12 Şubat 2014 Çarşamba

   TEK PARTİ’ NİN DİLİ
                                                                                                                                                                                                                                                    Doç. Dr. Fahri Sakal*

 
Türkiye Tarihi 19. yy sonlarında bir seri değişim ve modernleşme uygulamalarına şahit olmuştur. Bunlardan biri özleştirme akımıdır.  Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti döneminde bu akıma dilde özleşme denmiştir. Bu akım bir ara aşırı özleşme haline dönüşmüştür.
Bu dönemde CHP yayınlarında, tüzük ve tutanaklarında bu aşırı özleştirme örnekleri görülmüştür. Neden halkın anlamadığı bir dil halka hitap etmek için kullanılmıştır.
Bu yazıda bu konu örneklerle inceleniyor.
CHP, Tek Parti, Türk Dil İnkılâbı, Arı dil, Öz Türkçe.


                                               SİNGLE-PARTY LANGUAGE

The Turkish history had been witness to many changes and modernization in the end of 19th century. One of these modernizations was self-simplification of Turkish. In Turkish Republic during the period of One- Party this current modernization was called by language purifying. This current modernization sometime became ultra-purifying.

Many examples of this ultra- purifying can be seen in the publications, charters and records of CHP belonged to these years. Why did they use a language, that wasn’t understood by public, to talk to public?

In this paper this question is searched with the examples.

CHP, Single Party, Turkish language revolution, Pure language, Pure Turkish.


                                                   TEK PARTİ’NİN DİLİ

           
Tarih boyunca insanı kuşatan çevre şartları değiştikçe bu değişim yeni bir insan türü üretir. Ahmet Cevdet Paşa’nın Mecelle’de kullandığı o meşhur sözünü konumuza uyarlarsak şöyle diyebiliriz: Değişen çağlar kendine göre bir insan tipi yaratır, diğer bir ifade ile çağların değişmesiyle insanlar da değişir. Burada insan mı çağları, çağlar mı insanı değiştirir sorusunu sormayacağız. Tarih felsefecileri ve diğer sosyal bilimciler bunu tartışadursunlar, biz sözünü ettiğimiz değişimin zamanla insanın çevresinden ve yaratılışından gelen öz cevherini bile zorlayabildiğini düşünüyoruz. Değişim bazen öyle bir hal alıyor ki, onu benimsemeyen muhafazakârlar sonunda her şeylerini kaybedeceklerini görseler bile bu hastalıktan kurtulamıyorlar. Tabiidir ki gelişmeler karşısındaki bu direnç bazen direnenlerin sonunu hazırlıyor. Diğer uçta da, karşısına çıkan ve adı yeni olan her şeyi tecrübe etmeden almayı ve asırların tecrübe eleğinden geçmiş, cemiyetin veya insanlığın ortak değerleri payesine ulaşmış olan gerçeklikleri terk etmeyi ilericilik sananlar bulunuyor. Özellikle gelişememiş veya geri kalmış cemiyetlerin “aydın”ları buna örnektirler. Bunlar bir cami avlusunda bulunmuş çocuğun içinde bulunduğu “baba” psikolojisine sahiptirler. Eskiden gelen her değeri, kendilerini cami avlusuna terk eden uçkur düşkünlerinin tapulu malı sanır ve onu benimsemekte zorlanır. Kurtarıcılarının her değerlerini yeni diye takdis ederken atalarından kalan her şeyi tanımaya bile çalışmadan reddetmeyi ilerici veya çağdaş bir tutum sanır.
Türkiye’de bu süreç aynen yaşanmıştır. Bu şaşkın kafile Türkiye’de bir elitler zümresi halinde iktidarı 1909-1913 döneminde ele geçirdiğinde, yeni bir dil, yeni terimler, yeni bir üslup ve yeni bir kültür inşasına kalkıştılar. Osmanlı veya Türk cemiyeti sanki yeni kurulmuş bir muz cumhuriyeti idi. Birkaç kötü çeviri kitabı okuyan kendini allame-i cihan sanıp toplumu yeniden kurmaya kalkışıyordu. Milletin dilini de masa başında yenilemeye giriştiler. Tam bir ırkçılık nişanesi olarak ruh, inanç ve kültür dünyamızın terimlerini Öztürkçecilik adı altında dilden kovmaya kalktılar. Ahmet Hikmet Müftüoğlu kendi ismine bakmadan, içinde hiç yabancı kelime olmayan hikâye yazmaya kalktı.[1] Zamanla bu temayül güçlenerek Tek Parti döneminde bildiğimiz arı dil sevdasına dönüştü. Atatürk’ü de etkilemeye çalışarak dili yeniden kurmaya kalkıştılarsa da birkaç yıllık bir denemeden sonra Gazi dili bu çıkmazdan kurtarmak gerektiğini söylemek durumunda kaldı.[2]
Buraya kadar her şey aslında biraz normal sayılabilir. Anormal olanı Tek Parti’nin tavrıdır: Kullandıkları dili biz bile bugün anlamakta zorlanırken, o dönemde halka bu dille hitap etmenin halk tarafından anlaşılmama endişesi taşımaması çok manidardır. Halktan oy isteyen ve fikirlerinin kitleler tarafından benimsenmesini bekleyen bir partinin halkın dilini kullanması gerekmez mi? “Törütgen ve yürütgen yetkiler kamutayda toplanır.” “Türkiye’de hakyerleri bağınsızdır[3] gibi ifadeleri acaba hangi halka ve ne için yönelttiler? Acaba anlaşılma diye bir endişeleri mi yoktu? Yoksa yaptıklarının çok çağdaş, anlaşılmamanın zararlarına rağmen uygulanması gereken ve yüksek fatura ödemeye değer bir ilerici icraat olduğunu mu düşünüyorlardı?
Bu anlaşılmaz ve uydurma dili halka hitap aracı olarak kullanmak bir parti için kesin başarısızlık sebebi olabilir diye düşünüyoruz. Nitekim adı geçen partinin tarihimizde seçim kazanamamış olduğu bilinmektedir. Kendilerini ve partilerini halka anlatma, fikirlerini benimsetme diye bir dertleri olsaydı, herhalde farklı dil kullanırlardı. Zaten çok partili döneme geçişte hem dilde hem de Arapça ezan bahsinde ve dini okullar ve ibadetler konusunda “ödün”ler[4] verdiklerini biliyoruz. Tek Parti dönemindeki seçimler iki dereceli ve gerçek seçim olmaktan uzaktı. Dolayısıyla halkın gösterilen “müntehib-i sani” denen ikinci seçmenleri seçme mecburiyeti ve onların da partice gösterilen adayları seçmesi gerçek bir seçim değildi. Diğer bir ifade ile o ikinci seçmenler o adayları seçmek zorunda idiler. Burada kayda değer bilgi şudur: Müntehib-i sani partinin gösterdiği şu adayı seçmiyorsa bu adayı seçerdi. Yani her ikisi de aynı partinin adayı idi. Dolayısı ile parti o dönemde halka gidip seçim propagandaları yapmıyor, vatandaşın dertlerini dinlemeye gerek görmüyor ve halka bir şeyler vaad etme gereğini duymuyordu. DP kurulduktan sonra bilindiği gibi ilk seçimde (1946) açık oy ve gizli tasnif sistemi ile meseleyi hallettiler. Ancak 1950 seçiminde bunu yapamayacaklarını anlayınca şehir ve köylerde propaganda turlarına çıktılar ve vatandaşa vaatlere başladılar.[5] İşte bu vaatleri o “irdeli, değetli, törütgen ve yörütgen” dille yapamayacaklarını anlayınca, normal dil kullanmaya başladılar. Yani halkın oyuna talip olunca halkın dilini kullanma mecburiyetini duydular. Buradaki kanaatimiz, uydurma dilin totaliter mantığın ürünü olduğu istikametindedir. Halka dayalı rejim halkın anlayacağı dili kullanır, kendisini halka sevdirmek için onun dilini en güzel şekliyle kullanmaya gayret eder. İmtiyazlı bir elitler rejimi ise, halkı, -kendi adlandırmalarıyla Hasoları ve Memoları- hor görür ve dillerini de beğenmediği için değiştirmeye kalkar.
Halkı kaale almamanın sözlü ve resmi bir ifadesi olan bu dil, elitizmin batıda şahit olmadığı bir uç örnektir.[6] Belki Orwell’ın 1984 adlı romanında[7] anlatılan o totaliter rejimin dili olarak açıklamak en uygunudur. Totaliter ve diğer anti demokratik rejimler halk tarafından beğenilmek, denetlenmek ve seçilmek kaygılarını taşımadıklarından kullandıkları dilin geniş kitlelerce anlaşılması gerekmiyordu. Hatta bazı durumlarda halkın anlayamadığı kavramlar ve metinler -biraz da esrarengiz ve mehabetli bir muhtevaya sahipmiş duygusu verdiğinden- özellikle tercih ediliyordu. Osmanlıca’nın ve diğer imparatorlukların çok kültürlü esperantoları buna örnek olarak verilebilirse de Türkiye’de Tek Parti döneminin uydurma dili bir mehabet değil bir maskaralık ve komedi örneği gibi durmaktadır.
Bu konuda epeyce bol neşriyata sahip olduğumuzdan onları tekrar hatırlatmaktan imtina ederek burada sadece partinin kendi belgelerinde kullandığı bazı kelime ve terimleri örnek olarak vermekle yetineceğiz. Bir belgeden[8] seçtiğimiz şu ifadelerle başlayalım: “Şarkurul, şarbaylık, Bolu uray üyeleri, teyyare sosyetesi üyeleri, orta uram ocak başkanı…” Şu halleriyle bunların nelerden söz ettiklerini özel “arı dil” ihtisası olanlardan başka kimsenin anlayacağını sanmıyoruz. O sırada soyadı kanunu çerçevesinde yapılan düzenlemeler çerçevesinde bey, efendi, beyefendi, hanım, hanımefendi, paşa vb. gibi sıfat ve unvanların kullanılmasının yasaklandığını da hatırlatarak şu örnekleri veriyoruz: “(Ural) soyadı aldığımdan imzamı aşağıdaki şekilde atacağımı utunurum. (27.1. 1935)”.[9] Devam ediyoruz ve “Sayınlı bay Recep Peker, yüce orununuzca bilinen…[10] bu komedi dilinin yeni örneklerini partinin 4. Büyük Kurultay’ında onaylanan ve yayınlanan Program kitapçığından[11] veriyoruz: “Kurultayca onanmış olan bildiriğinde…” (s.1). “1931 kamutay seçimi dolayısıyla çıkarılan bildirikte saptanmıştır[12](s.1-2). “Parti devlet şekillerinin en doğrusu bu olduğuna kanığdır”, “Yurttaşların ferdiğ ve sosyal güvenlik, eşitlik… haklarını barımak…” “Bu haklar devletin varlık ve otorite sınırı ile buçlanmıştır. Ferdiğ ve hükmiğ şahsiyetlerin kınavı kamuğasıya aykırı olmayacaktır”(s.5). “Parti ulus egemenliği ülküsünü en iyi ve en sağlam surette imsileyen ve taplayan devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna kanığdır” (s.6-7). “İrde ve egemenlik kaynağı ulustur.” “…Arsıulusal değetlerde ve ilgilerde Türk sosyetesinin kendine özgü ıralarını ve erkin benliğini korumağı esas sayar.” “Kanun karşısında saltık bir eşitlik kabul eden… hiçbir klasa ayralık tanımayan yurddaşları halktan ve halkçı olarak kabul ederiz.” “Türkiye ayrı ayrı klaslardan karışıt değil özgür ertik sahipleri, endüstrieller, tecimerler ve işyarlar Türk ulusal kuramının başlıca örgenleridir. Bunlardan her birinin çalışması… kamunun hayatı ve genliği için zorağdır.” S. 8-9. “Asığlar, kapasite ve çalışma derecesine göre olur.” “Özel kınav ve çalışma esas olmakla beraber…”s. 9. “Devletin filiğ olarak yapmağa karar verdiği iş özel bir girişit elinde bulunuyorsa onun alınması her defasında özgü bir kanun çıkarmağa bağlıdır.” “Bu kanunda özel girişitin uğrayacağı zararın devlet tarafından ödem şekli gösterilecektir.” S.11. “Parti devlet yönetiminde tedbir bulmak için  derecel ve evrimsel prensiple kendini bağlı tutmaz.” S. 12. “Kredilerde üremi ve iskontoyu ucuzlatmak…” s..13. “Ürün ve hayvanlarda çift yaraç…” “Bu otrulardan başka ergemize uygun yoldan kapsallanma, uzun ödelli bir kredifonsiye kipinin kurulması üretmenlerin ergelerine…” s.16-17.
Grev ve lokavt yasak olacaktır” s. 19. gibi anlaşılan cümleler yanında hiç anlayamadığımız ifadelerde bulunmaktadır. Ancak bu anlaşılan cümleyi almamızın nedeni bu yabancı kelimelerin batı kaynaklı olmasından dilden atılmadığını göstermektir. Çünkü Türk Dil Devrimi denen olgu aslında dile İslamiyet yoluyla girmiş olan Arapça kökenli kelimelerin dilden atılmasıdır.
Devam edersek işte şunu da anlayamıyoruz: “Üretmenlerle yoğaltmanlar arasında çıkabilecek asığ kavgaları...” çok eğlenceli olur! s. 20. “Çıkat işlerini tecimerlerin kınavlarını…” ne yapalım. s.21. “Hava taşıncılığı ve taşın araçlarında saltık kazanç…” s.24. “Bayındırlık işleri pratik ve verimli bir taplama programına göre kovalanacaktır.” Kovalayın bakalım yakalayabilir misiniz? “Şosa örüleri için dikel yönetler yurdun güvenlik ve savgası için…” (s.26.) iyi olur! “Hayvan çoğaltım ve yeğriltimi…” her ne demekse o da iyidir! (s.29). Vergi salnaklarını imkân olduğu kadar özürüt ve açlı olarak…(s. 31) ülkeye yayın ki bol bol vergi devşirelim. “Tekit yönetgeler…(s.32) üçüncü dünyanın alamet-i farikasıdır! “Üsnomal bir önemle sarsılmaz dayanımını besleyen kutsal bir evindir.”(s.35). “Okullarda içinde bulundukları çevenlerle ilgili olan ertik bilgiler verilecek.” (s.38). “Ulusal düzen ve yasavı, iç ve tüze örgüt ve kanunları ile koruyan…” devletlere faşist mi denir?  (s. 47). “Nüfusu artırma prensibimizi taplarken, yurd dışından gelecek Türklere her yardımı ve kolaylığı göstereceğiz.” (s. 48). “ Tutaklar ile kapsıkları ayırmağa ve hapsevlerini birer uslanma yeri haline getirmeğe çalışacağız.” “Türkiye’de cins ve klas fikirlerini yayma ve klas kavgası ergesi ile cemiyet kurulmayacaktır. Devlet özel yönetgelerle ve şarbaylıklarla devlete bağlı kurumlardan hizmet karşılığı aylık ve aktı alan bulundukları işin sıfat ve özlüğü ile cemiyet kuramazlar.” S. 49-50. “Arsıulusal ergelerle cemiyet yapılamayacağı gibi kökü yurd dışında olan cemiyetler de yasak olacaktır.(s. 51). Şu cümleyi okuyan her genç, eminim doğrudan vatan için şehit olmaya koşacaktır!: “Vatan savgası ulusal ödevlerin en kutlusudur.”(s.52). Böyle buyurmuşlar, anlamasak da baş üstüne diyeceğiz.
Programın 73. maddesindeki şu cümleyi hem dili hem de taşıdığı zihniyetin göstergesi olarak kayda geçirmek ve “saptamak” gerekir: “Devletin yüksek kuramının sarsılmaz temeli olan ve ulusal ülküyü, ulusal varlığı ve devrimi kollayan ve koruyan Cumhuriyet ordusunun ve onun özverili ve kıymetli izdeşlerinin, her vakit sayın ve şerefli tutulmasına özen gösteririz.” (s.53). Pek bir şey anlamadık ama, elhak biz de gösteririz!  Milletin dilini onun anlayamayacağı şekilde bir ucubeye döndüren bir zihniyet “devrimi kollama ve koruma ödevini” elbet halka ve aydınlara değil, orduya verecektir. Çünkü o halk devrimin dilini anlamıyor ki neyi korusun, nasıl kollasın?
Bu dönemde anadili Türkçe olanları bu uydurma kelimelerle anasından öğrendiği kelimeler yerine öğrenmediği kelimelere mahkûm eden zihniyet, ana dili Türkçe olmayanlara da yaptırımlar düşünmüştür. Parti’nin 1943 tarihli Teftiş Talimatnamesi madde 12, m fıkrası şu hükmü içermektedir:[13]Azınlıklar arasında siyasi ve iktisadi hayatımız bakımından zararlı cereyanlar var mı? Vilayet içinde anadili Türkçe olması gerekli zümreler varsa bu zümrelerin aileleri arasında Türkçe konuşmalarını temin için ne yapmalı?” Buradaki “anadili Türkçe olması gerekli zümreler” den kastın ne olduğu da tam anlaşılmıyor. Anadili Türkçe olan zaten o dili kullanır, yoksa bizim haberimiz olmadan Türk halkı anadilinin yanı sıra ikinci ve üçüncü diller de mi öğrendi? Öğrenmekle kalmayıp bir de o dili günlük konuşmalarda bile kullanıyorsa bayağı kültürlü bir milletmişiz demektir!
Bu elit ve halka yabancı Parti’nin bir başka problemi de şu doğulular, zaten onların hepsi Peker’gillere göre Haso-Memo’dur! Bu anlayışla onların bölgelerine parti teşkilatı bile kurmadılar, ne gerek vardı?! Umumi Müfettişlikler[14] kuruldu ya, yeter gider! Zaten ha parti, ha müfettişlik ne fark eder? İkisi de aynı şefe bağlı değil mi? Cevdet Kerim İncedayı ve Recep Peker hep söylemez miydi? Bizi bu Hasolar Memolar seçemez diye! İşte bunlardan biri de Şerif Bilgehan’dır. Elimizdeki belgeye göre sağda solda daima Doğu şivesi ile konuştuğu yetmiyormuş gibi, bir de karne ile ekmek almaya kalkmış! Recai isimli bir CHP Ocak reisi birilerine ekmek karnesi dağıttığı esnada şivesini fark edince “sizin gibi konuşanların burada yeri yoktur” diyerek Bilgehan’a haddini bildirmiş ve karne vermemiş! Bilgehan’ın şikâyetini yazdığı “kağıt parçaları”nın üzerine parti genel sekreteri şu notu düşmüş: “bu kağıtları(!) Suat Hayri Ürgüplü’ye gönderiniz” (29.08.942.)[15]. Sonunda ne oldu bilmiyoruz, Gülsüm Bilgehan’a sormalı, belki soyadı benzerliği değildir ve akrabası olur.
Partinin kendi belgeleri daha böyle örneklerle doludur. Ancak az örnek yetiyorsa yazıyı uzatmanın bir anlamı yoktur düşüncesiyle daha fazla örnekleri gereksiz görüyoruz. Burada sonuç olarak bu anlayışın tarihi ve sosyo-politik boyutlarını biraz değerlendirilmeyi düşünüyoruz. Geri kalmış ülkelerde aydınlar arasında bir çeşit egosantrizm vardır. Devrim, reform, ıslahat vs. adlarla andıkları bir dizi “eşsiz” düşünceyi uygulamaya koyarlar ve ülkelerinin böylece bir çırpıda kalkınıp medenileşeceğini düşünürler. Bu aslında çocuklarda görülen bir haldir. Hayatın gerçekleri ile hayal dünyalarında bulunan kurgular arasındaki uyumsuzluğu göremezler. Bu durum için şu örneği verebiliriz. Çocuklar şöyle bir resim yapabilir: Bir çocuk, çizilen resimde, gökteki aydedeye bir merdiven dayayıp oraya çıkmaya çalışır. Resimdeki ve resmi yapan çocuğun muhayyilesindeki bu aya çıkma tasavvurunun o şekilde merdivenle gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu çocuk düşünemez. Sosyolog Erol Güngör bu konuyu şöyle açıklamıştır: “İnkılâpçı aydınların kalkınma ve gelişme meselelerinde takındıkları tavır tam manasıyla entellektüalist denilebilecek bir tavırdır ve sosyal-psikolojik bir problem olarak incelenmeye değer. İnkılâpçılar sosyal ve iktisadi hayatın “kitaba uygun” tedbirlerle istenilen biçimi kazanacağına inanmışlar, bütün icraatlarını masa başında düşünerek planlamışlardır. İnkılâpçının dramı kitap ile hayat arasında daima hayatın lehine sonuçlanmak üzere sürüp giden çatışmadan doğmaktadır. İnkılâpçı sosyal olayı bir zihin olayı olarak ele alan ve bu yüzden, zihinden geçenlerle cemiyette meydana gelen olaylar arasında bir intibak bulunması gerektiğini zanneden adamdır. Russell “Batıda teori tatbikatı takip eder, Doğuda ise bütün tatbikatın teoriden çıkarılmasına çalışılır,” diyor. Bu düşünce doğulu ülkelerin Batılılaşma hareketleri için geçerli görülüyor. (…) Bu özelliği ile inkılâpçı, egosantrik düşünce tipinin çok ilgi çekici bir özelliğini vermektedir.”[16] Bizdeki “dil devrimi” işte bu üçüncü dünya inkılâpçılığı ve egosantrizminin ürünüdür. Buna son zamanlarda moda olan bir filmin kahramanının adını vermek ve “Muro devrimciliği” demek mümkündür. Uydurduğu kelimelerle halka meramını anlatamayacağını düşünemez, ülkenin kültürel köklerinden koparıldığını göremez –bazıları da görür ve özellikle o kopuşun gerçekleşmesini ister-, dışarıdaki aynı dili kullandığımız soydaşlarla iletişimin kopacağını düşünemez- bazıları bunu da görür, ama özellikle soydaşlarla aradaki bağın kopması için dili tahrip eder-. Masa başında kelime, kavram veya terim üretmekle dilin zenginleşemeyeceğini düşünemez. Hatta bunların dile zarar vereceğini göremez.
Bu yapı üçüncü dünya iktidarlarına bulaşmıştır. İster çok partili olsunlar, ister tek partili, bu ülkelerde siyaset bu hastalıkla maluldür. Halklarını yönlendirirler, beyin yıkama kapasiteleri yüksektir. Dolayısıyla seçime ve kamuoyuna onlar hükmederler. Bizdeki Tek Parti de seçimle iktidara gelmediği için halka kendisini beğendirme kaygısı taşımıyordu. Bundan ötürü halka kendisini anlatacak bir dile ihtiyaç duymadı. Halkı ve kamuoyunu rahatlıkla yönlendirdi. Totaliter olduğu için halkı yeni baştan imal edebileceğini sandı. Yeni halka yeni bir dil gerekiyordu onlara göre. Nihayet egosantrik inkılâpçı anlayışla tüm bunları ilericilik sandı, kendisinin ve ülkenin yararına olduğunu düşündü. O ucube-i hilkat lisanı uyduran anlayış bu olmalıdır.
Bu dili başka türlü izah edemiyoruz.




* OMÜ, Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
[1] A. Hikmet Müftüoğlu, Çağlayanlar, İst., 1976, s. 146: “Yakarış”.
[2] Atatürk’ün 1933, 34 ve 35’lerdeki demeçleri tam bu yeni kelimelerle kurulmuşken, son yıllarda Paşa yaşayan normal dile dönmüştür. Orijinal demeçlerde bu değişim sürecini takip etmek mümkündür.
[3] CHP Programı, Ulus Basımevi, Ankara 1935, s. 4.
[4] Bazı araştırıcılar bu zihniyetin etkisinde o kadar kalmışlardır ki, Çok Partili döneme geçiş sürecinde CHP’nin DP karşısında halka “ödün” verdiğini düşünmektedirler. Hâlbuki halkın temel insan hakları bağlamında zaten alması gereken haklarına “ödün” denmesi bizce sakat bir mantığın ürünüdür. Ama bu “ödün” taviz demek değilse, başka bir anlamı varsa onu bilemeyiz. İşte Türkçenin hal-i pür melali.
[5] Bizzat İsmet İnönü çok partili sistemin kendi partilerine de yaradığını ve halka gitmeyi, onun derdini dinlemeyi bu dönemde öğrendiklerini itiraf etmiştir. Bu konuda bak. Fahri SAKAL,  Çok Partili Döneme Geçişte Tek Partinin Muhalefet Anlayışı, Samsun 2008, s. 102-111.
[6] Bilindiği gibi Dil Devrimi adıyla Batı ülkelerinde yapılan faaliyetlerin hiç biri bizdeki gibi asırların birikimi olan kelimeleri dilden tasfiyeye kalkmamıştır. Sadece Alman Dil Devrimi denen bir uygulama biliniyor ki o da Alman Irkçılığının sonucunda serpilebilmiş, yine de bizde olduğu kadar dili berbat etmeye yeltenememiştir.
[7] George Orwell, 1984, Roman, Türkçesi de var ve farklı tarihlerde çeşitli yayınevlerince yayınlanmıştır.
[8] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi(BCA), CHP Katalogu, 490,01/ 268. 1067. 1.
[9] BCA, CHP Katalogu, 490,01/ 41. 173,5, no: 4. Buradaki kelimenin utanmak olmadığını, ama bir imparatorluk varisi milletin dilini bu hallere düşürdüğümüz için utandığımızı hatırlatalım. Belgede başkaları da Sayınlı Bay Ural gibi imzalarını ne şekil atacaklarını “kamusal oya utunuyorlar.”
[10] BCA, CHP Katalogu, 490,01/ 634. 92,1.
[11] CHP Programı, Ulus Basımevi, Ankara 1935.
[12] Buradaki “saptanmak”ın bu günkü kullanıldığından farklı anlamda olduğuna dikkat edilmelidir. Tesbit edilmiş değil, “bildirikte” (o da her ne demekse) kayda geçirilmiş anlamında olmalı.
[13] CHP Teftiş Talimatnamesi, Ankara 1943, s.12.
[14] Bu konuda bkz. Cemil Koçak, Umumi Müfettişlikler (1927-1952), İletişim Yay. İst. 2003.
[15] BCA, CHP K., 490.01/474, 1938,1.
[16] Erol Güngör, “Bir Zihin Yapısının Tahlili” şurada Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Yay. İstanbul 1986, s. 47.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder