TEK PARTİ’ NİN DİLİ
Doç. Dr. Fahri Sakal*
Türkiye Tarihi 19. yy sonlarında bir seri değişim ve
modernleşme uygulamalarına şahit olmuştur. Bunlardan biri özleştirme
akımıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek
Parti döneminde bu akıma dilde özleşme denmiştir. Bu akım bir ara aşırı özleşme
haline dönüşmüştür.
Bu dönemde CHP
yayınlarında, tüzük ve tutanaklarında bu aşırı özleştirme örnekleri
görülmüştür. Neden halkın anlamadığı bir dil halka hitap etmek için
kullanılmıştır.
Bu yazıda bu
konu örneklerle inceleniyor.
CHP, Tek
Parti, Türk Dil İnkılâbı, Arı dil, Öz Türkçe.
SİNGLE-PARTY
LANGUAGE
The Turkish history had been witness to many changes and modernization in
the end of 19th century. One of these modernizations was self-simplification of Turkish. In Turkish
Republic during the
period of One- Party this current modernization was
called by language purifying. This current modernization sometime became ultra-purifying.
Many examples of this ultra- purifying can be seen in the publications, charters and records of CHP belonged to these years. Why did they use a language, that wasn’t understood by public, to talk to public?
In this paper this question is
searched with the examples.
CHP, Single Party, Turkish language
revolution, Pure language, Pure Turkish.
TEK PARTİ’NİN DİLİ
Tarih boyunca
insanı kuşatan çevre şartları değiştikçe bu değişim yeni bir insan türü üretir.
Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle’de kullandığı o meşhur sözünü konumuza uyarlarsak
şöyle diyebiliriz: Değişen çağlar kendine göre bir insan tipi yaratır, diğer
bir ifade ile çağların değişmesiyle insanlar da değişir. Burada insan mı
çağları, çağlar mı insanı değiştirir sorusunu sormayacağız. Tarih felsefecileri
ve diğer sosyal bilimciler bunu tartışadursunlar, biz sözünü ettiğimiz
değişimin zamanla insanın çevresinden ve yaratılışından gelen öz cevherini bile
zorlayabildiğini düşünüyoruz. Değişim bazen öyle bir hal alıyor ki, onu
benimsemeyen muhafazakârlar sonunda her şeylerini kaybedeceklerini görseler
bile bu hastalıktan kurtulamıyorlar. Tabiidir ki gelişmeler karşısındaki bu
direnç bazen direnenlerin sonunu hazırlıyor. Diğer uçta da, karşısına çıkan ve
adı yeni olan her şeyi tecrübe etmeden almayı ve asırların tecrübe eleğinden geçmiş,
cemiyetin veya insanlığın ortak değerleri payesine ulaşmış olan gerçeklikleri
terk etmeyi ilericilik sananlar bulunuyor. Özellikle gelişememiş veya geri
kalmış cemiyetlerin “aydın”ları buna örnektirler. Bunlar bir cami avlusunda
bulunmuş çocuğun içinde bulunduğu “baba” psikolojisine sahiptirler. Eskiden
gelen her değeri, kendilerini cami avlusuna terk eden uçkur düşkünlerinin
tapulu malı sanır ve onu benimsemekte zorlanır. Kurtarıcılarının her
değerlerini yeni diye takdis ederken atalarından kalan her şeyi tanımaya bile
çalışmadan reddetmeyi ilerici veya çağdaş bir tutum sanır.
Türkiye’de bu
süreç aynen yaşanmıştır. Bu şaşkın kafile Türkiye’de bir elitler zümresi
halinde iktidarı 1909-1913 döneminde ele geçirdiğinde, yeni bir dil, yeni
terimler, yeni bir üslup ve yeni bir kültür inşasına kalkıştılar. Osmanlı veya
Türk cemiyeti sanki yeni kurulmuş bir muz cumhuriyeti idi. Birkaç kötü çeviri
kitabı okuyan kendini allame-i cihan sanıp toplumu yeniden kurmaya
kalkışıyordu. Milletin dilini de masa başında yenilemeye giriştiler. Tam bir
ırkçılık nişanesi olarak ruh, inanç ve kültür dünyamızın terimlerini
Öztürkçecilik adı altında dilden kovmaya kalktılar. Ahmet Hikmet Müftüoğlu
kendi ismine bakmadan, içinde hiç yabancı kelime olmayan hikâye yazmaya kalktı.[1] Zamanla
bu temayül güçlenerek Tek Parti döneminde bildiğimiz arı dil sevdasına dönüştü.
Atatürk’ü de etkilemeye çalışarak dili yeniden kurmaya kalkıştılarsa da birkaç
yıllık bir denemeden sonra Gazi dili bu çıkmazdan kurtarmak gerektiğini
söylemek durumunda kaldı.[2]
Buraya kadar
her şey aslında biraz normal sayılabilir. Anormal olanı Tek Parti’nin tavrıdır:
Kullandıkları dili biz bile bugün anlamakta zorlanırken, o dönemde halka bu
dille hitap etmenin halk tarafından anlaşılmama endişesi taşımaması çok manidardır.
Halktan oy isteyen ve fikirlerinin kitleler tarafından benimsenmesini bekleyen
bir partinin halkın dilini kullanması gerekmez mi? “Törütgen ve yürütgen yetkiler kamutayda toplanır.” “Türkiye’de hakyerleri bağınsızdır”[3] gibi
ifadeleri acaba hangi halka ve ne için yönelttiler? Acaba anlaşılma diye bir
endişeleri mi yoktu? Yoksa yaptıklarının çok çağdaş, anlaşılmamanın zararlarına
rağmen uygulanması gereken ve yüksek fatura ödemeye değer bir ilerici icraat
olduğunu mu düşünüyorlardı?
Bu anlaşılmaz
ve uydurma dili halka hitap aracı olarak kullanmak bir parti için kesin
başarısızlık sebebi olabilir diye düşünüyoruz. Nitekim adı geçen partinin
tarihimizde seçim kazanamamış olduğu bilinmektedir. Kendilerini ve partilerini
halka anlatma, fikirlerini benimsetme diye bir dertleri olsaydı, herhalde
farklı dil kullanırlardı. Zaten çok partili döneme geçişte hem dilde hem de
Arapça ezan bahsinde ve dini okullar ve ibadetler konusunda “ödün”ler[4]
verdiklerini biliyoruz. Tek Parti dönemindeki seçimler iki dereceli ve gerçek
seçim olmaktan uzaktı. Dolayısıyla halkın gösterilen “müntehib-i sani” denen ikinci seçmenleri seçme mecburiyeti ve
onların da partice gösterilen adayları seçmesi gerçek bir seçim değildi. Diğer
bir ifade ile o ikinci seçmenler o adayları seçmek zorunda idiler. Burada kayda
değer bilgi şudur: Müntehib-i sani partinin gösterdiği şu adayı seçmiyorsa bu
adayı seçerdi. Yani her ikisi de aynı partinin adayı idi. Dolayısı ile parti o
dönemde halka gidip seçim propagandaları yapmıyor, vatandaşın dertlerini dinlemeye
gerek görmüyor ve halka bir şeyler vaad etme gereğini duymuyordu. DP
kurulduktan sonra bilindiği gibi ilk seçimde (1946) açık oy ve gizli tasnif
sistemi ile meseleyi hallettiler. Ancak 1950 seçiminde bunu yapamayacaklarını
anlayınca şehir ve köylerde propaganda turlarına çıktılar ve vatandaşa vaatlere
başladılar.[5] İşte bu vaatleri o
“irdeli, değetli, törütgen ve yörütgen” dille yapamayacaklarını anlayınca,
normal dil kullanmaya başladılar. Yani halkın oyuna talip olunca halkın dilini
kullanma mecburiyetini duydular. Buradaki kanaatimiz, uydurma dilin totaliter
mantığın ürünü olduğu istikametindedir. Halka dayalı rejim halkın anlayacağı
dili kullanır, kendisini halka sevdirmek için onun dilini en güzel şekliyle
kullanmaya gayret eder. İmtiyazlı bir elitler rejimi ise, halkı, -kendi
adlandırmalarıyla Hasoları ve Memoları- hor görür ve dillerini de beğenmediği
için değiştirmeye kalkar.
Halkı kaale
almamanın sözlü ve resmi bir ifadesi olan bu dil, elitizmin batıda şahit
olmadığı bir uç örnektir.[6] Belki
Orwell’ın 1984 adlı romanında[7]
anlatılan o totaliter rejimin dili olarak açıklamak en uygunudur. Totaliter ve
diğer anti demokratik rejimler halk tarafından beğenilmek, denetlenmek ve
seçilmek kaygılarını taşımadıklarından kullandıkları dilin geniş kitlelerce
anlaşılması gerekmiyordu. Hatta bazı durumlarda halkın anlayamadığı kavramlar
ve metinler -biraz da esrarengiz ve mehabetli bir muhtevaya sahipmiş duygusu
verdiğinden- özellikle tercih ediliyordu. Osmanlıca’nın ve diğer
imparatorlukların çok kültürlü esperantoları buna örnek olarak verilebilirse de
Türkiye’de Tek Parti döneminin uydurma dili bir mehabet değil bir maskaralık ve
komedi örneği gibi durmaktadır.
Bu konuda
epeyce bol neşriyata sahip olduğumuzdan onları tekrar hatırlatmaktan imtina
ederek burada sadece partinin kendi belgelerinde kullandığı bazı kelime ve
terimleri örnek olarak vermekle yetineceğiz. Bir belgeden[8]
seçtiğimiz şu ifadelerle başlayalım: “Şarkurul, şarbaylık, Bolu uray üyeleri,
teyyare sosyetesi üyeleri, orta uram ocak başkanı…” Şu halleriyle bunların
nelerden söz ettiklerini özel “arı dil” ihtisası olanlardan başka kimsenin
anlayacağını sanmıyoruz. O sırada soyadı kanunu çerçevesinde yapılan
düzenlemeler çerçevesinde bey, efendi, beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa vb.
gibi sıfat ve unvanların kullanılmasının yasaklandığını da hatırlatarak şu
örnekleri veriyoruz: “(Ural) soyadı
aldığımdan imzamı aşağıdaki şekilde atacağımı utunurum. (27.1. 1935)”.[9] Devam
ediyoruz ve “Sayınlı bay Recep Peker,
yüce orununuzca bilinen…”[10] bu
komedi dilinin yeni örneklerini partinin 4. Büyük Kurultay’ında onaylanan ve
yayınlanan Program kitapçığından[11]
veriyoruz: “Kurultayca onanmış olan
bildiriğinde…” (s.1). “1931 kamutay
seçimi dolayısıyla çıkarılan bildirikte saptanmıştır[12]” (s.1-2). “Parti devlet şekillerinin en doğrusu bu
olduğuna kanığdır”, “Yurttaşların ferdiğ ve sosyal güvenlik, eşitlik… haklarını
barımak…” “Bu haklar devletin varlık ve otorite sınırı ile buçlanmıştır. Ferdiğ
ve hükmiğ şahsiyetlerin kınavı kamuğasıya aykırı olmayacaktır”(s.5). “Parti ulus egemenliği ülküsünü en iyi ve
en sağlam surette imsileyen ve taplayan devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna
kanığdır” (s.6-7). “İrde ve egemenlik
kaynağı ulustur.” “…Arsıulusal değetlerde ve ilgilerde Türk sosyetesinin
kendine özgü ıralarını ve erkin benliğini korumağı esas sayar.” “Kanun
karşısında saltık bir eşitlik kabul eden… hiçbir klasa ayralık tanımayan
yurddaşları halktan ve halkçı olarak kabul ederiz.” “Türkiye ayrı ayrı
klaslardan karışıt değil özgür ertik sahipleri, endüstrieller, tecimerler ve
işyarlar Türk ulusal kuramının başlıca örgenleridir. Bunlardan her birinin
çalışması… kamunun hayatı ve genliği için zorağdır.” S. 8-9. “Asığlar, kapasite
ve çalışma derecesine göre olur.” “Özel kınav ve çalışma esas olmakla
beraber…”s. 9. “Devletin filiğ olarak yapmağa karar verdiği iş özel bir girişit
elinde bulunuyorsa onun alınması her defasında özgü bir kanun çıkarmağa
bağlıdır.” “Bu kanunda özel girişitin uğrayacağı zararın devlet tarafından ödem
şekli gösterilecektir.” S.11. “Parti
devlet yönetiminde tedbir bulmak için
derecel ve evrimsel prensiple kendini bağlı tutmaz.” S. 12. “Kredilerde üremi ve iskontoyu ucuzlatmak…”
s..13. “Ürün ve hayvanlarda çift
yaraç…” “Bu otrulardan başka ergemize uygun yoldan kapsallanma, uzun ödelli bir
kredifonsiye kipinin kurulması üretmenlerin ergelerine…” s.16-17.
“Grev ve lokavt yasak olacaktır” s. 19.
gibi anlaşılan cümleler yanında hiç anlayamadığımız ifadelerde bulunmaktadır.
Ancak bu anlaşılan cümleyi almamızın nedeni bu yabancı kelimelerin batı
kaynaklı olmasından dilden atılmadığını göstermektir. Çünkü Türk Dil Devrimi
denen olgu aslında dile İslamiyet yoluyla girmiş olan Arapça kökenli
kelimelerin dilden atılmasıdır.
Devam edersek
işte şunu da anlayamıyoruz: “Üretmenlerle
yoğaltmanlar arasında çıkabilecek asığ kavgaları...” çok eğlenceli olur! s.
20. “Çıkat işlerini tecimerlerin
kınavlarını…” ne yapalım. s.21. “Hava
taşıncılığı ve taşın araçlarında saltık kazanç…” s.24. “Bayındırlık işleri
pratik ve verimli bir taplama programına göre kovalanacaktır.” Kovalayın
bakalım yakalayabilir misiniz? “Şosa
örüleri için dikel yönetler yurdun güvenlik ve savgası için…” (s.26.) iyi
olur! “Hayvan çoğaltım ve yeğriltimi…” her
ne demekse o da iyidir! (s.29). Vergi salnaklarını imkân olduğu kadar özürüt
ve açlı olarak…(s. 31) ülkeye yayın ki bol bol vergi devşirelim. “Tekit yönetgeler…(s.32) üçüncü dünyanın
alamet-i farikasıdır! “Üsnomal bir önemle
sarsılmaz dayanımını besleyen kutsal bir evindir.”(s.35). “Okullarda içinde bulundukları çevenlerle
ilgili olan ertik bilgiler verilecek.” (s.38). “Ulusal düzen ve yasavı, iç ve tüze örgüt ve kanunları ile koruyan…” devletlere
faşist mi denir? (s. 47). “Nüfusu artırma prensibimizi taplarken, yurd
dışından gelecek Türklere her yardımı ve kolaylığı göstereceğiz.” (s. 48). “ Tutaklar ile kapsıkları ayırmağa ve
hapsevlerini birer uslanma yeri haline getirmeğe çalışacağız.” “Türkiye’de cins
ve klas fikirlerini yayma ve klas kavgası ergesi ile cemiyet kurulmayacaktır.
Devlet özel yönetgelerle ve şarbaylıklarla devlete bağlı kurumlardan hizmet
karşılığı aylık ve aktı alan bulundukları işin sıfat ve özlüğü ile cemiyet
kuramazlar.” S. 49-50. “Arsıulusal
ergelerle cemiyet yapılamayacağı gibi kökü yurd dışında olan cemiyetler de
yasak olacaktır.(s. 51). Şu cümleyi okuyan her genç, eminim doğrudan vatan
için şehit olmaya koşacaktır!: “Vatan
savgası ulusal ödevlerin en kutlusudur.”(s.52). Böyle buyurmuşlar,
anlamasak da baş üstüne diyeceğiz.
Programın 73.
maddesindeki şu cümleyi hem dili hem de taşıdığı zihniyetin göstergesi olarak
kayda geçirmek ve “saptamak” gerekir: “Devletin
yüksek kuramının sarsılmaz temeli olan ve ulusal ülküyü, ulusal varlığı ve
devrimi kollayan ve koruyan Cumhuriyet ordusunun ve onun özverili ve kıymetli
izdeşlerinin, her vakit sayın ve şerefli tutulmasına özen gösteririz.” (s.53).
Pek bir şey anlamadık ama, elhak biz de gösteririz! Milletin dilini onun anlayamayacağı şekilde
bir ucubeye döndüren bir zihniyet “devrimi
kollama ve koruma ödevini” elbet halka ve aydınlara değil, orduya verecektir. Çünkü o halk
devrimin dilini anlamıyor ki neyi korusun, nasıl kollasın?
Bu dönemde
anadili Türkçe olanları bu uydurma kelimelerle anasından öğrendiği kelimeler
yerine öğrenmediği kelimelere mahkûm eden zihniyet, ana dili Türkçe olmayanlara
da yaptırımlar düşünmüştür. Parti’nin 1943 tarihli Teftiş Talimatnamesi madde
12, m fıkrası şu hükmü içermektedir:[13] “Azınlıklar arasında siyasi ve iktisadi
hayatımız bakımından zararlı cereyanlar var mı? Vilayet içinde anadili Türkçe
olması gerekli zümreler varsa bu zümrelerin aileleri arasında Türkçe konuşmalarını
temin için ne yapmalı?” Buradaki “anadili
Türkçe olması gerekli zümreler” den kastın ne olduğu da tam anlaşılmıyor.
Anadili Türkçe olan zaten o dili kullanır, yoksa bizim haberimiz olmadan Türk
halkı anadilinin yanı sıra ikinci ve üçüncü diller de mi öğrendi? Öğrenmekle
kalmayıp bir de o dili günlük konuşmalarda bile kullanıyorsa bayağı kültürlü
bir milletmişiz demektir!
Bu elit ve
halka yabancı Parti’nin bir başka problemi de şu doğulular, zaten onların hepsi
Peker’gillere göre Haso-Memo’dur! Bu anlayışla onların bölgelerine parti
teşkilatı bile kurmadılar, ne gerek vardı?! Umumi Müfettişlikler[14]
kuruldu ya, yeter gider! Zaten ha parti, ha müfettişlik ne fark eder? İkisi de
aynı şefe bağlı değil mi? Cevdet Kerim İncedayı ve Recep Peker hep söylemez
miydi? Bizi bu Hasolar Memolar seçemez diye! İşte bunlardan biri de Şerif
Bilgehan’dır. Elimizdeki belgeye göre sağda solda daima Doğu şivesi ile
konuştuğu yetmiyormuş gibi, bir de karne ile ekmek almaya kalkmış! Recai isimli
bir CHP Ocak reisi birilerine ekmek karnesi dağıttığı esnada şivesini fark
edince “sizin gibi konuşanların burada yeri yoktur” diyerek Bilgehan’a haddini
bildirmiş ve karne vermemiş! Bilgehan’ın şikâyetini yazdığı “kağıt
parçaları”nın üzerine parti genel sekreteri şu notu düşmüş: “bu kağıtları(!)
Suat Hayri Ürgüplü’ye gönderiniz” (29.08.942.)[15].
Sonunda ne oldu bilmiyoruz, Gülsüm Bilgehan’a sormalı, belki soyadı benzerliği
değildir ve akrabası olur.
Partinin kendi
belgeleri daha böyle örneklerle doludur. Ancak az örnek yetiyorsa yazıyı
uzatmanın bir anlamı yoktur düşüncesiyle daha fazla örnekleri gereksiz
görüyoruz. Burada sonuç olarak bu anlayışın tarihi ve sosyo-politik boyutlarını
biraz değerlendirilmeyi düşünüyoruz. Geri kalmış ülkelerde aydınlar arasında
bir çeşit egosantrizm vardır. Devrim, reform, ıslahat vs. adlarla andıkları bir
dizi “eşsiz” düşünceyi uygulamaya koyarlar ve ülkelerinin böylece bir çırpıda
kalkınıp medenileşeceğini düşünürler. Bu aslında çocuklarda görülen bir haldir.
Hayatın gerçekleri ile hayal dünyalarında bulunan kurgular arasındaki
uyumsuzluğu göremezler. Bu durum için şu örneği verebiliriz. Çocuklar şöyle bir
resim yapabilir: Bir çocuk, çizilen resimde, gökteki aydedeye bir merdiven
dayayıp oraya çıkmaya çalışır. Resimdeki ve resmi yapan çocuğun muhayyilesindeki
bu aya çıkma tasavvurunun o şekilde merdivenle gerçekleşmesinin imkânsız
olduğunu çocuk düşünemez. Sosyolog Erol Güngör bu konuyu şöyle açıklamıştır:
“İnkılâpçı aydınların kalkınma ve gelişme meselelerinde takındıkları tavır tam
manasıyla entellektüalist denilebilecek bir tavırdır ve sosyal-psikolojik bir
problem olarak incelenmeye değer. İnkılâpçılar sosyal ve iktisadi hayatın
“kitaba uygun” tedbirlerle istenilen biçimi kazanacağına inanmışlar, bütün
icraatlarını masa başında düşünerek planlamışlardır. İnkılâpçının dramı kitap
ile hayat arasında daima hayatın lehine sonuçlanmak üzere sürüp giden
çatışmadan doğmaktadır. İnkılâpçı sosyal olayı bir zihin olayı olarak ele alan
ve bu yüzden, zihinden geçenlerle cemiyette meydana gelen olaylar arasında bir
intibak bulunması gerektiğini zanneden adamdır. Russell “Batıda teori tatbikatı takip eder, Doğuda ise bütün tatbikatın teoriden
çıkarılmasına çalışılır,” diyor. Bu düşünce doğulu ülkelerin Batılılaşma
hareketleri için geçerli görülüyor. (…) Bu özelliği ile inkılâpçı, egosantrik
düşünce tipinin çok ilgi çekici bir özelliğini vermektedir.”[16]
Bizdeki “dil devrimi” işte bu üçüncü dünya inkılâpçılığı ve egosantrizminin
ürünüdür. Buna son zamanlarda moda olan bir filmin kahramanının adını vermek ve
“Muro devrimciliği” demek mümkündür.
Uydurduğu kelimelerle halka meramını anlatamayacağını düşünemez, ülkenin
kültürel köklerinden koparıldığını göremez –bazıları da görür ve özellikle o
kopuşun gerçekleşmesini ister-, dışarıdaki aynı dili kullandığımız soydaşlarla
iletişimin kopacağını düşünemez- bazıları bunu da görür, ama özellikle
soydaşlarla aradaki bağın kopması için dili tahrip eder-. Masa başında kelime,
kavram veya terim üretmekle dilin zenginleşemeyeceğini düşünemez. Hatta
bunların dile zarar vereceğini göremez.
Bu yapı üçüncü
dünya iktidarlarına bulaşmıştır. İster çok partili olsunlar, ister tek partili,
bu ülkelerde siyaset bu hastalıkla maluldür. Halklarını yönlendirirler, beyin
yıkama kapasiteleri yüksektir. Dolayısıyla seçime ve kamuoyuna onlar hükmederler.
Bizdeki Tek Parti de seçimle iktidara gelmediği için halka kendisini beğendirme
kaygısı taşımıyordu. Bundan ötürü halka kendisini anlatacak bir dile ihtiyaç
duymadı. Halkı ve kamuoyunu rahatlıkla yönlendirdi. Totaliter olduğu için halkı
yeni baştan imal edebileceğini sandı. Yeni halka yeni bir dil gerekiyordu
onlara göre. Nihayet egosantrik inkılâpçı anlayışla tüm bunları ilericilik
sandı, kendisinin ve ülkenin yararına olduğunu düşündü. O ucube-i hilkat lisanı
uyduran anlayış bu olmalıdır.
Bu dili başka
türlü izah edemiyoruz.
* OMÜ, Fen
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
[1] A. Hikmet Müftüoğlu, Çağlayanlar, İst., 1976, s. 146:
“Yakarış”.
[2] Atatürk’ün 1933, 34 ve
35’lerdeki demeçleri tam bu yeni kelimelerle kurulmuşken, son yıllarda Paşa
yaşayan normal dile dönmüştür. Orijinal demeçlerde bu değişim sürecini takip
etmek mümkündür.
[3] CHP Programı, Ulus Basımevi, Ankara 1935, s. 4.
[4] Bazı araştırıcılar bu
zihniyetin etkisinde o kadar kalmışlardır ki, Çok Partili döneme geçiş
sürecinde CHP’nin DP karşısında halka “ödün” verdiğini düşünmektedirler.
Hâlbuki halkın temel insan hakları bağlamında zaten alması gereken haklarına
“ödün” denmesi bizce sakat bir mantığın ürünüdür. Ama bu “ödün” taviz demek
değilse, başka bir anlamı varsa onu bilemeyiz. İşte Türkçenin hal-i pür melali.
[5] Bizzat İsmet İnönü çok
partili sistemin kendi partilerine de yaradığını ve halka gitmeyi, onun derdini
dinlemeyi bu dönemde öğrendiklerini itiraf etmiştir. Bu konuda bak. Fahri
SAKAL, Çok Partili Döneme Geçişte Tek Partinin Muhalefet Anlayışı, Samsun
2008, s. 102-111.
[6] Bilindiği gibi Dil Devrimi
adıyla Batı ülkelerinde yapılan faaliyetlerin hiç biri bizdeki gibi asırların
birikimi olan kelimeleri dilden tasfiyeye kalkmamıştır. Sadece Alman Dil
Devrimi denen bir uygulama biliniyor ki o da Alman Irkçılığının sonucunda
serpilebilmiş, yine de bizde olduğu kadar dili berbat etmeye yeltenememiştir.
[7] George Orwell, 1984, Roman, Türkçesi de var ve farklı
tarihlerde çeşitli yayınevlerince yayınlanmıştır.
[8] Başbakanlık Cumhuriyet
Arşivi(BCA), CHP Katalogu, 490,01/
268. 1067. 1.
[9] BCA, CHP Katalogu, 490,01/ 41. 173,5, no: 4. Buradaki kelimenin utanmak
olmadığını, ama bir imparatorluk varisi milletin dilini bu hallere düşürdüğümüz
için utandığımızı hatırlatalım. Belgede başkaları da Sayınlı Bay Ural gibi
imzalarını ne şekil atacaklarını “kamusal oya utunuyorlar.”
[10] BCA, CHP Katalogu, 490,01/ 634. 92,1.
[11] CHP Programı, Ulus Basımevi, Ankara 1935.
[12] Buradaki “saptanmak”ın bu
günkü kullanıldığından farklı anlamda olduğuna dikkat edilmelidir. Tesbit
edilmiş değil, “bildirikte” (o da her ne demekse) kayda geçirilmiş anlamında
olmalı.
[13] CHP Teftiş Talimatnamesi, Ankara 1943, s.12.
[14] Bu konuda bkz. Cemil
Koçak, Umumi Müfettişlikler
(1927-1952), İletişim Yay. İst. 2003.
[15] BCA, CHP K., 490.01/474, 1938,1.
[16] Erol Güngör, “Bir Zihin
Yapısının Tahlili” şurada Kültür
Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Yay. İstanbul 1986, s. 47.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder