde hırsızlık, gasp ve soygun falan olmazdı.”
Hırsızlık: Ş. Tan “Buğday ambarını
burgu ile delip buğdayı akıtarak çuvalını dolduran insanlar olurdu.”
Ordunun Öküzleri, Katırları ve Atları: Şakir
Tan “öküzle askerlik yapanlar vardı. Ergin öküzle askerlik yaptı. O son öküz
şoförlerindendi(gülüyor). Bizim günümüzde askerlikte öküzün yerini katırlar
aldı. Ağır silahları hayvana gözümüz yumuk yüklerdik. Bizim katırlar küçüktü.
Sonra Amerika’dan USA damgalı katırlar geldi ki onlar daha büyük ve güçlü idi.
Yerleşim: Şakir Tan “Cumhuriyet’in ilk
yıllarında Kurupelit Hanı vardı. Orada bazı dükkânlar ve bir de karakol bulunuyordu.
Han şimdiki Körfez’in karşısında idi. Balaç’ın ve Alanos’un aşağısında, şimdiki
Türkiş semtinde hiç ev yoktu. 50’den sonra Amerika’dan arabalar geldi, yollar
yapıldı. Yol yapılınca oralara evler yapılmaya başlandı.”
Kavaklı İşçiler: Bizim buralarda tütün
yüzünden biz başka işe bakamazdık. Mecburen bazı işlerimizi yabancılara
yaptırmak gerekiyordu. Bu işi Kavaklılar yapardı. Kavak’tan mayısta gelirler,
ekin biçerlerdi. Kadın çoluk çocuk hep birlikte gelirlerdi.
Laz Ustalar: Ali Osman Tan “Köyün eski
camiini Laz ustalar yapmıştı. Köyün ağaç evlerini yapan yerli ustalar vardı.
Taş ustalar dışarıdan getirilirdi.”
Demiryolu İşçiliği: Fatma Tan “Katil
bir kişiyi önce hapse attılar. Sonra tren yolunda tünel kazdırmaya götürdüler.
Tünelde çalışan mahkumun bir günü iki gün sayılırdı.”
Ulaşım: H. Çakır “Hastaları doğuma at
arabası ile götürürlerdi. En hızlı araç at arabası idi. 1950’lerde kahve yoktu
çay içerdik. Sınır davaları pek olmazdı
olunca da köyün usluları hallederdi. Ama Oyumca büyük köy orada olmuştur. Bafra’ya
6 saatte bir araba oluyordu. Buradan Samsun’a yaya gidiyorduk.”
Kaçak sigara ve tütün: Şakir Tan’a göre
“Tekel eksperleri köyde kontrol gezileri yapıyordu. Sigara içmek yasaktı. Tütün
tabakasını tarlada tezeğin içinde saklayanlar oluyordu. (FS. Bu kaçak sigara
kontrolü olmalı). Eksperler bıçak kontrolü de yapıyordu. Birisi bıçak
yakalatınca övendireyi kırıp demirli tarafını eline almış ve memura “üzerime
gelme” diye meydan okumuş.
Halk bu
baskılardan bıktığı için ilk fırsatta Menderes’i seçti, ama onu da götürdüler.
İdam haberi köyde kara haber olarak işitildi. 120 pilli bataryalı radyolardan
kara haberi dinlerdik.”
Sosyokültürel Manzara: Oyunlar ve
eğlenceler: Şakir Tan “Çocukluğumuzda esir oyunu oynardık. İki kalede
toplanır ileri çıkanı “vururduk” “Diğer
bir oyunumuzda odunun ucuyla küçük bir topa vurur onu bir çukura düşürmeye
çalışırdık. Birdirbir ve sekerek de oynardık. Öndül[31]
oynanırdı. Arabanın tekerine dönmemesi için kalın odunlar takılır ve 6 araba
birbirine bağlanırdı. Bir çift öküz onu çekmeye çalışır, hangi öküz çekerse
öndülü alırdı. At yürüğü yarışması ve erkekler arasında güreş müsabakaları da
yapılırdı. Kalleş güreşenler sevilmezdi.”
Çok eşlilik
yok denecek kadar azdı.
Asayiş: Rasim Göz “Anası birisiyle yatıyor diye Kör İbrahim, intikam için kediye gaz
yağı dökmüş, kedi yanarken can acısıyla eve kaçmış ve sonunda ev de içindeki 30
koyun da yanmıştı.
Adada
gavurların 5-6 evi vardı, onlar yanınca eşyalarını bizimkiler yağmaladı.
Alanos’ta biri
bir gavur karısına derede çamaşır yıkarken tecavüz etmiş, kadın kıçını yere
vurup, “Türk tohumu çık” diye
söyleniyormuş. Alanos’lu “onu öyle
yerleştirdim ki ne yapsan çıkmaz” demiş.
H. Aslan “Eski
zamanlarda en büyük düşmanlık ifadesi ev veya samanlık yakmak idi. Ben çarşıda
iken bir keresinde evimi ve samanlığımı yaktılar.”
“Bu köyde çok
fazla içki ve kumar yoktu.”
Düğünler: Mehmet Aslan anlatıyor: Yedi
tane gazi takılırdı gelinlere. Bunlarda 4-5 gelin bir arada yaşardı. Gelinler
kaynana ve kaynatanın işline karışamazdı. Görücü usulü evlenirdik biz.
Babalarımız “sana şu kızı alacağım” deyince yüzümüz utançtan ateş gibi
kızarırdı. Şimdi gençler kendisi konuşup karar veriyor. Şakir Tan’a göre “Kadınlar def çalardı düğünlerde. Düğün
hazırlığı Çarşamba öğleden sonra balardı. Davul gelir çalmaya başlar imeciyle
keşkek dövmeye başlanırdı. Dibek taşını bir kişi getirir, buğdayı sıra ile
gayet ahenkli olarak döverlerdi. Hereni[32]
kazanında et ve keşkek yapılırdı. Perşembe günün düğünler yapılırdı. Düğünlerde
başlık verilirdi, ben yengenize 1950 de bin lira verdim.”
H. Çakır “Gelinlerin altın fes
adeti vardı şimdi kalmadı.” Fatma Tan, düğüne davetin küçük küçük dilinmiş
sabun parçaları dağıtılarak yapıldığını söylemiştir. Mihri Çakır’a göre
kadınlar def ile oynardı. O zaman davul ve def olur mevlitli düğün yapılmazdı.
Gelinlerin bellerine altın kemer, koluna bilezik ve başlarına fes
Yemekler: Ş. Tan “Keşkekten başka,
buğday çorbası, o olunca pırasa ile yenirdi. Buna kesme çorbası denirdi. Kesme
makarnayı bayramdan bayrama yaparlardı. Mısır çorbası da yapılırdı, yoğurt her
zaman bulunmazdı. H. Çakır Akkiren yemeğinin yörede çok sevildiğini
belirtmiştir. Rasim Göz’e göre çamaşırları küllü su[33] ile
yıkarlardı. “Sabunu nerde bulacaktın. Kesme şeker olunca sandıkta saklanırdı.
Hastalanınca suda eritir içerdik.”
Cenazeler: Tan “Cenazelerde komşular
gelir, ölü evine yemek getirirlerdi. Ayrıca ölü evinin işlerini de bir süre
komşular yapardı. Ölü evinde üç gün yemek yapılmazdı, mekruh sayılırdı.
Bayramlar: Ali Osman Tan “Bizden önceki
büyüklerimiz bir köyden diğer köye bayramlaşmaya giderler ve yemek de
götürürlerdi.” Rasim Aslan’a göre de “Bayramlarda 1. gün helva yapılır ve
mezarlığa gidilirdi. Helvalar orada yenirdi. 2. gün ya biz Mamados’a veya onlar
bize gelirdi.”
Şakir Tan
“Kurban Bayramında kesenler kesmeyene et verirdi. Kurban kesmeyenler kavurma
yemeğe davet edilirlerdi. Bacasından et kokusu gelmeyen ev olmazdı. Eskiden üç
gün bayram yapardık, sonra ikiye indi, şimdi hep sıfır oldu. Bayramlarda kaşık
yetmezdi, cebimde kaşık götürürdüm. Her gün bir köy diğer köylere ziyafet
verirdi. Eğlencelerde bazı erkekler kadın kılığına girerdi. Bunlara köçek
denirdi ama köçekler pek hoş karşılanmazdı. O zamanlar bayramlar üç gün
sürerdi, zamanla iki güne indi, sonra
tek güne. Şimdi ise hep sıfırlandı.
Samsun’da Sel: Kürtün köprüsünü iki-üç
defa sel götürdü. Selden sonra su çekilene kadar karşıya geçilmezdi. Yeni köprü
de geç yapılırdı. Tabii ahşap köprü olurdu. H. Çakır “1939 da büyük sel oldu.
Kürtün köprüsünü götürdü. Burada ambarlardaki buğdaylarımız Bafra şosesine
kadar sürüklendi. Temmuz ayında idi. Sel gece olmuştu. Ambarları su
kaldırmıştı. Gece idi, gök gürültüsünü duymadık.” Bu konuda elimizde arşiv
belgeleri de vardır.[34]
Bunlardan anladığımıza göre 17 ve 23 Temmuz 1939 tarihinde vuku bulmuş olan
“seylap” ile ilgili hem Samsun Valiliği, hem de CHP il başkanlığının
Başbakanlığa ve CHP Genel Sekreterliğine yazdıkları yazılarla halkın
zararlarının tazmini istenmiştir.[35] Yazışmalar Dahiliye, Maliye, İktisat, Sıhhiye,
Gümrük ve İnhisarlar, Ziraat ve Ticaret
Vekaletlerine yazılmış, uzun süre kim hangi yardımı yapacaktır diye yazışmalar
sürmüştür. Öyle ki 13 Eylül tarihinde henüz bakanlıklar arası yazışmalar
bitmemişti.
Sel esnasında
ildeki diğer köprüler gibi Kürtün köprüsü de yıkıldığından Bafra ve Samsun ile
olan bağlantının kesilmesi yörenin dışarıdan temin edilecek olan ihtiyaçları
konusunda ne kadar zor bir durumun olduğunu göstermektedir.[36]
Yarışmalar: Rasim Göz: “Atalarımız
Ankara’dan gelmişler, iki pehlivanmışlar her başarıdan sonra Padişah onlara
mükafat verirmiş, buradaki toprağımızı bize padişah böyle vermiş.” Köyde
güreşler yapılırdı diyen Ali Osman Tan’a göre birinciye bir iki metre basma
verilirdi. Bir köyden bir pehlivan çıkınca diğer köyler onu yenecek pehlivanlar
çıkarmak durumunda idiler.
Çalgılar: Fatma Tan Çalgı olarak bir
tek def kullanılırdı. Davul zurna Alanos’tan çıkardı. Rasim Aslan
anlatıyor: Gençliğimizde içki kumar hiç yoktu. Kahve yoktu, radyo ve gramofon yoktu.
Yağmur Duası: H. Çakır anlatıyor:
“Yağmur duası için dereye giderlerdi. Herkes bir hayvan getirir kurban keserdi.
Okuyup taşı dereye atarlar, buna taş ıslamak derlerdi. Dualar sonunda yağmur
yağdığı oluyordu.”
Köy odası: Şakir Tan: Köy odası caminin
müştemilatı içinde idi. Orada kalan misafirlere köyde sıra ile yemek verirdik.
Fakirler vermezdi. Ramazanda iftar ve sahur yemekleri akşamdan ikisi birden getirilirdi.
Şakir Tan, Bebeği
toprağa belerdik. Bu toprağı önce kalburdan elerdik. Bebekleri belediğimiz bu
toprağa öllük[37] toprağı
denirdi. Toprak ısıtılır. Üzerine bez serilir, bebek beze yatırılırdı. Sabah
olunca toprak aynı ısıyı muhafaza etmiş olurdu.
Eğitim: Hüseyin Çakır: Biz üç sene okuduk. Ama bizim
öğretmenlerimiz çok iyi idi. Şimdi çocuklar bir şey öğrenmiyorlar. Biz
Atatürk’ün talebeleriyiz. Atatürk büyük adamdı. Ondan önce açlık vardı, sonra
açlık kalktı. O zaman Akpınar da beş yıl
okuyan kolayca öğretmen oluyordu.
Mustafa Çakır ise, “Ben 42 de Alman –Rus harbi sırasında ilkokula
başladım. 5 yıl okudum. Benden önce üç yıl okudular. Bizim zamanımızda camide
okumak yasaktı. Öğretmenimiz Balaçlı idi. Ben öğretmen olmak istiyordum.”
Rasim Göz’ün
anlattığı şu hikayenin de bir pedagog tarafından değerlendirilmesi gerektiğini
düşünüyoruz: “Çocuklar eğitimi camide alırdı. Hoca benim kafamı duvara vurdu ve
alnım delindi. Bir daha o mektebe gitmedim. Hoca huysuzluk yapanlara ocaktan
aldığı övsekliyi[38] atardı.”
Seferberlik ve askerlik: Rasim Aslan: Köyden
63 kişi askere gitmiş, 5 kişi dönebilmiş. Dedem 11 sene askerlik yapmış. Doğuya
gitmiş, Yunan’dan geri gelmiş. Babam askerlikte çarığını yemiş, bunu ağlayarak
anlatırdı. Bir tarlaya girmişler yoncaları yemişler. Hatta yoncalar için kavga
bile etmişler: Senin benim kavgası. “Biti
kaşlarımızdan çakı ile paklardık” derdi babam. Sabun yoktu, ekmek yoktu ki
sabun alsan.
Babam “Çanakkale’de
ölen ve çürüyenleri 3 gün boyunca mezara taşıdık” derdi.
Hüseyin Çakır şu seferberlik
bilgilerini vermiştir: Açlık çoktu. At pisliğinden arpa toplarmış insanlar. Buradan
askere gidenler Yemen, Trablusgarp ve Bingazi’ye gidip gelmeyenler varmış. 10 -
12 sene askerlik yapmışlar. (Mustafa Çakır’a hitaben) Sizin Akrabanız Aslan 10
sene askerlik yapmış. Van’da kalmış ve orada evlenmiş. Sonra askerlik bitince
çocuklarını bırakıp buraya gelmiş ve burada tekrar evlenmiş. Hasan Usta’nın
babası. Hasan Usta burada ondan sonra doğmuş. Sürek ise 12 sene askerlik
yapmış. Askerlikten gelince birçok kişiyi karısı tanımamış ve yabancı adam diye
eve almak istememiş. Böyle birçok hikayeler anlatılır.
Dedem asker
iken, jandarma gelmiş, nenemi arazide bulmuş. Öküzleri ile Havza’ya kadar
cephane götürmüş. Bazıları Kavağa kadar götürüldüğünü söylüyor. Hasan Çavuş’un
Şevket’in anası Kavağa kadar götürmüş.
Ali Osman Tan “Dedemler
beş kardeş seferberlikte harbe gitmişler ve hiç biri gelmemiş. Oyumca’dan
seferberliğe gidip geri gelen iki kişi var: Mustafa Çavuş ve Kemal’in babası
amcam Hasan Çavuş.” Rasim Göz, “Köy boşalmış, askere gidip geri gelen iki
kişidir. Bunlardan biri Hasan Çavuş, yıllar sonra köye gelince karısı onu eve
almamış, tanımamış kocasını. Kolu yaralı imiş. Yaraya yolda pösteki sarmış,
köye gelip kolunu açınca, kolunu bitler yemiş ve yarası kemiğe kadar
açılmıştı.”
Fatma Tan’ın
anlattığı[39] şu hikaye çok manidardır:
“Ben seferberlikte doğmuşum. O zamanlar eli silah tutanları hep askere
alırlarmış. Köyün dul ve asker karısı kadınları Samsun’a kağnı ile odun
götürürlermiş. Odun satıp tuz, gaz ve bez alıyorlarmış. Bana hamile anam da bir
seferinde böyle bir sefere katılmış. Gece yarısı Oyumca’dan yola çıkıp sabah
ezanı ile Kürtün Irmağı’na varmışlar. Şafak vakti anam orada hastalanmış, doğum
sancıları başlamış. Tanıdıkları bir kadının evine sabah ezanı vakti varmışlar,
kadına “bizi bir süre merdiven altına alır mısın, dinlenelim” demişler. Kadın “niye merdiven altına alayım” demiş. “Hicaz ayağıma geldi sabah ezanı vakti.”
Anamları içeri almış. Soba’yı yakmış, yakında evi bulunan bir ebeyi çağırmış ve
ben orada doğmuşum. Babam askermiş, 12 yıl askerlik yapmış.”
Dini Hayat: Rasim Göz’ün anlattığına
göre gizli kuran kurslarına namazı
ve sureleri öğrenmeye giderlerdi. “Hacı Akman’ın Hoca ve Molla Ali’nin orda
çocuklara kuran okuturlarken, jandarma geliyor mu diye uzaktan jandarmayı
gözler ve bize haber verirlerdi. Biz kaçar ve oynaya oynaya eve gelirdik, hoca
da kaybolur veya başka iş yapıyormuş gibi oralarda gezerdi. Gizli Kuran
kursunda ders görürken jandarmanın yolunu gözetleme işini nöbetleşerek yapardık.”
Arapça Ezan: Rasim Göz: “Arapça ezan
serbest bırakılınca halk öyle sevindi ki bazıları, mesela Hacı Akman’ın Remzi
bir kömüş kurban kesti” diyordu. Ali
Osman Tan da “Ezan Arapça ya çevrilince bazı hocalar arasıra yanlışlıkla Türkçe’sini
de okurlardı.” Fatma Tan “iki tür ezanı da sevdik, ancak Arapça’sı gelince daha
çok sevinen oldu, ama kurban kesen olmadı” diyerek Rasim Göz’e göre farklı
bilgiye sahipti. Belki köylerinin farklı olması bu farklı bilgilerin sebebi
olabilir.
Cami Görevlileri: Hacı Aslan cami
görevlileri için şunları anlatmıştır. “Buraya dışarıdan hocalar gelirdi. Bazı
hocalar sürekli kalmak isterdi. Ne verirseniz verin derlerdi. Bazı hocaları
kabul etmezdik. Bizde bir hoca vardı, Aksu hocası onun yanında konuşamazdı.
Adam derin hoca idi. Ama katil imiş. Sonraları adam kendi hesabını kendi
kesmeye başladı. Aynı zamanda müthiş kaçakçı imiş. Evin önüne petek koymuştu,
ama içinde arı yoktu, başka şeyler saklıyormuş. Müftüyü bile takmıyordu, Laz
idi, ama memleketini bilemiyorum. Memleketinde cinayet işlemiş, buraya kaçmış.
Evin bacasını bile kapatıyordu, vurulurum diye korkuyormuş. Bunları ben
delikanlı iken gördüm.” Rasim Aslan: Rizeli bir imam köye geldi. Karabudak’a
hizmetli durdu. Koyunları güdüyordu. Hafızlar Trabzon ve Rize’den gelirlerdi.
Birisi hafızdı, ama bir tavuk için adam öldürmüş. Hapse girdi. Kaçak tabanca
satardı.”
Milletvekili: Rasim Göz “Aziz Ağa
Bafralı Emin Bey’in teklifiyle milletvekili oldu. Bir gün mecliste “Samsun’a yatırım yapmıyorsunuz” demiş,
onu öldürmeye kalkmışlar. Sonra milletvekilliği bitmiş ve 52 yaşında ölmüş.”
Atatürk’ün Ölümü: Durmuş Sevindik,
Atatürk’ün ölümünü köylülerin radyo olmadığı için iki gün sonra duyduğunu ve
hem üzüntü duyduklarını hem de yaşlı ve tecrübeli diye bildikleri köy
büyüklerine “acaba bundan sonra ne olur” diye sorduklarını anlatıyordu.
Özellikle Milli Mücadele’ye katılmış olanların üzüntülerinin daha fazla
olduğunu bildirmiştir. Rasim Göz de “Atatürk’ün
ölümünü hatırlıyorum, köyde radyo yoktu. Kulaktan kulağa duyulmuştu. Millet yas
tuttu.”
Menderes: Ali Osman Tan: “Menderes
gelince halk bolluk gördü. Memur ve asker İnönü’yü tutuyordu. Halkın içinde
köylü, işçi ve esnaf Menderes’ten yanaydı. 27 Mayıs gecesi bizi Beyazıt
Meydanına Üniversite bahçesine götürdüler.
Öğrenciler toplanmış “Katil
Menderes” diye bağırıyorlardı. Sonra askerlere “süngü tak” emri verildi, kalabalığı dağıttılar. O gece öğrencilerle
askerler arasında çatışma olmuş. Birkaç kişi de ölmüş.”
SONUÇ
Halkın saf ve
temiz duygularını dile getirdiği bu mülakatlarda devlet adamlarının ve
aydınların siyasi mülahazalarla tevessül edecekleri çarpıtmaları görmüyoruz.
Gerçi her insanın tarihe yalan katmaya
kalkışacağı, en azından bunun mümkün olduğu söylenebilir. Biz burada aynı
konuda farklı kişilerin görüşlerini bir araya getirip onların birbirleriyle
mukayesesini yaparak doğrulatmaya ve yanlışları ayıklatmaya çalıştık.
Yörenin kitap
ve diğer kültür araçları bakımından oldukça fakir olduğu görülmüştür.
Rum
saldırıları hakkında yazılı kaynakları doğrulayan bilgiler, hatta bazen yazılı
belgesi olmayan olaylara tesadüf edilmiştir. Rumların Türk köylerine yaptığı
saldırılar ve onların saldırılarına karşı Türklerin silahlanmak için aralarında
para topladıklarını öğreniyoruz. Halbuki Rumların silahlanmak için para
toplamaya ihtiyaçları olmadığını, onlara “birilerinin” silah verdiğini öğreniyoruz.
Yörenin etnik
yapısı Rumların ayrılmasından sonra Türkler, Çerkezler ve Gürcüler’ den ibaret
olmuştur. Ancak bu yörede dışarıdan “gelme”lere, diğer bir ifade ile Gürcü ve
Çerkez gibi unsurlara çok da hoş bakmadıklarını hâlâ övünerek anlatmaktadırlar.
Diğer taraftan bu dışarıdan gelenlerin
ekonomik ve kültürel olarak yöreye bir zenginlik getirdiklerini de halkın
ifadelerinden anlamış durumdayız.
Bu
muhacirlerden Çerkezlerin şimdiki Üniversite yerleşkesinde bulunan Karaköy’de
ikamet ettikleri ve salgın bir hastalık esnasında 1864 yılında büyük bir
çoğunun öldüğü hem sözlü hem de yazılı kaynaklardan öğrenilmektedir. Sabun ve
ilaç olmaması yüzünden salgınların çok can yaktıkları anlaşılmaktadır.
Özellikle sıtmanın çok yaygın olduğu ve kinin ilacı vasıtasıyla korunduklarını
öğreniyoruz.
Bu yörede
poligaminin bulunmadığı da önemli bir bilgidir. Hırsızlığın nadir görüldüğü,
içki ve kumarın ise hiç görülmediği ve bu haliyle polisiye suçlar bakımından
mükemmel sayılabilecek kusursuz bir sicile sahip bulunduğunu söyleyebiliriz.
Bayramların üç gün sürdüğünü ve şimdiye göre çok daha iyi bir yardımlaşma sosyal
ilişkiler düzeni bulunduğu tespit edilmiştir.
Tütün
işçiliğinin köylüyü yıl boyu tam olarak meşgul etmesi yüzünden vatandaşın başka
işe bakmak için zaman bulamadığı ve dolayısıyla buğday biçtirmek işini
Kavaklılara ve inşaat işlerini ise daha çok Rize ve Trabzon’dan gelen ustalara
yaptırdıklarını öğreniyoruz. Tütün bu haliyle yöre insanının mesleki yönden
kabiliyetsiz olmasını sağlamıştır.
Bunların
dışında vergi, kooperatif ve askerlik hikayeleri dikkate şayandır. 12 yıl
askerlik yapan insanlar, seferberlikte açlıktan çekilen çileler, 1939
Temmuzundaki büyük selden görülen zararlar hep halkın dilinde bu gün yaşanmış
gibi net olarak anlatılmaktadır.
Gizli okutulan
kuran kurslarının hikayeleri, ezanın Türkçe ve Arapça okunması ile ilgili
anılar, kaçakçılık yapan imamlar ve asayişsizlik örnekleri de dinlemeye ve
okumaya değerdir. Halkın geleneklerinde zaman içindeki değişiklikleri de bu
arada öğrenmiş oluyoruz. Bugünkü aydınların çoğunun ne olduğunu
hatırlayamayacağı yesir oyunu, öllük toprağı ve benzeri etnoğrafik bilgileri de
görmüş bulunuyoruz. Yağmur dualarında herkesin –o fakir hallerine rağmen-
hayvan getirip derede kurban kesmeleri ve derede “taş ıslamak” gelenekleri de
bizim için kayda değer bilgilerdir.
Kurupelit
yöresi, birçok bölgemiz gibi seferberlik ve açlık hikayeleri,
hastalıklardan yok olan Çerkezleri,
unutulan adetleri ve bugün hızla gelişip bir kültür kentine doğru doludizgin
yol alan yapısıyla mazisini unutmanın eşiğindedir ve bize “hafızamı koruyunuz”
diye seslenir gibidir.
·
Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi.
[1] Fahri
Sakal, “Osmanlı Ailesinde Kitap” Osmanlı
C. 11, Ankara 2000, s. 732-738.
[2] Fahri
Sakal, agm, s. 737.
[3]
Abdullah Saydam, “Trabzon’da Halkın Kitap Sahibi Olma Düzeyi”, yayim.meb.gov.tr/dergiler/170/
[4] Samsun Şer’iyye Sicilleri,
1757, 1758, 1761,1762, 1763, 1764, 1765,1766, 1767, 1768, 1769, 1770, 1771
numaralı defterlere ait 66 adet hüküm.
[5] Sözlü
Tarihçiliğin tarihçesi için bk. Paul Thompson, Geçmişin Sesi, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., 1999, s. 19. 22. Esra
Danacıoğlu, Geçmişin İzleri
Yanıbaşımızdaki Tarih İçin Bir Kılavuz, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., 2001, s. 130-131. Amerika’da 1929
İktisadi bunalımı sırasında işsiz kalan yazar ve gazetecilere iş sağlamak için
Amerikan kırsalındaki insanların geçmişe yönelik taze belleklerindeki bilgiler
kayda alınmaya başlandı. O kayıtlar bugün 19 yy. Amerikan sosyal tarihi için en
büyük ve güvenli arşiv ve kaynak değerinde kabul edilmektedir. Daha sonra II.
Dünya Harbi esnasındaki muharip ve geri hizmet mensuplarının savaş anıları da
aynı mantıkla kayda alınmıştır. Bu “taze bellekle” sıcağı sıcağına kayda
alındığı için zamanla bunlar birer tarih belgesi oldular ve tarihçi Joseph
Gould bunlara “sözlü tarih” adını taktı. Tarih ona göre sadece kralların,
imparatorların, orduların ve diğer
yüksek zümrenin hikayesi değildir. Sözlü tarih çalışmalarıyla tarih ilmini yanı
başımıza almış ve kendi hikayelerimizi de ona katmış oluyoruz. Yukarıdakilerin
propagandaya dayalı bazıları yalan olan hikayeleri yerine biraz da kendi
hikayelerimizi, aşklarımızı, kinlerimizi ve her türlü tecrübelerimizi
değerlendiriyoruz. Gould buna “merasimsiz
tarih” diyor, Danacıoğlu, s. 131.
[6] 2009
Belediye seçimine kadar Kurupelit belde belediyesi idi. 1500’den az nüfuslu
küçük yerleşim birimlerinin belediye olmasını engelleyen yasa ile Kurupelit
Belediyesi ilga edilmiştir.
[7] Tabii
mülaki olunan kişinin söz konusu politikacıya olan eğilimleri de öğrenilmeli ve
ona göre alınan bilgiler değerlendirilmelidir.
[8]
Görüştüğümüz bütün kaynak kişiler bu konuda bilgi vermiştir.
[9] Büyük
Oyumca Köyü İncirce Mahallesinden, Helvacı Durmuş Sevindik ile 15. 12. 2007
tarihinde, evinde aile fertlerinin de yardımıyla yapılan mülakat. Biz bu
mülakatı yaptıktan birkaç ay sonra 104 yaşında olduğu söylenen değerli bilgilere
sahip olan bu ihtiyarın vefat haberini aldık. Allah rahmet eylesin. Onun diğer
yaşlı
insanlardan ayrılan bir
özelliği vardı: Helvacı Dayı ileri yaşına rağmen her şeyi dün gibi
hatırlıyordu.
[10]
Büyük Oyumca’dan Yusuf Oğlu Şakir Tan (74 Yaşında) ile 7.2. 2008 tarihinde
yapılan mülakat.
[11]
Büyük Oyumca İncirce Mahallesinden Helvacı Dursun Sevindik.
[12]
Maşatlardan Rasim Göz , 87 Yaş, 12.3.
2008 tarihli mülakat. Mülakatımızdan birkaç ay sonra Rasim Göz vefat etmiştir.
Helvacı Durmuş Sevindik gibi Rasim Göz de kendisi ile mülaki olamasaydık o
güzelim bilgileri şimdi mezara götürmüş olacaktı. Bizim “büyük tarihçilerimiz”
1960-2000 arası kırk yıl içinde Seferberlik, Milli Mücadele ve Atatürk Devri’ni
yaşayan canlı tanıkların bilgilerini kayda almadıkları için neler
kaybettiğimizi bilemiyoruz. Acaba bu
insanlar bazı yalanları çürütür diye mi konuşturulmadılar?
[13]
Rumların bu köy yakma huyları yörede çok yaygındır. Çarşamba’nın Aşağı Çinik
Köyü’nü de yakmışlardır. Kaynak kişi: Aynı köyden Behice Zengin, kayınpederinin
anılarını bize iletmiştir.
[14]
Fatma Tan ile 7. 2. 2008 tarihli mülakat.
[15]
Karaoyumca’dan Rasim Aslan, 90 yaşlarında.
[16]
Karaoyumca, Mehmet Aslan, eski muhtar,
[17]
Karaoyumca. Karabudaklardan Hacı Aslan, 20 10 2006 tarihli mülakat.
[18]
Karaoyumca , Hüseyin Çakır, 80 yaş.
[19] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), MLCRD,
1284. 5 Eylül 1280. (17 Eylül 1864).
[20] 13 –
20 Temmuz 1864.
[21]
İkamet eden ve gelip geçen(F.S.).
[22]
Belgede hastalık adı yazılmamış, ancak Kurupelidliler kolera olduğunu söylüyor.
[23]
Şakir Tan mülakatı.
[24]
Karaoyumca, Mustafa Çakır, 20 10 2006 tarihli mülakat.
[25]
Şakir Tan mülakatı
[26]
Karadeniz Bölgesinde “zerürlük” zaruri’nin Türkçeleşmiş şekli olarak, ama
zorluk veya sefalet çekme anlamında kullanılır. Çok fakirlik ve zorluk çektim,
demek için çok zerürlük çektim derler. (FS).
[27]
“Köyün kodamanları” demek istiyor, ama negatif bir anlam yüklemek için bu
İngiliz politikacısının adını kullanıyor. Biraz zarifçe bir istihza örneği,
zira bazı yörelerde “köyün papazları” ifadesi kullanılır.(FS.).
[28] Öşür’den ta’şir (onda
birini alma), ta’şirci, onda bir vergisi alan, öşür tahsildarı.
[29]
Vergi ödememek için Giresun’da da yaylalara hayvanlarını kaçıranlar olduğunu
aile büyüklerimizden duymuşuz. Dedemiz de aynı suçu(!) işlermiş.(Fs).
[30] 7.
2. 2008 tarihli mülakat.
[31] Hayvanların
kağnıları çekmesi ile yarışmaları sonunda alınan “ödül”den dolayı yöresel bir
yanlış ifadedir.
[32]
Yörede kullanılan benzerlerinden daha büyükçe kazan, pekmez ve turşuluk sebze
kaynatmak için kullanılır.
[33]
Tarihi dönemlerde sabun ve deterjanı bulamayan insanların kullandıkları giysi
ve yatak yüzü gibi bez, keten ve kumaşları kül suyu ile yıkadıklarını
biliyoruz. Devrilmemesi için üç ayaklı olarak bu iş için özel yapılmış
sepetlere doldurulan çamaşırların en üstüne ocak başından alınmış içinde katkısı
olmayan saf kül konurdu. Külün bir tabaka olarak en az on santimetre kalınlığı
olması gerekirdi. Üzerinden çok kaynar su dökülür ve külden geçen su
giysilerden de geçer ve sepetin altından akardı. Böyle üç beş defa sıcak su
dökülür, bir süre kül çamaşırın üzerinden alınmazdı. Kirler bu küllü suda
tamamen yumuşadığı için ılık suda durulanınca çamaşırlar “tertemiz” olurdu.
Sabunu olan son durulamada sabun da kullanırdı. Deterjanlar kadar temizler
miydi? Bilemiyoruz, ancak deterjanların kimyasal etkisinin yerine daha doğal
bir temizlik metodu olduğu kesindir. Yazarın çocukluk yıllarında, yöresi
Giresun’da bu usul kullanılmakta idi.(F.S.).
[34] BCA,
CHP Katalogu, 490.01/ 485. 1964.1, ss. 258 - 270.
[35] BCA,
CHP Katalogu, 490.01/ 485. 1964.1,
s. 257, 272.
Ayrıca tütünlere bu sel esnasında musallat olan “külleme ve
mozaik” hastalığı için mahalli fen memurlarının halkı irşad edeceği de
bildirilmiştir.
[36] Aynı
belge, s. 262. “Seylap zedelere Kızılay’dan yardım: 2400 lira gönderilmiştir”.
Ödenek yokluğundan dolayı bakanlıkların yardım yapmadığını görüyoruz.
[37]
Ölümek/ hölümek bazı Karadeniz, Doğu ve İç Anadolu yörelerinde ıslanmak
anlamında bir Türkçe fiildir. Sıfat şekli “höl” ise ıslak anlamında kullanılır.
Höllük, “eledim eledim, höllük eledim/ Aynalı beşikte canan bebek beledim” diye
başlayan Erzurum türküsünde de görüldüğü gibi toprağın elenerek içindeki sert
çakıllardan ayıklanmasıyla elde edilen ve ısıtılınca üzerine konan beze
bebeklerin belendiği bir topraktır. Bebeğin vücudunun terini aldığı için höllük
denmiştir. Bebek sağlığı açısından oldukça iyi bir tarihi bebek yetiştirme
uygulaması. Höllük bebeğin vücudunu sıcak ve tersiz tutar, dolayısıyla
hastalanmaya karşı koruyucu bir önlemdir.
[38] Ocak
başında yanan odun, ucu kor ateş olanlar için bu ifade kullanılır.
[39]
Fatma Tan, 7. 2. 2008 tarihli mülakat.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder