14 Şubat 2014 Cuma

BİR BELDENİN TARİHİNE KATKI: KURUPELİT YÖRESİNİN SON YÜZYILI

                                                                                                            Dr. Fahri SAKAL·

Türk halkının ezelden beri çok okumayan ve yazmayan bir kültüre sahip olduğu söylenir. Kitap varlığı ve okur yazarlık oranı bakımından kendi seviyemizde kalkınmışlığa sahip ülkelerden bile çok geride olduğumuz bilinmektedir.[1] Tarihi olayları nesilden nesile destan, menkıbe veya halk hikayesi şeklinde anlatma geleneği bir bakıma okuma ve yazma geleneğinin kökleşmesini de önlemiştir. Hatta bazı tarihçilerimiz Türkiye’deki kitap azlığını buna, yani Türk halkının kültür ihtiyacını tarih boyunca böyle geleneksel anlatı yollarıyla karşılamış olmasına bağlamışlardır.[2]  Bizden sonra bu konuyu araştıranlar da aynı bilgilere ulaşmışlardır. Meslektaşımız Abdullah Saydam bu konuda yaptığı araştırmasının[3] sonucunu şöyle bağlamıştır: “Trabzon’da yaklaşık yarım asırlık zaman dilimi içerisinde vefat eden, muhtelif gelir düzeyine sahip insanlar arasında, yirmiden fazla kitaba sahip olanların sadece 15 kişi olduğu bir dönemde; bırakalım ülke meselelerini, vilayetin dahi problemlerini çözebilecek bir idarî ve akademik zihniyetin mevcut olduğunu söylemek oldukça zor olsa gerektir.” Bu araştırmayı yaparken Kurupelit yöresindeki Karaköy, Büyük Oyumca Küçük Oyumca; Karaoyumca ve Aksu köylerindeki aile terekelerinde kitap mevcudunu da dikkate almak istedik, ancak adı geçen köylerdeki ailelere ait 66 adet tereke ve hükümde tek bir kitap varlığını tespit edemedik.[4]  Gerçekten az yazan bir halk olarak tarihimizle ilgili birçok olayı da kaydetmemişiz. Osmanlı dönemindeki şer’iyye sicilleri de olmasa halk kitlelerinin sosyoekonomik durumu hakkında bilgi verecek bir kaynağımız olmayacaktı. Aile şeceresini tutanlar yok denecek kadar az olduğu gibi, şahsı veya ailesi için geçmişlerini unutturmayacak bir anı/hatıra edebiyatı da halka ulaşmamıştır. Gerçi bunun her millette böyle olduğunu söyleyenler çıkabilir, ama yine de birçok önemli olayı öyle veya böyle kaydedenler çoklukla yabancılar arasından çıkmıştır. Elit kesimde bir yere kadar anı yazıcılığı yerleşmişse de halk arasında anı, günlük veya belli vakaları yazma geleneği yok mesabesindedir.
Bu tür kayıtları tutmayan bir halkın müşterek hafızasını kim nasıl koruyacaktır? Bu soruya sözlü tarih çalışmaları bir yere kadar cevap verebiliyor. Ama maalesef Fransa ‘da ünlü tarihçi Jules Michelet[5] ile başlayan sözlü tarih geleneğini Türkiye’de hala yadırgayanlar çıkabiliyor. Halbuki bizim halkımız yazıyı az kullandığına ve sözlü sazlı anlatımda çok ileri olduğuna göre, halkın dilinde anlatılan son nesillerin hayat hikaye ve tecrübelerini muhakkak derlemeliyiz. Üstelik tarihimizin en önemli dönemlerinden üçünü oluşturan Seferberlik Yılları, İstiklal Harbimiz ve Atatürk Dönemi hatıralarını yaşayanlar bugün (2009) itibarıyla aramızdan ayrılarak bilgi, görgü ve anılarını kendileriyle birlikte kara toprağa götürmüşlerdir.
İşte biz Samsun’da Üniversite’nin bulunduğu Kurupelit Yöresi’nin sözlü tarihini bu açıdan ele almayı uygun bulduk. Yazılı belgeler de incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Ancak ciddi bir şekilde tarihin canlı tanıklarının anlattıkları dikkate alınmıştır. Bugün bir üniversite semti olan Kurupelit’in geçmişi hakkında sorulacak sorulara cevap verecek yazılı vesikalar çok azdır. Yöre ile ilgili vakfiyeler, Mühimme ve Temettüat Defterleri, Tahrir Defterleri, Şer’iyye Sicilleri ve benzeri Osmanlı kaynakları önceki dönemde belediye başkanı olan[6] Sayın Turan Çakır’ın desteği ile taranmış ve gerçekten yöredeki Büyük Oyumca, Küçük Oyumca, Kara Oyumca, Karaköy (şimdi Üniversite’nin ana kampus alanı),  Aksu ve İncesu hakkında çok az bilgiye ulaşılmıştır. Halbuki -yukarıda söylendiği üzere geç kaldığımız halde- sözlü tarihle yörenin geçmişi hakkında çok güzel ve yazılı kaynaklarda bulamadığımız bilgilere ulaşabiliyoruz. Tabii bunların doğru bilgiler olup olmadıkları tartışmalarında ileri sürülecek fikirlere saygımız vardır ve biz de aynı hassasiyete sahibiz. Ancak sözlü Tarihin bu söz konusu sakıncasının yanı sıra bir de üstünlüğü vardır. Son derece hinoğlu hin olan devletleri yöneten siyaset ve bürokrasi ustalarının icraatlarından gelecekte gerek mahkemelerde, gerekse milletin ve tarihin vicdanında mahkum duruma düşmemek için kirli çamaşırlarını gizlediklerini, suç izi bırakmadıklarını, en azından buna gayret ettiklerini biliyoruz. Böyle durumlarda halkın dilinde bazen bir çocuk masumiyeti ile politikacıların hataları da anlatılmaktadır.[7]
Biz bu çalışmamızda zaman zaman yazılı kaynakları kullanmış olsak da büyük kısmı sözlü kaynaklara dayanmaktadır. Diğer bir ifade ile ilk defa büyük ölçüde halkın dilindeki bilgileri kullanarak bir bildiri hazırlamayı deniyoruz. Burada yöre köylerinin 1860-1960 arası olan bir bakıma son yüzyılını sosyoekonomik, politik, askeri ve kültürel yönleriyle değerlendireceğiz. Diğer bir ifadeyle belki ilk defa birkaç köyün tarihi bütün yönleriyle ele alınacaktır.

Etnik Yapı: Yöreye Rumların ve yerlilerin dışında önce Çerkezler gelmiş, sonra 93 Harbi sırasında Gürcüler iskan edilmiştir. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde iş için ve bazen de içgüveyi olarak Trabzon ve Rize’den de bazı vatandaşların geldiğini biliyoruz. Ama  bu köyler dışarıdan gelecek olan yabancıları pek de istememiştir. Hatta Gürcülerin sulak alanlara yerleşmemesi için halk pınar çevrelerini samanla kapatmıştır.[8]

Rumların silahlı faaliyetleri: Helvacı Dayı[9]  Rumların yöredeki tüm faaliyetlerini bütün ayrıntıları ile anlatmıştır: “Rumlar silahlı idi, bizim insanlarımızın hepsinin silah alacak gücü yoktu. Aramızda para toplardık. Silahsızlara silah alıp verirdik. Köy girişinde siper alır, gece boyu Rumları beklerdik. Ben de nöbete giderdim. Yaşım 19 civarında idi. Rumlara uzaklardan adamlar gelir ve silah getirirlerdi. Ellerine geçirdikleri adamları dağa götürürler, ailesinden fidye isterlerdi. Uzaklarda birçok köyü bastıklarını duyuyorduk. Bu çeteler bir zamanlar komşuluk yaptıkları Türklere çok kötülükler yaptılar; öldürme, dağa kaçırıp fidye alma, mal gaspı ve tehdit falan…”
Aynı konuda başka bir canlı tanık da hemen hemen aynı bilgileri aktarmaktadır. Büyük Oyumca’dan Yusuf Oğlu Şakir Tan,[10] 75 yaşında ve olayların bir kısmını iyi hatırlamakta ise de  Rumların Milli Mücadele ve Mütareke dönemlerindeki tavırlarını büyüklerinden duyduğu şekliyle aktarmaktadır: “Çocukluğumuzda Türkler sahile yakın, Rumlar ise yükseklerde otururlardı. Büyüklerimizden dinlerdik, düğünümüze ve cenazemize gelirlermiş.” Aynı konuyu Helvacı Dayı da kabul etmektedir: “Seferberlikten önce Rumlarla komşuluğumuz iyi idi. Uzağa giderken birbirlerine mallarını emanet ederlerdi. Yardımlaşma ve her türlü komşuluk yapardık.”[11]
Şakir Tan bu mutlu yılların maalesef seferberlikle bozulduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Seferberlik çıkınca düşmanlık başlamış. Rumlar Osmanlıyı zayıf görüp isyan etmişler, köylerimizi sarıp soymuşlar. Haraca bağlamışlar küçük köyleri. Bizim köye zarar verememişler. Köyümüzde Gürcülerden biri açık alanda bir ateş yakmış, ateşin yakınında 93 harbinden kalma bir top mermisi varmış, ateşin etkisiyle top patlamış. Rumlar da bizim köyde ağır silahlar olduğunu sanmışlar ve köyümüze saldırmaktan vaz geçmişler.”  Maşatlardan Rasim Göz[12] de bu konuyu benzer şekliyle anlatmaktadır: Mehmet Göz’ün evi karakoldu. Devlet herkese silah dağıttı. Gavurlar Oyumca’yı basmak istemişler. Tam o sırada Çilingir’in evinde bir silah patlamış, Türkler silahlanmış sandıkları için Oyumca’ya saldırıdan vaz geçmişler.
Bir başka canlı tanığımız, Şakir Tan’ın annesidir. 1332 (1916) doğumlu Fatma Tan’ın  ifadesi:Rumlar Karakoç’u yakmışlar.[13] Aksu ile Oyumca’yı birlikte basacaklarmış. Çilingir Dede’nin Batum’dan getirdiği bir topu varmış, Gürcülerin tepeye çıkmış, odun ve çalı toplamış, çalıyı tutuşturmuş, topu da oraya koymuş. Mermi ateşte kızınca patlamış, duyan gavurlar da köyde top var diye düşünüp kaçmışlar. Başka bir zamanda köyü basacaklarını babam duymuş. Köylü kaçmış, gavurun mermilerinin sesi köyden duyuluyordu. Köyde kalan erkekler silahlandılar ve köyün girişinde nöbet beklediler. Rumlar Topalağa’dan buğday ve giyim eşyası istemişler, “vermezsen iki köyü de yakacağız” demişler. Bizimkiler de köyde istihkam kazdılar ve silah kucakta beklediler. Harpten önce Rumlarla ilişkileri çok iyiymiş.”[14] Maşatlardan Rasim Göz de benzer bilgilere sahiptir: “Rum çeteler silahlı idi. Bizim insanlara kurşun sıkarlardı. Bizimkiler de nöbet tutardı. Ada’da Anastas’ın evinde Rumları toplamışlar. 12 yaşında bir kız kaçmış, ona dokunmamışlar, ama diğerleri orada yanmışlar. Helvacı Dayı’nın bu konudaki fikirleri ileri yaşına rağmen çok netti: “Günün birinde büyüklerimiz, Rumların Yunanistan’a oradaki Türklerin de buraya nakledilmek  üzere olduğunu söylediler. Atatürk Yunanlılara “alın adamlarınızı, verin adamlarımızı” demiş. Bunun üzerine Rumları “sizi Yunanistan’a göndereceğiz” diyerek Ada Köyü’nde bir ahşap evde toplamışlar. Sonra o evde bir yangın çıkmış ve bazı Rumlar orada telef olmuş. Haberi duyunca üzülmüştük, ne de olsa can taşıyordular.”
            Rasim Göz’e göre Rumlara karşı savunmasız köylere ya jandarma veya silah veriyorlardı. Burada diğerlerinden farklı bir bilgi var ise de bu bilgi bizce doğru olmalıdır. Çünkü diğerleri devletin hiçbir tedbirinden veya silah dağıttığından bahsetmiyorlar. Onca Rum taşkınlığı karşısında hiçbir tepki gösterilmemiş olması mümkün olamazdı.

            Kafkas ve Doğu Karadeniz Muhacirleri: Bir başka canlı tanığımıza göre “93 muhacirleri gelince, Gürcüler Toplu Konutların olduğu yerde bir çeşmenin yanında yerleştiler. Orda sivrisinek çoktu, bunun üzerine, daha yukarılarda bir akar su çevresi aradılar. Köylüler kaynak suyunu gizlediler.”[15] 
Şakir Tan: “Köye gelen ilk muhacir Trabzonlu Temel’in Halil, içgüveyi olarak gelmiş buraya Akçaabat’tan. Laz Hasan da Rize’nin Kendirli köyünden gelip içgüvey olarak köye yerleşenlerden. Bunlar ikisi de seferberlikte gelip köye sığınanlardan.”
1960 ve1970’lerde Karaoyumca Köyü’nde muhtarlık yapmış olan Mehmet Aslan’a göre ise yörede zaman zaman yabancı karşıtlığına varan bir etnosantrizm vardır: “Gürcüler buraya göçmen gelince sahile yerleşmeyi istememişler. Su kaynaklarına ve ormanlık yerlere yerleşmeyi istiyorlarmış. Topal Ağa’nın Hüseyin’in orda bir çeşme var. Oraya Gürcüler yerleşmesin diye oradaki kaynak suyun yerini ot ve çalılarla gizlemişler. Gürcüler de yukarılara gitmiş, dağın dibine çıkmışlar. Bu Cemal Gülhan’lar, sıtmadan ve başka şeylerden dağa kaçmışlar. Burada bir söz var: “Bakkala borç olmasın Gürcüden dost olmasın” derler.[16]  Bu kaynak kişimiz yabancı ve ötekine karşı olan etnik ayrımcılığı daha sonra şu kelimelerle ifade etmektedir: “Bu köy yabancıyı istemedi. Yabancı gelin almak isteyeni bile döverlerdi. Lazlardan filan… Bu köy tutkundu, aramıza yabancı sokmadık. Köye yabancı giremezdi. Halbuki Aksu Laz dolu.  Mamados Laz dolu ve dışardan gelme. Kayadibi Gürcü zaten. Mamados’a üç tane Kürt geldi. Atatürk Dersimlileri kırdırdı. Alanos da yabancı, Kavaklı da var Laz da var. Kozulca Gürcü, Karagöl Gürcü, Aşağı Aksu çoğu yerli. Yukarı Aksu karışık. Afanlı da karışık. Karakoç yerli, Mevrek ve Kocadağ da karışık. Çamlıyazı yerli. Alanos da kavaklı çok, iç güvey olarak gelme. Burada Şükrü dayıdan başka gelme yok.”  Karaoyumca Karabudaklar ailesinden Hacı Aslan[17] da Gürcülerin köy tarafından kabul edilmediğini ifade etmiştir. “Onlar yukarıda su kaynağı olan yerde yerleşmeyi kendileri istediler.” Aynı Köyden Hüseyin Çakır[18] da bu konudaki fikirlerini şöyle ifade etmiştir: “Yabancıyı köye sokmamak için kızları yakınlarına verirlerdi. Dışarıdan evlenmek isteyene bu sebepten karşı çıkılır, yabancıyı köye sokmayalım anlayışı vardı. Köyün büyüklerin toplanır ve kız babasına resmen baskı yapardı: kızını şuna vereceksin, şunun kızını oğluna alacaksın, içimize yabancı girmesin.”Görülüyor ki burada görücü usulünden daha beter bir anlayış hakimdir: Görücülükte gençlerin tercihi sorulmazken burada kız veya erkek tarafın hiç birinin temayülleri dikkate alınmıyordu. Köy ihtiyar heyeti hem gençler hem de aileleri adına karar veriyor ve bunun uygulanması için muazzam bir mahalle baskısı oluşturuyorlardı. “İçimize yabancı girmesin” derken büyük ölçüde akraba evliliğine kendilerini mahkum ettiklerinin farkında değillerdi. Yabancı karşıtlığı hususunda Rasim Göz’ün verdiği şu bilgi de gayet manidardır: Aslan Ali, bir toplantıda Laz Hasan’ı köy uslularının oturduğu köşede otururken görünce “orası senin yerin değil, kalk oradan” dediydi. Oraya gelmeler oturamazdı yani. Köye dışarıdan sadece Laz Hasan ve Laz Temel gelmişti. Daha önce Gürcüler gelmiş.Rüzgarla çalışan Gürcü ve Çerkez (yel) değirmenleri vardı. Onların daha girişimci insanlar oldukları yerlilerin ifadelerine böyle yansımaktadır. Bu girişim üstünlüğü aşağıda tartışılacaktır.
Rasim Göz’ün Çerkezler hakkında anlattıkları yazılı belgelerde de doğrulanmaktadır. Ona göre Karaköy, bugün Üniversitenin yerleşme alanı olan yer, Çerkez köyü idi. Bazılarının konakları vardı. Sonra bir salgın hastalık olmuş hepsi ölmüşler. Bu yörede üç Çerkez mezarlığı var. Burada sözü edilen Çerkezlerin ölümü hakkında Başbakanlık Osmanlı Arşivinde de bilgi ve belgeler vardır[19]. “Kurupelit mevkiinde tecemmu eden muhacirin-i Çerakise’den seksen senesi temmuzu iptidasından mah-ı mezburun sekizinci gününe kadar[20]   sekiz gün zarfında bâlâda gösterildiği vechiyle dört yüz yetmiş üç nüfus marifet-i acizanemle sarf ve ita olunan kefin bezi otuz yedi buçuk top bir buçuk zira’dan ibaret bulunmuş olduğunu mübeyyin iş bu defter-i terkim Canik Meclisine takdim” kılındığından bahseden belgenin diğer bir yazısında şöyle devam etmektedir: “mevki-i mezburda ikamet ve amed ü reft eden[21] muhacirinden vuku bulan vefeyat dört yüz yetmiş üç nüfus olduğu ve kefenlik olarak memurlardan  mumaileyhim marifetiyle sadaka ve ita’ kılınan Amerikan bezi otuz yedi top ve  yirmi üç buçuk zira’a baliğ bulunduğu tahakkuk etmiş olmakla..” ifadesinden burada salgın bir hastalıktan,[22]  ölen Çerkezlerin gelip geçenler ( amed ü reft eden) ve ikamet edenlerin sekiz gün içinde kitlesel olarak öldükleri anlaşılıyor. Bizim  yöredeki sözlü tarih çalışmalarımız da bunu doğrulamaktadır.
Bu konuda Mehmet Aslan da benzer bilgiler vermiştir: “Kör Hasanlar Karaköy’den gelmiş. Çerkezler orda oturuyorlardı. Çerkezler Gölele (kolera)(?) hastalığından hep birlikte ölmüşler. Ölmeyenler de gitmiş.” Hüseyin Çakır: “Karaköy Çerkez köyü imiş. Orada, Arslan Ali’nin evinin yanında mezarları varmış. Bir hastalık gelmiş ve Çerkezler kırılmışlar. Şakir Tan:[23] “Çerkezlerden bazıları Karaköy’den gelip buraya yerleştiler. Oradaki Çerkezlerin kimi hastalıktan kimi de harplerden ölüp gittiler. İşittiğimize göre böyle üç kere yıkıma uğramışlar. Günün birinde oraya bir hastalık çöküyor, oraya kimse yaklaşamamış, cenazeler sokakta kalmış. Giren hasta oluyormuş, hep kırılmışlar. Dağda taşta yıllarca kelle ve insan vücudu bakiyeleri bulunurdu.”  Belgede dağıtılan kefenlik amerikan bezi burada bahsi geçen birinci kırgın içindir. Sonuncusunun 1912 de olduğu biliniyor, demek ki arada bir kırgın daha yemişler.
Rasim Aslan devam ediyor “Çerkezler fakirdi. At çalarlardı, atı kaybolan gidip onların ağalarına para verir, ertesi gün at gelirdi. Akordeonları vardı, Gürcülerinki gibi. Yukarı Aksu Karagöl ve Mamados’a dersim Kürtleri geldi, sonra gittiler.” Karaoyumca’dan Mustafa Çakır[24]:  “Bizim köye muhacir ve mübadil gelmedi. Bu köy dört haneden türemiş. Köse oğulları, İmamın Uşağı, Kökçü oğulları, Aslanlar. Yabancı olarak Oflular geldi. 80’lerde. Gürcülerin gelmesine köy karşı çıktı.” Rasim Aslan: “Karaköy’de 60 hane idiler, atları çalıyorlarmış. Atı yiten aramaz, gidip Çerkez ağasına para verir, at ertesi gün gelirdi. Şakir Tan da benzer ifadeler kullanmıştır. Şakir Tan[25] bu konuda şunları söyledi: “Lazlar ve Gürcüler birbirlerini tutuyorlar. Bizim Türkler tutkun değil.” Karaoyumca’dan Mehmet Aslan “Mamados’a Dersim Kürtlerinden üç aile yerleştirildi.”

Sosyoekonomik Durum: Hüseyin Çakır: Köyde dört beş hanede koyunculuk vardı. Keçi yoktu. Çakmak taşı kullanıyorduk. “Akkiren yemeğine bayıldı” derler burada, onu yapardık. Ramazanda yavan ekmekle sahura kalkardık. Mehmet Çakır, “dört sene mısır ekmeği ile oruç tuttum” derdi. Çakırlar çavdar ekerlerdi. Çok fakirdiler. Kara hızar ile tahta biçerlerdi. Bazı ahşap ustalığı işlerini ve ekin biçmeyi Kavaklılara yaptırırlardı. Kavaklılar fakir olduğu için gelir, buğdayımızı biçerlerdi. Biz tütün işi yaptığımız için buğdayı onlara biçtirirdik. Köyün çobanlarını da oralardan tutardık. Gebi’den çoban tutardık.

Açlık ve sefalet: Şakir Tan: “Seferberlikte erkekler asker olmuştu, köydeki kadın ne kadar eker – biçer? Çok zerürlük[26] çekmişler. Alman harbinde kuru üzüm ve nohut yoktu. Almanlara gitmişti. Ekmek karne ile idi. Köylü şehre gidince, şehirli köylünün çantasını gözlüyordu. Köylü idare ediyordu. Şehirli ne yapsın. Buğday yemeye 1950 de başladık. Önceleri arpayı buğday ile karıştırırdık. Mısır da yerdik. 46-48’lerde keçi yasaklandı. Ali Hasanların, Yamalıoğullarının ve Aziz Kaptanların keçileri vardı.” Süt Yoğurt yoktu. Nereden alacaksın sütü yoğurdu? Hayvanın beslenmesi zordu. Samanı, hatta evdeki bulguru bile öküze verirdik. Öküz şimdiki traktörün yerinde idi. Beslenme önceliği vardı. O zamanlar inekler de bizim gibi garipti yani.” Fatma Tan fakirlikten çoklarının kurban kesemediğini anlatmıştır.
            Şakir Tan: “Ben o yılları hatırlarım. Küle mısır unu katardık, açlık yıllarıydı. Köyün Çörçilleri[27] İsmet Paşa’yı tutardı. Paralarda İsmet Paşa resimleri vardı, Bayar gelince tekrar Atatürk’ün resmini koydu. Millet sevindi.”
Mehmet Aslan’ın anlattıkları daha da uç örneklerdir: “Askere giderken üç gün Bafra kahvesinde bekledim. Şubeden bir çul vermişlerdi. Onu kahveye astım. Giderken aldım.  Kardeşim 39 ay askerlik yaptı. 24 ay da ben yaptım.” “Tahta kurusu çok olurdu. Asker  ocağında da çoktu. Bit- pire muayenesi yapılırdı. Köylerde bit pire çoktu. Milletin yakası pire pisliğinden simsiyah olurdu. Rahmetli Çakır da uyuz oldu. Başka duymadım.”

Sağlık: Hüseyin Çakır: Aspirin ve kinin iğnesinden başka ilaç kullanmazdık. Bit ve verem yaygındı. Verem bir eve girince bitirirdi. Sıtma, veba ve kolera yaygınmış. Sıtmaya karşı kinin ilacı verirlerdi. İğnesi de vardı. Ben de sıtma oldum. İğne vurdurmaya Siyek Mehmet’e giderdik. Başka iğne vuran yoktu. Onun için onu alıp iğne vurdurmaya götürürlerdi. Her gelen onu evde bulamazdı. Helvacı Durmuş Sevindik’in anlattıkları daha eski ve Çerkezlerin yöredeki toplu ölümlerinin halk arasındaki hazin anlatımı olsa gerektir: “Golela hastalığı gelince, evin kapısına kıble tarafından üç kere vurur ve içeri girermiş. Bir eve golela bir düşmesin, herkesi alıp götürürmüş. Benim çocukluğumda oldu bu salgın, Çerkezleri öldürdü, bizim insanlardan da ölenler oldu. Adamın birinin hanımı bundan ölmüş. Adam on saat cenaze ile uğraşmış, hiç yemek yiyememiş, cenaze defnedilecekken adamın oğlu da golela olmuş, mezarlıkta beklemişler hasta oğulu, ölsün de gelmişken onu da gömelim diye. Sonra oğul ölmüş ve gömmüşler, ama iki cenazeyi defnedene kadar saatlerce aç, uykusuz, ayakta ve yorgun bitkin adam eve gelince  eş ve evlat acısına rağmen “aç da durulmuyor ki, beni kınamayın da” demeye getirmiş, hem ağlamış hem de “bir kavurma ısıtın da yiyeyim” demiş.  
Mehmet Aslan “Atatürk döneminde tütün ucuzdu. İnönü gelince tütün yükseldi. Ecevit gelince kooperatifle köylüye traktör verdi. Ecevit gelince zenginler yağı sakladı. Ben Ecevit döneminde 24 teneke yağ aldım. Köye verdim. Öbür muhtarlar bunu halka para ile sattılar. Benim devrimde Derecik muhtarı ve bir de ben dürüst muhtarlık yaptık.”
Köye kızılağaç diktirmek istediler. Ne olur kızılağaçtan?”

Toprak Mahsulleri Vergisi: Şakir Tan’a göre maliyeci memur buğday yığının başına geçer, yığından bir sap çeker, başakların doluluğunu kontrol ederdi. Köylü de “sen bunu ambar mı sandın, bunun yarısı saman” derdi. Pazarlık yaparlar ve sonunda 20-30 teneke buğdayı alır Samsun’a götürürlerdi. Torpili olan ürünün vergisini hemen ofise teslim eder, yoksa iki üç gün orada bir de sırada beklemek mecburiyetinde kalırdı. Buna aşar vergisi denirdi. Başlangıçta aşar olabilir, ama sonraları bu vergi kaldırılmış olduğuna göre Toprak Mahsulleri Vergisi olmalıdır. Fatma Tan da şunları söylemiştir. “Vergi tahsildarı gelir, yığınlardaki buğdayı keşfederdi. Yığından bir buğday çeker, dene(başak) keşfi yapardı. Hep ot-gübür olurdu. Çünkü gübre ilaç bilinmezdi.” Bu işi yapanlara “ta’şirci”[28] denirdi. Hüseyin Çakır “Vergiden dolayı ceza yiyen hapse giren oluyordu. Köylüler hayvanlarını vergi ödememek için dağlara kaçırıyorlardı.”[29]
Ekonomi: Hacı Aslan tütünün Samsun yöresi ekonomisi için zararının daha çok olduğunu ilginç bir tespitle bildiriyor. “Mısır, tütün buğday ekilirdi. Tütün bütün yılımızı işgal ederdi.  Çobanı Kavaktan getirirdik. Buğdaylarımızı da kavaklılar biçerdi. Eskiden tütün yüzünden başka iş yapamazdık. Mıh çakmaya usta yoktu. Ustalar da Lazlardan olurdu. Tütünün yasaklanması iyi oldu. Şimdi herkes ustalığı öğrendi.”
Rasim Göz “Bu mahallenin en zengini Karadayıgil idi. Buğday alıp yiyen bir tek onlardı. Buğday çok az olurdu. Hükümet istiyor diye bazı uyanıklar köylünün elinden buğdayını vergi olarak alırlardı. Köylü kimseye bunları şikayet edemezdi. Zeytinyağı da çok zenginlerde ve arasıra bulunurdu. Lappa Hasan “Oyumcalılar zeytinyağı yediği için suratları parlıyor” derdi. Bazıları Çarşambadan mısır getirirler fakat memurlar yakalayınca ellerinden alırdı. Açlıktan her acayipliği yapanı makul karşılardık” diyor R. Dayı “Atların gübrelerinden arpa seçip yerlermiş, bizim askerler bit ve açlıktan ölmüş.”

Kooperatifçilik ve kalkınma: Şakir Tan “Kooperatif  1948 de Caminin lojmanında başladı. Üstü okuldu, altı kooperatif. Biz orda okuyorduk. Bir gün bir bankacı geldi “Size kooperatif kuracağız” dedi. Köylü bu kelimeyi hiç duymamıştı. Hacı Yusuf’un babası kooperatif’i ‘Kör Fadik’ diye anlamış! “Kör Fadik Batum’a gitti” demiş. Memur da “bırak Kör Fadiği, biz burada bir banka kuracağız, size para verecek” demiş. Köylüler “o zaman tamam” demişler. 1949 da okulumuzu biz köylüler olarak kendimiz inşa ettik. Kooperatifi Ziraat Bankası yaptı. 1948-49 larda faiz %7 idi. Duvarlara afiş yapıştırırlardı. “Al %7 faiz” diye ilanlar ilgimizi çekerdi.”
H. Çakır: Köylerde geleneksel el zanaatlarının bazıları bilinirdi. “Düzen denen dokuma tezgahları vardı, şimdi kalmadı”. Mısır, ekin (buğday), arpa, çavdar, siyez, mahluç, dut, incir, ayva ve bazılarında ceviz bulunurdu. Bazılarının bir iki kovan arısı bulunurdu.
Rasim Aslan’a göre : “Samsun’da sokaklar lüks lambalarıyla aydınlatılırdı. Lüksü makara ile direğe çekerlerdi, bayrak gibi. Peltek Hasan isimli biri bu işi yapardı.”

İmece işleri: Köylü zor işleri imece usulü ile yapardı, mesela öküzü veya atı olmayanların odunlarını, köylü hep birlikte kesip taşırdı. Tarla ve bahçe işlerinde de imece usulü iş tutulurdu. Oyumca’dan Ali Osman Tan[30]  da aynı bilgileri vermiştir: “Odunu imece ile taşırlardı. Özellikle öküzü olmayana öküzü olanlar hep birlikte gider ve yardım ederlerdi.”

Değirmenler: Ş. Tan “Barajın olduğu yerde değirmen vardı. Hıtanların dedelerinin değirmeni idi. Yazları susuzluktan 6 ay çalışmazdı. Değirmenci 16 da 1 pay ile çalışırdı. İkinci değirmen Hacı Şaban’ın idi, birincinin bin metre kadar aşağısında, Saya’nın tam hizasında idi. Ondan 300 metre aşağıda Gürcü değirmeni vardı. En aşağıda Ali Ağa’nın değirmeni vardı. Ona Churchill derlerdi. Öbür derede de Cede’nin değirmeni vardı. Değirmenlerde hırsızlık, gasp ve soygun falan olmazdı.”

Hırsızlık: Ş. Tan “Buğday ambarını burgu ile delip buğdayı akıtarak çuvalını dolduran insanlar olurdu.”

Ordunun Öküzleri, Katırları ve Atları: Şakir Tan “öküzle askerlik yapanlar vardı. Ergin öküzle askerlik yaptı. O son öküz şoförlerindendi(gülüyor). Bizim günümüzde askerlikte öküzün yerini katırlar aldı. Ağır silahları hayvana gözümüz yumuk yüklerdik. Bizim katırlar küçüktü. Sonra Amerika’dan USA damgalı katırlar geldi ki onlar daha büyük ve güçlü idi.

Yerleşim: Şakir Tan “Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kurupelit Hanı vardı. Orada bazı dükkânlar ve bir de karakol bulunuyordu. Han şimdiki Körfez’in karşısında idi. Balaç’ın ve Alanos’un aşağısında, şimdiki Türkiş semtinde hiç ev yoktu. 50’den sonra Amerika’dan arabalar geldi, yollar yapıldı. Yol yapılınca oralara evler yapılmaya başlandı.”

Kavaklı İşçiler: Bizim buralarda tütün yüzünden biz başka işe bakamazdık. Mecburen bazı işlerimizi yabancılara yaptırmak gerekiyordu. Bu işi Kavaklılar yapardı. Kavak’tan mayısta gelirler, ekin biçerlerdi. Kadın çoluk çocuk hep birlikte gelirlerdi.

Laz Ustalar: Ali Osman Tan “Köyün eski camiini Laz ustalar yapmıştı. Köyün ağaç evlerini yapan yerli ustalar vardı. Taş ustalar dışarıdan getirilirdi.”

Demiryolu İşçiliği: Fatma Tan “Katil bir kişiyi önce hapse attılar. Sonra tren yolunda tünel kazdırmaya götürdüler. Tünelde çalışan mahkumun bir günü iki gün sayılırdı.”

Ulaşım: H. Çakır “Hastaları doğuma at arabası ile götürürlerdi. En hızlı araç at arabası idi. 1950’lerde kahve yoktu çay içerdik.  Sınır davaları pek olmazdı olunca da köyün usluları hallederdi. Ama Oyumca büyük köy orada olmuştur. Bafra’ya 6 saatte bir araba oluyordu. Buradan Samsun’a yaya gidiyorduk.”

Kaçak sigara ve tütün: Şakir Tan’a göre “Tekel eksperleri köyde kontrol gezileri yapıyordu. Sigara içmek yasaktı. Tütün tabakasını tarlada tezeğin içinde saklayanlar oluyordu. (FS. Bu kaçak sigara kontrolü olmalı). Eksperler bıçak kontrolü de yapıyordu. Birisi bıçak yakalatınca övendireyi kırıp demirli tarafını eline almış ve memura “üzerime gelme” diye meydan okumuş.
Halk bu baskılardan bıktığı için ilk fırsatta Menderes’i seçti, ama onu da götürdüler. İdam haberi köyde kara haber olarak işitildi. 120 pilli bataryalı radyolardan kara haberi dinlerdik.”

Sosyokültürel Manzara: Oyunlar ve eğlenceler: Şakir Tan “Çocukluğumuzda esir oyunu oynardık. İki kalede toplanır  ileri çıkanı “vururduk” “Diğer bir oyunumuzda odunun ucuyla küçük bir topa vurur onu bir çukura düşürmeye çalışırdık. Birdirbir ve sekerek de oynardık. Öndül[31] oynanırdı. Arabanın tekerine dönmemesi için kalın odunlar takılır ve 6 araba birbirine bağlanırdı. Bir çift öküz onu çekmeye çalışır, hangi öküz çekerse öndülü alırdı. At yürüğü yarışması ve erkekler arasında güreş müsabakaları da yapılırdı. Kalleş güreşenler sevilmezdi.”
Çok eşlilik yok denecek kadar azdı.

Asayiş: Rasim Göz Anası birisiyle yatıyor diye Kör İbrahim, intikam için kediye gaz yağı dökmüş, kedi yanarken can acısıyla eve kaçmış ve sonunda ev de içindeki 30 koyun da yanmıştı.
Adada gavurların 5-6 evi vardı, onlar yanınca eşyalarını bizimkiler yağmaladı.
Alanos’ta biri bir gavur karısına derede çamaşır yıkarken tecavüz etmiş, kadın kıçını yere vurup, “Türk tohumu çık” diye söyleniyormuş. Alanos’lu “onu öyle yerleştirdim ki ne yapsan çıkmaz” demiş.
H. Aslan “Eski zamanlarda en büyük düşmanlık ifadesi ev veya samanlık yakmak idi. Ben çarşıda iken bir keresinde evimi ve samanlığımı yaktılar.”
“Bu köyde çok fazla içki ve kumar yoktu.”

Düğünler: Mehmet Aslan anlatıyor: Yedi tane gazi takılırdı gelinlere. Bunlarda 4-5 gelin bir arada yaşardı. Gelinler kaynana ve kaynatanın işline karışamazdı. Görücü usulü evlenirdik biz. Babalarımız “sana şu kızı alacağım” deyince yüzümüz utançtan ateş gibi kızarırdı. Şimdi gençler kendisi konuşup karar veriyor. Şakir Tan’a göre  “Kadınlar def çalardı düğünlerde. Düğün hazırlığı Çarşamba öğleden sonra balardı. Davul gelir çalmaya başlar imeciyle keşkek dövmeye başlanırdı. Dibek taşını bir kişi getirir, buğdayı sıra ile gayet ahenkli olarak döverlerdi. Hereni[32] kazanında et ve keşkek yapılırdı. Perşembe günün düğünler yapılırdı. Düğünlerde başlık verilirdi, ben yengenize 1950 de bin lira verdim.”
H. Çakır “Gelinlerin altın fes adeti vardı şimdi kalmadı.” Fatma Tan, düğüne davetin küçük küçük dilinmiş sabun parçaları dağıtılarak yapıldığını söylemiştir. Mihri Çakır’a göre kadınlar def ile oynardı. O zaman davul ve def olur mevlitli düğün yapılmazdı. Gelinlerin bellerine altın kemer, koluna bilezik ve başlarına fes

Yemekler: Ş. Tan “Keşkekten başka, buğday çorbası, o olunca pırasa ile yenirdi. Buna kesme çorbası denirdi. Kesme makarnayı bayramdan bayrama yaparlardı. Mısır çorbası da yapılırdı, yoğurt her zaman bulunmazdı. H. Çakır Akkiren yemeğinin yörede çok sevildiğini belirtmiştir. Rasim Göz’e göre çamaşırları küllü su[33] ile yıkarlardı. “Sabunu nerde bulacaktın. Kesme şeker olunca sandıkta saklanırdı. Hastalanınca suda eritir içerdik.”

Cenazeler: Tan “Cenazelerde komşular gelir, ölü evine yemek getirirlerdi. Ayrıca ölü evinin işlerini de bir süre komşular yapardı. Ölü evinde üç gün yemek yapılmazdı, mekruh sayılırdı.

 Bayramlar: Ali Osman Tan “Bizden önceki büyüklerimiz bir köyden diğer köye bayramlaşmaya giderler ve yemek de götürürlerdi.” Rasim Aslan’a göre de “Bayramlarda 1. gün helva yapılır ve mezarlığa gidilirdi. Helvalar orada yenirdi. 2. gün ya biz Mamados’a veya onlar bize gelirdi.”
Şakir Tan “Kurban Bayramında kesenler kesmeyene et verirdi. Kurban kesmeyenler kavurma yemeğe davet edilirlerdi. Bacasından et kokusu gelmeyen ev olmazdı. Eskiden üç gün bayram yapardık, sonra ikiye indi, şimdi hep sıfır oldu. Bayramlarda kaşık yetmezdi, cebimde kaşık götürürdüm. Her gün bir köy diğer köylere ziyafet verirdi. Eğlencelerde bazı erkekler kadın kılığına girerdi. Bunlara köçek denirdi ama köçekler pek hoş karşılanmazdı. O zamanlar bayramlar üç gün sürerdi, zamanla iki güne  indi, sonra tek güne. Şimdi ise hep sıfırlandı.

Samsun’da Sel: Kürtün köprüsünü iki-üç defa sel götürdü. Selden sonra su çekilene kadar karşıya geçilmezdi. Yeni köprü de geç yapılırdı. Tabii ahşap köprü olurdu. H. Çakır “1939 da büyük sel oldu. Kürtün köprüsünü götürdü. Burada ambarlardaki buğdaylarımız Bafra şosesine kadar sürüklendi. Temmuz ayında idi. Sel gece olmuştu. Ambarları su kaldırmıştı. Gece idi, gök gürültüsünü duymadık.” Bu konuda elimizde arşiv belgeleri de vardır.[34] Bunlardan anladığımıza göre 17 ve 23 Temmuz 1939 tarihinde vuku bulmuş olan “seylap” ile ilgili hem Samsun Valiliği, hem de CHP il başkanlığının Başbakanlığa ve CHP Genel Sekreterliğine yazdıkları yazılarla halkın zararlarının tazmini istenmiştir.[35]  Yazışmalar Dahiliye, Maliye, İktisat, Sıhhiye, Gümrük ve İnhisarlar, Ziraat  ve Ticaret Vekaletlerine yazılmış, uzun süre kim hangi yardımı yapacaktır diye yazışmalar sürmüştür. Öyle ki 13 Eylül tarihinde henüz bakanlıklar arası yazışmalar bitmemişti.
Sel esnasında ildeki diğer köprüler gibi Kürtün köprüsü de yıkıldığından Bafra ve Samsun ile olan bağlantının kesilmesi yörenin dışarıdan temin edilecek olan ihtiyaçları konusunda ne kadar zor bir durumun olduğunu göstermektedir.[36]

Yarışmalar: Rasim Göz: “Atalarımız Ankara’dan gelmişler, iki pehlivanmışlar her başarıdan sonra Padişah onlara mükafat verirmiş, buradaki toprağımızı bize padişah böyle vermiş.” Köyde güreşler yapılırdı diyen Ali Osman Tan’a göre birinciye bir iki metre basma verilirdi. Bir köyden bir pehlivan çıkınca diğer köyler onu yenecek pehlivanlar çıkarmak durumunda idiler.

Çalgılar: Fatma Tan Çalgı olarak bir tek def kullanılırdı. Davul zurna Alanos’tan çıkardı. Rasim Aslan anlatıyor: Gençliğimizde içki kumar hiç yoktu. Kahve yoktu,  radyo ve gramofon yoktu.

Yağmur Duası: H. Çakır anlatıyor: “Yağmur duası için dereye giderlerdi. Herkes bir hayvan getirir kurban keserdi. Okuyup taşı dereye atarlar, buna taş ıslamak derlerdi. Dualar sonunda yağmur yağdığı oluyordu.”

Köy odası: Şakir Tan: Köy odası caminin müştemilatı içinde idi. Orada kalan misafirlere köyde sıra ile yemek verirdik. Fakirler vermezdi. Ramazanda iftar ve sahur yemekleri akşamdan ikisi birden getirilirdi.
Şakir Tan, Bebeği toprağa belerdik. Bu toprağı önce kalburdan elerdik. Bebekleri belediğimiz bu toprağa öllük[37] toprağı denirdi. Toprak ısıtılır. Üzerine bez serilir, bebek beze yatırılırdı. Sabah olunca toprak aynı ısıyı muhafaza etmiş olurdu.

Eğitim: Hüseyin  Çakır: Biz üç sene okuduk. Ama bizim öğretmenlerimiz çok iyi idi. Şimdi çocuklar bir şey öğrenmiyorlar. Biz Atatürk’ün talebeleriyiz. Atatürk büyük adamdı. Ondan önce açlık vardı, sonra açlık kalktı. O zaman Akpınar da  beş yıl okuyan kolayca öğretmen oluyordu.  Mustafa Çakır ise, “Ben 42 de Alman –Rus harbi sırasında ilkokula başladım. 5 yıl okudum. Benden önce üç yıl okudular. Bizim zamanımızda camide okumak yasaktı. Öğretmenimiz Balaçlı idi. Ben öğretmen olmak istiyordum.”
Rasim Göz’ün anlattığı şu hikayenin de bir pedagog tarafından değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz: “Çocuklar eğitimi camide alırdı. Hoca benim kafamı duvara vurdu ve alnım delindi. Bir daha o mektebe gitmedim. Hoca huysuzluk yapanlara ocaktan aldığı övsekliyi[38] atardı.”

Seferberlik ve askerlik: Rasim Aslan: Köyden 63 kişi askere gitmiş, 5 kişi dönebilmiş. Dedem 11 sene askerlik yapmış. Doğuya gitmiş, Yunan’dan geri gelmiş. Babam askerlikte çarığını yemiş, bunu ağlayarak anlatırdı. Bir tarlaya girmişler yoncaları yemişler. Hatta yoncalar için kavga bile etmişler: Senin benim kavgası. “Biti kaşlarımızdan çakı ile paklardık” derdi babam. Sabun yoktu, ekmek yoktu ki sabun alsan.
 Babam “Çanakkale’de ölen ve çürüyenleri 3 gün boyunca mezara taşıdık” derdi.
Hüseyin Çakır şu seferberlik bilgilerini vermiştir: Açlık çoktu. At pisliğinden arpa toplarmış insanlar. Buradan askere gidenler Yemen, Trablusgarp ve Bingazi’ye gidip gelmeyenler varmış. 10 - 12 sene askerlik yapmışlar. (Mustafa Çakır’a hitaben) Sizin Akrabanız Aslan 10 sene askerlik yapmış. Van’da kalmış ve orada evlenmiş. Sonra askerlik bitince çocuklarını bırakıp buraya gelmiş ve burada tekrar evlenmiş. Hasan Usta’nın babası. Hasan Usta burada ondan sonra doğmuş. Sürek ise 12 sene askerlik yapmış. Askerlikten gelince birçok kişiyi karısı tanımamış ve yabancı adam diye eve almak istememiş. Böyle birçok hikayeler anlatılır.
Dedem asker iken, jandarma gelmiş, nenemi arazide bulmuş. Öküzleri ile Havza’ya kadar cephane götürmüş. Bazıları Kavağa kadar götürüldüğünü söylüyor. Hasan Çavuş’un Şevket’in anası Kavağa kadar götürmüş.
Ali Osman Tan “Dedemler beş kardeş seferberlikte harbe gitmişler ve hiç biri gelmemiş. Oyumca’dan seferberliğe gidip geri gelen iki kişi var: Mustafa Çavuş ve Kemal’in babası amcam Hasan Çavuş.” Rasim Göz, “Köy boşalmış, askere gidip geri gelen iki kişidir. Bunlardan biri Hasan Çavuş, yıllar sonra köye gelince karısı onu eve almamış, tanımamış kocasını. Kolu yaralı imiş. Yaraya yolda pösteki sarmış, köye gelip kolunu açınca, kolunu bitler yemiş ve yarası kemiğe kadar açılmıştı.”
Fatma Tan’ın anlattığı[39] şu hikaye çok manidardır: “Ben seferberlikte doğmuşum. O zamanlar eli silah tutanları hep askere alırlarmış. Köyün dul ve asker karısı kadınları Samsun’a kağnı ile odun götürürlermiş. Odun satıp tuz, gaz ve bez alıyorlarmış. Bana hamile anam da bir seferinde böyle bir sefere katılmış. Gece yarısı Oyumca’dan yola çıkıp sabah ezanı ile Kürtün Irmağı’na varmışlar. Şafak vakti anam orada hastalanmış, doğum sancıları başlamış. Tanıdıkları bir kadının evine sabah ezanı vakti varmışlar, kadına “bizi bir süre merdiven altına alır mısın, dinlenelim” demişler. Kadın “niye merdiven altına alayım” demiş. “Hicaz ayağıma geldi sabah ezanı vakti.” Anamları içeri almış. Soba’yı yakmış, yakında evi bulunan bir ebeyi çağırmış ve ben orada doğmuşum. Babam askermiş, 12 yıl askerlik yapmış.”

Dini Hayat: Rasim Göz’ün anlattığına göre gizli kuran kurslarına namazı ve sureleri öğrenmeye giderlerdi. “Hacı Akman’ın Hoca ve Molla Ali’nin orda çocuklara kuran okuturlarken, jandarma geliyor mu diye uzaktan jandarmayı gözler ve bize haber verirlerdi. Biz kaçar ve oynaya oynaya eve gelirdik, hoca da kaybolur veya başka iş yapıyormuş gibi oralarda gezerdi. Gizli Kuran kursunda ders görürken jandarmanın yolunu gözetleme işini nöbetleşerek yapardık.”

Arapça Ezan: Rasim Göz: “Arapça ezan serbest bırakılınca halk öyle sevindi ki bazıları, mesela Hacı Akman’ın Remzi bir kömüş kurban kesti” diyordu.  Ali Osman Tan da “Ezan Arapça ya çevrilince bazı hocalar arasıra yanlışlıkla Türkçe’sini de okurlardı.” Fatma Tan “iki tür ezanı da sevdik, ancak Arapça’sı gelince daha çok sevinen oldu, ama kurban kesen olmadı” diyerek Rasim Göz’e göre farklı bilgiye sahipti. Belki köylerinin farklı olması bu farklı bilgilerin sebebi olabilir.

Cami Görevlileri: Hacı Aslan cami görevlileri için şunları anlatmıştır. “Buraya dışarıdan hocalar gelirdi. Bazı hocalar sürekli kalmak isterdi. Ne verirseniz verin derlerdi. Bazı hocaları kabul etmezdik. Bizde bir hoca vardı, Aksu hocası onun yanında konuşamazdı. Adam derin hoca idi. Ama katil imiş. Sonraları adam kendi hesabını kendi kesmeye başladı. Aynı zamanda müthiş kaçakçı imiş. Evin önüne petek koymuştu, ama içinde arı yoktu, başka şeyler saklıyormuş. Müftüyü bile takmıyordu, Laz idi, ama memleketini bilemiyorum. Memleketinde cinayet işlemiş, buraya kaçmış. Evin bacasını bile kapatıyordu, vurulurum diye korkuyormuş. Bunları ben delikanlı iken gördüm.” Rasim Aslan: Rizeli bir imam köye geldi. Karabudak’a hizmetli durdu. Koyunları güdüyordu. Hafızlar Trabzon ve Rize’den gelirlerdi. Birisi hafızdı, ama bir tavuk için adam öldürmüş. Hapse girdi. Kaçak tabanca satardı.”

Milletvekili: Rasim Göz “Aziz Ağa Bafralı Emin Bey’in teklifiyle milletvekili oldu. Bir gün mecliste “Samsun’a yatırım yapmıyorsunuz” demiş, onu öldürmeye kalkmışlar. Sonra milletvekilliği bitmiş ve 52 yaşında ölmüş.”

Atatürk’ün Ölümü: Durmuş Sevindik, Atatürk’ün ölümünü köylülerin radyo olmadığı için iki gün sonra duyduğunu ve hem üzüntü duyduklarını hem de yaşlı ve tecrübeli diye bildikleri köy büyüklerine “acaba bundan sonra ne olur” diye sorduklarını anlatıyordu. Özellikle Milli Mücadele’ye katılmış olanların üzüntülerinin daha fazla olduğunu bildirmiştir.  Rasim Göz de “Atatürk’ün ölümünü hatırlıyorum, köyde radyo yoktu. Kulaktan kulağa duyulmuştu. Millet yas tuttu.”

Menderes: Ali Osman Tan: “Menderes gelince halk bolluk gördü. Memur ve asker İnönü’yü tutuyordu. Halkın içinde köylü, işçi ve esnaf Menderes’ten yanaydı. 27 Mayıs gecesi bizi Beyazıt Meydanına Üniversite bahçesine götürdüler.  Öğrenciler toplanmış “Katil Menderes” diye bağırıyorlardı. Sonra askerlere “süngü tak” emri verildi, kalabalığı dağıttılar. O gece öğrencilerle askerler arasında çatışma olmuş. Birkaç kişi de ölmüş.”














SONUÇ

Halkın saf ve temiz duygularını dile getirdiği bu mülakatlarda devlet adamlarının ve aydınların siyasi mülahazalarla tevessül edecekleri çarpıtmaları görmüyoruz. Gerçi her  insanın tarihe yalan katmaya kalkışacağı, en azından bunun mümkün olduğu söylenebilir. Biz burada aynı konuda farklı kişilerin görüşlerini bir araya getirip onların birbirleriyle mukayesesini yaparak doğrulatmaya ve yanlışları ayıklatmaya çalıştık.
Yörenin kitap ve diğer kültür araçları bakımından oldukça fakir olduğu görülmüştür.
Rum saldırıları hakkında yazılı kaynakları doğrulayan bilgiler, hatta bazen yazılı belgesi olmayan olaylara tesadüf edilmiştir. Rumların Türk köylerine yaptığı saldırılar ve onların saldırılarına karşı Türklerin silahlanmak için aralarında para topladıklarını öğreniyoruz. Halbuki Rumların silahlanmak için para toplamaya ihtiyaçları olmadığını, onlara “birilerinin” silah verdiğini öğreniyoruz.
Yörenin etnik yapısı Rumların ayrılmasından sonra Türkler, Çerkezler ve Gürcüler’ den ibaret olmuştur. Ancak bu yörede dışarıdan “gelme”lere, diğer bir ifade ile Gürcü ve Çerkez gibi unsurlara çok da hoş bakmadıklarını hâlâ övünerek anlatmaktadırlar. Diğer taraftan bu  dışarıdan gelenlerin ekonomik ve kültürel olarak yöreye bir zenginlik getirdiklerini de halkın ifadelerinden anlamış durumdayız.
Bu muhacirlerden Çerkezlerin şimdiki Üniversite yerleşkesinde bulunan Karaköy’de ikamet ettikleri ve salgın bir hastalık esnasında 1864 yılında büyük bir çoğunun öldüğü hem sözlü hem de yazılı kaynaklardan öğrenilmektedir. Sabun ve ilaç olmaması yüzünden salgınların çok can yaktıkları anlaşılmaktadır. Özellikle sıtmanın çok yaygın olduğu ve kinin ilacı vasıtasıyla korunduklarını öğreniyoruz.
Bu yörede poligaminin bulunmadığı da önemli bir bilgidir. Hırsızlığın nadir görüldüğü, içki ve kumarın ise hiç görülmediği ve bu haliyle polisiye suçlar bakımından mükemmel sayılabilecek kusursuz bir sicile sahip bulunduğunu söyleyebiliriz. Bayramların üç gün sürdüğünü ve şimdiye göre çok daha iyi bir yardımlaşma sosyal ilişkiler düzeni bulunduğu tespit edilmiştir.
Tütün işçiliğinin köylüyü yıl boyu tam olarak meşgul etmesi yüzünden vatandaşın başka işe bakmak için zaman bulamadığı ve dolayısıyla buğday biçtirmek işini Kavaklılara ve inşaat işlerini ise daha çok Rize ve Trabzon’dan gelen ustalara yaptırdıklarını öğreniyoruz. Tütün bu haliyle yöre insanının mesleki yönden kabiliyetsiz olmasını sağlamıştır.
Bunların dışında vergi, kooperatif ve askerlik hikayeleri dikkate şayandır. 12 yıl askerlik yapan insanlar, seferberlikte açlıktan çekilen çileler, 1939 Temmuzundaki büyük selden görülen zararlar hep halkın dilinde bu gün yaşanmış gibi net olarak anlatılmaktadır.
Gizli okutulan kuran kurslarının hikayeleri, ezanın Türkçe ve Arapça okunması ile ilgili anılar, kaçakçılık yapan imamlar ve asayişsizlik örnekleri de dinlemeye ve okumaya değerdir. Halkın geleneklerinde zaman içindeki değişiklikleri de bu arada öğrenmiş oluyoruz. Bugünkü aydınların çoğunun ne olduğunu hatırlayamayacağı yesir oyunu, öllük toprağı ve benzeri etnoğrafik bilgileri de görmüş bulunuyoruz. Yağmur dualarında herkesin –o fakir hallerine rağmen- hayvan getirip derede kurban kesmeleri ve derede “taş ıslamak” gelenekleri de bizim için kayda değer bilgilerdir.
Kurupelit yöresi, birçok bölgemiz gibi seferberlik ve açlık hikayeleri, hastalıklardan  yok olan Çerkezleri, unutulan adetleri ve bugün hızla gelişip bir kültür kentine doğru doludizgin yol alan yapısıyla mazisini unutmanın eşiğindedir ve bize “hafızamı koruyunuz” diye seslenir gibidir.




· Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi.
[1] Fahri Sakal, “Osmanlı Ailesinde Kitap” Osmanlı C. 11, Ankara 2000, s. 732-738.
[2] Fahri Sakal,  agm, s. 737.
[3] Abdullah Saydam, “Trabzon’da Halkın Kitap Sahibi Olma Düzeyi”, yayim.meb.gov.tr/dergiler/170/
[4] Samsun Şer’iyye Sicilleri, 1757, 1758, 1761,1762, 1763, 1764, 1765,1766, 1767, 1768, 1769, 1770, 1771 numaralı defterlere ait 66 adet hüküm.
[5] Sözlü Tarihçiliğin tarihçesi için bk. Paul Thompson, Geçmişin Sesi, Tarih Vakfı Yurt Yay., İst., 1999, s. 19. 22. Esra Danacıoğlu, Geçmişin İzleri Yanıbaşımızdaki Tarih İçin Bir Kılavuz, Tarih Vakfı Yurt Yay.,  İst., 2001, s. 130-131. Amerika’da 1929 İktisadi bunalımı sırasında işsiz kalan yazar ve gazetecilere iş sağlamak için Amerikan kırsalındaki insanların geçmişe yönelik taze belleklerindeki bilgiler kayda alınmaya başlandı. O kayıtlar bugün 19 yy. Amerikan sosyal tarihi için en büyük ve güvenli arşiv ve kaynak değerinde kabul edilmektedir. Daha sonra II. Dünya Harbi esnasındaki muharip ve geri hizmet mensuplarının savaş anıları da aynı mantıkla kayda alınmıştır. Bu “taze bellekle” sıcağı sıcağına kayda alındığı için zamanla bunlar birer tarih belgesi oldular ve tarihçi Joseph Gould bunlara “sözlü tarih” adını taktı. Tarih ona göre sadece kralların, imparatorların, orduların  ve diğer yüksek zümrenin hikayesi değildir. Sözlü tarih çalışmalarıyla tarih ilmini yanı başımıza almış ve kendi hikayelerimizi de ona katmış oluyoruz. Yukarıdakilerin propagandaya dayalı bazıları yalan olan hikayeleri yerine biraz da kendi hikayelerimizi, aşklarımızı, kinlerimizi ve her türlü tecrübelerimizi değerlendiriyoruz. Gould buna “merasimsiz tarih” diyor, Danacıoğlu, s. 131.
[6] 2009 Belediye seçimine kadar Kurupelit belde belediyesi idi. 1500’den az nüfuslu küçük yerleşim birimlerinin belediye olmasını engelleyen yasa ile Kurupelit Belediyesi ilga edilmiştir.
[7] Tabii mülaki olunan kişinin söz konusu politikacıya olan eğilimleri de öğrenilmeli ve ona göre alınan bilgiler değerlendirilmelidir.
[8] Görüştüğümüz bütün kaynak kişiler bu konuda bilgi vermiştir.
[9] Büyük Oyumca Köyü İncirce Mahallesinden, Helvacı Durmuş Sevindik ile 15. 12. 2007 tarihinde, evinde aile fertlerinin de yardımıyla yapılan mülakat. Biz bu mülakatı yaptıktan birkaç ay sonra 104 yaşında olduğu söylenen değerli bilgilere sahip olan bu ihtiyarın vefat haberini aldık. Allah rahmet eylesin. Onun diğer yaşlı
insanlardan ayrılan bir özelliği vardı: Helvacı Dayı ileri yaşına rağmen her şeyi dün gibi hatırlıyordu.
[10] Büyük Oyumca’dan Yusuf Oğlu Şakir Tan (74 Yaşında) ile 7.2. 2008 tarihinde yapılan mülakat.
[11] Büyük Oyumca İncirce Mahallesinden Helvacı Dursun Sevindik.
[12] Maşatlardan Rasim Göz , 87 Yaş,  12.3. 2008 tarihli mülakat. Mülakatımızdan birkaç ay sonra Rasim Göz vefat etmiştir. Helvacı Durmuş Sevindik gibi Rasim Göz de kendisi ile mülaki olamasaydık o güzelim bilgileri şimdi mezara götürmüş olacaktı. Bizim “büyük tarihçilerimiz” 1960-2000 arası kırk yıl içinde Seferberlik, Milli Mücadele ve Atatürk Devri’ni yaşayan canlı tanıkların bilgilerini kayda almadıkları için neler kaybettiğimizi bilemiyoruz.  Acaba bu insanlar bazı yalanları çürütür diye mi konuşturulmadılar? 
[13] Rumların bu köy yakma huyları yörede çok yaygındır. Çarşamba’nın Aşağı Çinik Köyü’nü de yakmışlardır. Kaynak kişi: Aynı köyden Behice Zengin, kayınpederinin anılarını bize iletmiştir.
[14] Fatma Tan ile 7. 2. 2008 tarihli mülakat.
[15] Karaoyumca’dan Rasim Aslan, 90 yaşlarında.
[16] Karaoyumca, Mehmet Aslan, eski muhtar,
[17] Karaoyumca. Karabudaklardan Hacı Aslan, 20 10 2006 tarihli mülakat.
[18] Karaoyumca , Hüseyin Çakır, 80 yaş.
[19] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), MLCRD, 1284. 5 Eylül 1280. (17 Eylül 1864).
[20] 13 – 20 Temmuz 1864.
[21] İkamet eden ve gelip geçen(F.S.).
[22] Belgede hastalık adı yazılmamış, ancak Kurupelidliler kolera olduğunu söylüyor.
[23] Şakir Tan mülakatı.
[24] Karaoyumca, Mustafa Çakır, 20 10 2006 tarihli mülakat.
[25] Şakir Tan mülakatı
[26] Karadeniz Bölgesinde “zerürlük” zaruri’nin Türkçeleşmiş şekli olarak, ama zorluk veya sefalet çekme anlamında kullanılır. Çok fakirlik ve zorluk çektim, demek için çok zerürlük çektim derler. (FS).
[27] “Köyün kodamanları” demek istiyor, ama negatif bir anlam yüklemek için bu İngiliz politikacısının adını kullanıyor. Biraz zarifçe bir istihza örneği, zira bazı yörelerde “köyün papazları” ifadesi kullanılır.(FS.).
[28] Öşür’den ta’şir (onda birini alma), ta’şirci, onda bir vergisi alan, öşür tahsildarı.
[29] Vergi ödememek için Giresun’da da yaylalara hayvanlarını kaçıranlar olduğunu aile büyüklerimizden duymuşuz. Dedemiz de aynı suçu(!) işlermiş.(Fs).
[30] 7. 2. 2008 tarihli mülakat.
[31] Hayvanların kağnıları çekmesi ile yarışmaları sonunda alınan “ödül”den dolayı yöresel bir yanlış ifadedir.
[32] Yörede kullanılan benzerlerinden daha büyükçe kazan, pekmez ve turşuluk sebze kaynatmak için kullanılır.
[33] Tarihi dönemlerde sabun ve deterjanı bulamayan insanların kullandıkları giysi ve yatak yüzü gibi bez, keten ve kumaşları kül suyu ile yıkadıklarını biliyoruz. Devrilmemesi için üç ayaklı olarak bu iş için özel yapılmış sepetlere doldurulan çamaşırların en üstüne ocak başından alınmış içinde katkısı olmayan saf kül konurdu. Külün bir tabaka olarak en az on santimetre kalınlığı olması gerekirdi. Üzerinden çok kaynar su dökülür ve külden geçen su giysilerden de geçer ve sepetin altından akardı. Böyle üç beş defa sıcak su dökülür, bir süre kül çamaşırın üzerinden alınmazdı. Kirler bu küllü suda tamamen yumuşadığı için ılık suda durulanınca çamaşırlar “tertemiz” olurdu. Sabunu olan son durulamada sabun da kullanırdı. Deterjanlar kadar temizler miydi? Bilemiyoruz, ancak deterjanların kimyasal etkisinin yerine daha doğal bir temizlik metodu olduğu kesindir. Yazarın çocukluk yıllarında, yöresi Giresun’da bu usul kullanılmakta idi.(F.S.).
[34] BCA, CHP Katalogu,  490.01/ 485. 1964.1, ss. 258 - 270.
[35] BCA, CHP Katalogu, 490.01/ 485. 1964.1, s. 257, 272. 
Ayrıca tütünlere  bu sel esnasında musallat olan “külleme ve mozaik” hastalığı için mahalli fen memurlarının halkı irşad edeceği de bildirilmiştir.
[36] Aynı belge, s. 262. “Seylap zedelere Kızılay’dan yardım: 2400 lira gönderilmiştir”. Ödenek yokluğundan dolayı bakanlıkların yardım yapmadığını görüyoruz. 
[37] Ölümek/ hölümek bazı Karadeniz, Doğu ve İç Anadolu yörelerinde ıslanmak anlamında bir Türkçe fiildir. Sıfat şekli “höl” ise ıslak anlamında kullanılır. Höllük, “eledim eledim, höllük eledim/ Aynalı beşikte canan bebek beledim” diye başlayan Erzurum türküsünde de görüldüğü gibi toprağın elenerek içindeki sert çakıllardan ayıklanmasıyla elde edilen ve ısıtılınca üzerine konan beze bebeklerin belendiği bir topraktır. Bebeğin vücudunun terini aldığı için höllük denmiştir. Bebek sağlığı açısından oldukça iyi bir tarihi bebek yetiştirme uygulaması. Höllük bebeğin vücudunu sıcak ve tersiz tutar, dolayısıyla hastalanmaya karşı koruyucu bir önlemdir.
[38] Ocak başında yanan odun, ucu kor ateş olanlar için bu ifade kullanılır.
[39] Fatma Tan, 7. 2. 2008 tarihli mülakat.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder